Çin Sokağı - Kısım -3

589 175 14
                                    

Dünyada başarı kazanmanın iki yolu vardır: Ya kendi aklından faydalanmak, yahut da başkalarının akılsızlığından faydalanmaktır.

-La Bruyere

Lewis, her nedense değişik kişilerde çok farklı tepkilere neden oluyordu. Bu durum kendisine tuhaf ve aykırı gelmiyordu ama ihtiyatla gerçekleştirdiği her bir düşüncenin içinde boğulduğunu ve bambaşka bir insana dönüştüğünü kendine yineliyordu. Ezoterik bir sisteme maruz kalıp yaşıyormuş gibi görünüyordu. Oysa dünyevi birtakım olayların dışında, kendini dürüst ve açıkça belirtiyor olması, şimdilerde insanların eksantrik bir olaymış gibi yüzüne şaşkınlıkla bakmasına sebebiyet veriyordu. Mistik bir güzelliğin arayışı içine girseydi, zarif ve anlaşılır biz yüz bulabilir miydi bilmiyordu ama, kuşkusuz bu onun için sadece bir peri masalının yumuşak sisinde kaybolmak demekti. Sokağa tekrar çıktıklarında, katı, soğuk,bir akşamdı; hasta yüzlü ay, sanki rüzgar arkasından kuvvetle esiyormuş gibi yeryüzüne yaslanmıştı, gökyüzünde pişmiş ekmek içi gibi dolanan bulutlar vardı. Soğuk konuşmayı zorlaştırıyor, yüzündeki kanın çekilmesini sağlıyordu. İnsanlar tüm bunlara rağmen gülüyor, eğleniyor, birbirlerine sarılıp sıkı fıkı dostluklarını sürdürebiliyordu. Lewis başka insanları görüp onlarla konuşmak için böylesine keskin bir istek duymamıştı içinde hiç; çünkü, ne kadar nefret ederse etsin, kafasında ezici bir yalnızlık hissi doğmuştu. Binanın önünden hemen karşı taraftaki kaldırıma geçmek için ayaklarına emir verdi, bu sırada dostlarına telgraf çekmek için yakınlardaki bir büroya gideceğini söyledi. Abraham Gavrilovich'in teklifine cevap verecekti, ama bunu sadece çıkarları üzerine planlamış olduğu bir senaryo üzerine yazacaktı. Büroya gittiği için kendini bir nebze olsun rahat hissetmişti; zira akşam gazetesini herkesten önce vakti zamanında alabilmişti. Tekrar geri döndüğünde dostlarını iyice kaynaşmış halde buldu; sıcak ve sempatik bir ilişkileri olmuş gibiydi. En son ne zaman böyle görüntülere şahit olmuştu bilemiyordu ama yanlarına vardığında hiç yoktan bir mutluluk hissetmişti. Bu sıcak mukabelenin sürüyor olmasını, en içtenlikle sonsuza kadar sürmesini dilemişti aslında. Ama kısa sürmüştü, hep kısa sürerdi; ne zaman duygusal düşünceler kafasına hücum edecek olsa böyle olurdu. Gülümserdi ama birkaç saniye sonra Tanrı onu sınıyormuş gibi bomboş hissederdi. Bundan nefret ediyordu; zaten en net hissettiği duyguları her zaman en kötü hissettiği duyguları olurdu. Lewis kendi kendine sorunlar üretebilen bir tabiata sahipti. Somut anlamda hiç bir sorun yokken bile kendi kendine sorunlar üretiyordu. Birçok insan arasında böyle çarpık düşünme tarzları vardı tabii ama bu olumsuzluk sanki kendisine reva görülmüştü. Başından beri kılı kırk yaran bir karaktere sahipti zaten. Sokaklardaki ucu bucağı görünmeyen binalara baktı; her bir dairenin içinde doktorundan tut, mimarına, işçisine, polisine kadar farklı cinsten ve meslekten insanlar oturuyordu, ama hepsi de bir şekilde yaşayabiliyorlardı. Onların hayatlarını kendisiyle kıyasladı; 'beyaz atlı prens' gibi insanların ayaklarının altına serilen imkanları ve hayallerini düşündü. Onunki yaşamak mıydı ki? Şu lanet hayatta da ne çok sorun vardı doğrusu. 

Dostlarıyla hareket etmeye başladı, Çinli dostunun etrafta ne kadar fotoğraf çektiğini ancak Tanrı bilirdi. İnanılmaz bir sanat anlayışı vardı. Dur durak bilmeyen bir enerji ve hareketliliğe sahipti. Kağıttan ejderhaların, süs kelebeklerinin, Çin fenerlerinin ve bazen de gördüğü kimonolu çiftlerin pozlarını yakalayıp, hörtüklü duygularına bir nebze olsun su serpiyordu. Etrafta nar gibi kızarmış ördek kokuları oksijenle bir bütün olmuş, tatlı dükkanları ve araba durakları tıka basa dolmuştu. Evlerin loş ışıklarının altında oval masalara kurulmuş neredeyse her yaştan insan, gelenekselleşmiş Çin adetiyle GO oynuyor, afaki konulardan söz ederek vakit öldürüyorlardı. Muhtemelen küşüm sağlamayacak insanlara rast gelmeyi umuyorlardı. Macclesfield 'a vardıklarında kalabalık insan çorbasından nasibini almamış, biraz daha durağan bir sokakta olduklarını gördü. Burası Londa'nın metropolitan havasına tamamen zıt düşmüş bir yerdi denilebilir. Kaşağı, kuşkun ve eyerle atlarla ilgilenen şoförler, bilinmeyen lisanlarda konuşan yabancılar, zerzevat kalıntılarını toplayan esnaflar, varoş yaşamlarına ufak bir hareketlilik katmak isteyen aileler ve daha birçokları vardı. Dostları ihtiyatlı davrandığından, Lewis elinde akşamüstü demeçlerinden bir sütun okuyordu. Hava yemek kokuları ve dumanla oldukça haşır neşir olmuştu ki, birkaç adımın sonunda burnuna küçük bir karbonmonoksit kütlesi ulaştı ve damarlarına hücum etti. Sonra öksürdü. Ve küçük bir fantezi caddesinin ortasında olduğunu düşündü. Etrafında düzinelerce melek heykeli olduğunu hayal etti. Yerlerin mermer kaplı, birbirlerini caddelere bağlayan uzun, düz bir yolda yürüdüklerini mısralarına ekledi. Dostları ile nereye gidiyordu ki? Mucizevi bir diyarda kahramanlık gösterip, altın sarısı saçları olan, buğulu, yeşil gözlü bir prensesten kutsama ve ödül almaya mı? Aldatıcı olduğunu biliyordu; o çok sevdiği fantezi dünyasında kaybolup gitmeye yeterince uzaktı. Hem, tam bir hayal denemezdi buna. Şaşırtıcı derecede sıkıcı hayatının içinde dalgalanan, ağdalı, sıradan düşlerdi. Ama bu koku dikkatini iyice keskinleştirmişti, gazetesine her bakışında gördüğü haberlerle iyice şüpheci olmuştu. Son zamanlarda insanların çok fazla kazı yaptığına dair haberler yazılmıştı; insanların özel mülklerine ve arazilerine girerek resmen saman altından su yürütüyorlardı. Define avcıları da son birkaç yıldır aktif olarak görülmeye başlamıştı. Bunu tetikleyen özellikle bir sebep varmış gibiydi. İnsanların görgüsüzce ve korkmadan hanelere böylesine kolayca tecavüz etmelerinden bunları çıkartıyordu. Herhalde İngiltereyi medeniyetin beşiği olarak düşlüyorlardı. Oysa buralarda, Akkadlar, Sümerler, Babil, Hititler, Asurlar, Persler gibi kavimlerin kalıntıları yada varlıkları olduğu yoktu. Sadece ufak kuruntularla yola çıkan birkaç hayalperestin sınırları zorlamasından ibaretti.

TarotWhere stories live. Discover now