Tereddüt - Kısım -1

Start from the beginning
                                    

"Dün gelmişsin Gavenia," dedi. "Bu gün de epey bir erkenci geldin, gürültülü oldu."

"Onu da nereden çıkardınız?" dedi huysuzca Gavenia. "Hem burası ne halde böyle, kir, kan içinde."

"Dün akşam yemek yapmaya kalkıştım," dedi usta bir yalancılıkla. "E, ev sahibinden ne haber?"

"Gitti," dedi ayağa kalkarak. "Bir kaç gün önce bir bavul hazırlayıverdi, kardeşinin yanına, Berline gideceğini söyledi."

"Sadece bu kadar mı?"

"Bir de giderken uzun uzun tembihledi beni," diye söylendi geveze geveze. "O psişik haydut eve döndüğümde orayı boşaltmış olsun diye."

Lewis ev sahibinin etrafta olmadığını duyunca kendini iyi hissetti. Zaten ödemediği ne kadar vardı ki? Lanet adam! Kendi sıkıntılarına öylesine gömülmüş, dibe batmıştı ki, şu berbat dünyanın tuzaklarını unutuvermişti. Ama belki de duydukları şişirilmiş, kof, tumturaklı sözlerdi. Bunu göz ardı edemeyecek kadar akılsız bir kimse değildi.

"Bunları o mu söyledi?" diye sordu. "Yüzüme söylemesi daha cüretkar bir davranış olurdu doğrusu. Böyle korkutmalara zaman ayıracak olsaydım, çoktan sokakta kalırdım."

"Ben duyduklarımı söylerim, pekala dediklerimin birebir tıpkısını söyledi."

Bir kaç adımla ıslak döşemelerden yürüyüp geçti. Gavenia yüzüne öylesine hışımla bakıyordu ki, sorumsuz, umursamaz, rahatsız bir adam olduğunu düşünüyordu. Elindeki süpürgesini düşman kovalarmış gibi sallaması ondandı. Lewis de kadının bir an önce işini bitirip gitmesini kolluyordu, anlamsız bir şekilde bu kadına hiç ısınamamış, sevememiş veya ona karşı bir sempati besleyememişti. Karakterleri zıt iki insan olacak olsa, herhalde örnek gösterilebilecek en iyi deneklerden biri olurdu bu görüntü. Hizmetlinin işi bitene kadar üçken köşelere benzeyen duvarın dibine yaslanıp, gözlerini olası bir noktaya diken Lewis, bir cinayet mahaline şahit olmuş gibi, dün akşam ki kriz geçirdiği kan lekeli, şimdi daha temiz duran yere bakıyordu. Sırtını emanet ettiği duvarlar ise eskisinden daha fazla tiksinti uyandırıyordu içinde. Gavenia on dakika süren şatafatlı temizliğinin sonunda, büyük bir yükten kurtulmuş gibi, "Sonunda bitti," diyerek, dış kapının olduğu mevkiye özenle seçtiği adımlarla yürüyüp kapıyı zorlukla açtı. Bu sırada Lewis, "Tekrar gel lütfen," dedi. "Sabah kahvaltısını ben hazırlarım ama öğleden sonra yine gelmen gerek." Gavenia evin durumuna acımış olsa gerek, gözlerindeki sivri bakışı def etmiş, yerini merhamet yüklü saf duygularına teslim etmişti; en azından usulca başını sallaması bunu işaret ediyordu. Kadın çıkınca, Lewis de fırsattan istifade yemek hazırlamaya koyuldu. Dün ki kalitesiz yemeğe taş çıkaracak cinsten bir şeyler yapmak istemişti. Şöyle bir etrafına bakındı; yüz seksen derece dönmüş kadar oldu. O anlarda yerlerden yükselen bulaşık kokusuna benzer, burun sızlatıcı bir aroma hissetti genizinde... Sonra birden aklına bir şeyler gelmiş gibi işaret parmağını havaya kaldırarak, yaldızlı dolabın olduğu yere gitti. Parmak uçlarından destek alarak yere eğildi. Dolabın büyükçe bir çekmecesi bulunuyordu, o çekmecenin de üstünde kahverengi bir tokmak vardı; bir zamanlar kopmuş olduğundan, şimdi orada kocaman bir delik oluşmuştu. Çekmeceyi açtı. İçinde rengi değişmiş bozukluklar, zemberek tulumbası, maşa, çarklar ve yarısı yanmış kibrit parçaları vardı; bir de küçük bir kavanoz da muhafaza edilmiş, kavrulmuş, tatlı, temiz kahve çekirdekleri. "İşe yarar bu," dedi kendi kendine. Tekrar mutfağa döndüğünde, dün Gavenia'nın getirmiş olduğu kuru üzümlerle süslü biraz da bayatlamış tarçınlı keki kendisine ait olan başka bir tabakla kavuşturdu. Bunun yanı sıra kızarmış jambon hazırlamış, bozulmadığını düşündüğü bir kaç yumurtayı da pişirerek jambonun üstüne kırmıştı. Her şey hazır olduğunda bu krallara layık tabakla yatak odasına girince, ağır başlı duruşunu hiç bozmayarak koltuğuna kuruldu ve desensiz ince bir mendili boğazının altına yerleştirdi. Kurt gibi açtı. En ufak bir kırıntı bırakmayıncaya değin hepsini yedi. Kahvesini de camdan insanları izlerken keyifle yudumladı. Dashwan'ın da gözüne gözükmüyor oluşu da bu halini iyice destekliyordu. Şimdi haline daha dikkatli bakınca, dünden kalma kıyafetleriyle durduğunu hatırladı. Ama pek de kötü görünmüyordu, kırışıklık sadece sırt kısmında vardı; onu da ceket yardımıyla kamufle edebilirdi. Bir kaç dakikanın sonunda kahvesi bitmiş, küçük bir kitabı alıp beyin egzersizi yapmaya başlamıştı. Bu seferki diğerlerine göre farklıydı tabi. Krallardan ve diktatörlerden söz eden, aynı zamanda toplumsal sapmaları ve sapkınlıkları ele alan bir yapıttı. Söz konusu yapıtta birtakım değerleri paylaşan ve kişisel sıfatlar ve davranma şekillerine ilişkin belli bir toplumsal normlar bütününe riayet eden belirli gruplardan söz ediliyordu. Misali gelenekselleşmiş bir figür olan sapkınlar. Deliler, sokağın sarhoşu, koğuşun soytarısı hatta yatakhanede çalışan bir şişman, bu tür insanlardan her grupta sadece bir tane bulunması gerekirdi. Daha fazlası grup için yük olur ve dışlanırdı. Bir diğer misal ise diktatörler ve krallar adına. Kralların içi, dış aleme şartlar koşmaz. Bununla beraber, insansa hak severse, davranışı iyi ise; sadıksa, bütün bunları, yapması lazım olduğunu hissettiği için yapar. Kısaca bir kralın ilkesi şudur ki o her şeyi kendi için aramak zorunda olduğunu, başkasında aramamak gerektiğini bilir. Kitabın en can alıcı noktası burasıdır ki, diktatörler başkadırlar. Aslında bakılırsa onlar hiçte insaniyetli değildirler ama halkın bu durumdan şikayet etmesini, nefret etmesinden de korkarlar. Siyasi ve toplumsal bir kitap okumayalı ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu Lewis, ama oldukça meşgul etmişti kendini bu kitapla. Okumayı seviyordu. Özellikle tarihi fantastiklere karşı özel bir ilgisi vardı. O düşüncelere odaklanıp kendi iç dünyasına yeni bir ütopya sıkıştırıyor olmak, bedeninde yeni duygular hissetmesine yetecek kadar heyecan duymasını sağlıyordu. Ayrıca diğerlerinden farklı olarak, çılgınca, gerçek dışı, ağır saplantılarla da yaşadığının farkındaydı. Bir çok insan farklı nedenlerle kendi psikolojisine ilgi duyabiliyordu, insan ruhunu ve dolayısıyla kendini anlamaya, tanımaya yönelik araştırmalar, uğraşılar içinde de olabilirdi. İnsanlar için bu kuşkusuz yararlı ve değerli bir uğraştı. Ancak bilinmesi gereken bu uğraş var olan ruhsal sorunlarını tanımlamak ve çözümlerini üretmekle ilgiliyse bireysel çabalar yetersiz kalıyordu; hatta bazen yarar yerine zarar görmek bile söz konusu olabiliyordu. Lewis bunun çabasını, mücadelesini kendi içinde veriyordu. Bu duygular koltukta oturup rahatça anlatabileceği şeylerden biri değildi. Onun için bile para gerekti. "Güzel şeyler yoktur diye isyan ettiğim vakit," diye düşündü. "Kendi düşüncelerimin içinde kaybolan bir şeyler hissettim." Hissetti. O his büyük bir vurgundu. Kocaman bir ganimet idi ama ele avuca sığmaz da bir yüktü. Lewis gözlerini iyice açtı, tıpkı babasını anımsatan bir şekilde gözlerini duvara dikti. Bu hali de neydi böyle? Sözde bir şeylerin ucundan tutarak hummalı davrandığını düşünüyordu. Sesler, onlar boğuk geliyor ve midesi mi bulanıyordu? Sanki bir anda her şey daha net olmuş gibiydi. "Aptallık etmişim," dedi içindeki sese. "Hatalı olan ahlaki sistem beni de içine çekmiş meğersem." Saat on bir vakitlerine doğru üstüne ceketini giymiş, siyah bir kravat bağlayarak saçlarını düzeltmiş, tarot kartlarını dolaptan kaptığı gibi kendini kapı dışarı etmişti. Merdivenlerden yükselen o hiç eksik olmayan bodrum kokusu, şimdilerde resmen aklında türlü türlü teorilere saplanmasını sağlamıştı. Yeterince vakit ayıramadığı karakteri, elbette ki böyle sıkıntılar içine düşüyordu; yalnız kalmak, dışarıda insanların kahkahalarla gülmesini, gezmelerini, beraber eğlenmelerini izlemek falan... Ne kadar dayanmıştı ki? Tepkisi gayet adaletli ve anlaşılırdı! Biraz parası olsa, bir kahya, belki de yardımı dokunabilecek bir araba satın alabilir, koca şehirde iyice gezebilirdi. Ama bir yanı da bu sefil dünyayı yakından görmekle eline geçecek, diye soruydu kendine. Bencilce şeyler düşündüğünü kendisi de bildiğinden, merdivenleri normalden hızlı bir şekilde inmeye koyuldu. Alt katlardan gelen kundura sesleri, yankılanarak kulaklarına ulaşıyordu; bazen de tanımadığı bir takım kimseler yanından sıyrılıp geçerek, "Müsadenizle," diyordu. Bu insanlar dalkavukluk yaparak arkadan iş yürüten o temiz akrabalara benziyorlardı. Seslerden kaçan değilde, sese gelen türlerdi; diğerlerinden farkı olmayan zavallılardı. Sokakta kendini bulunca yağmurun melon şapkasına ciselediğini duydu. Kendini iyi hissettiği o nadir günlerinden biriydi bu. Yağmuru severdi; en çokta reçineli ağaçların altına oturup, kararmış, nemli duran topraktan yayılan kokuyu severdi. Soluklanır, kafasının rahatladığını duyumsardı. Bazen de beyninde çok çılgın fikirler dönerdi o anlarda. Misali bir katil; gerçek bir katil ile kasap arasındaki fark neydi? Veya planlar yaparak bir soygun girişimine giren hırsız ile, sadece öyle olması gerektiğini düşünerek, adam öldüren katil arasındaki fark neydi? Tek tür üzerine yorum getirmek değil de, sorunların tamamını bir araya getirerek, bir çırpıda incelemek gerekirdi. Tebessüm etti. "Bunu bay Zak'a anlatmalıyım," diye düşündü. "Onun hayvan öldürmek hakkında duyumsamak istediği hisleri bilmek bir cevap olabilir." Etrafına bakındı. Dikkat çekecek bir görüntü bulamayınca, kendini eskimiş bir ansiklopedi gibi yola vurdu. Kocaman evlerin arasından geçti. Dikkatini çeken ne zaman bir insan, eşya veya bir topluluk görse durup izledi. Bunlardan örnek verilecek en dikkat çekici olanları, ellerinin üstünde alev dövmesi olan bir kaç gençti, uzaktan bir süre onları izlemişti. Bir tanesi kaval kemiğine dayanan bol paçalı kırışık bir pantolon ve siyah kasket bir şapka takmaktaydı; güle oynaya çiğ düşen yağmuru selamlıyordu. Diğeri ise ayağının tekini duvara yaslamış, işçi önlüklerine benzer, yensiz, kapalı gri tonunda bir pardüsü takımı giymişti, yüzündeki kaslar arkadaşının o gülünç durumuna öylesine kapılıp gitmişti ki, bir yandan karnını tutarken diğer yandan da arkadaşının omuzuna durması için vuruyordu. Lavie gülünç bulmuştu bu durumu ama basit olduklarını da bildirmişti kendine. "Bundan ahmakça ne olabilir?" diye. Yürüdükçe daha kötü olanlarını görebileceğini nereden bilebilirdi ki? Admiral Duncan 'ın önünden geçerken bir kaç güvercinin kanat çırpışı ile önünden hızla bir şeyler geçti. Sonra Duncan'ın biraz ilerisine kadar gelince, bir kaç metre ilerde, yaşlıca bir adamın gür beyaz bıyıklarını burarak, önünde duran, iş başı yapmak için acele etmeye çalışan gencecik bir çocuğu ısrarla sıkıştırıp şaşaalı konuşmalar yaptığını duydu. Öte yandan karşısındaki genç adam, göğüsüne baskıladığı emektar şapkasını gittikçe daha çok sıkıyor, bu yersiz mukabeleye katılmayı inatla reddediyordu. Hemen yanlarından geçen iki genç bayan, ipek elbiseli, iki zıt görüntüydü; beyaz patiska mendillerine öylesine kapanmışlardı ki, mübalağa eteklerinin kirli zemine değmesine mani olamıyorlar, bir de üstüne korselerinden şikayet edip duruyorlardı ama gözleri de o terbiyesiz konuşan, büyükçe yaşına rağmen ahlaksızlık yapan yaşlı adama da sıyırıyordu. Bu insanlık dışı görüntü, o milyonlarca paraya bedel olan sanat eseri tablolara taş çıkartacak cinstendi. Gidip söylemeye dili varmıyordu Lewis'in, daha doğrusu o adamın yakınlarından dahi geçmek istemiyordu. "Bunun da sebebi başı boş bırakılmaktır elbet," dedi kendine kızarak. "Şu hale bak!" Söylediklerinden caymadı, adamdan en az iki metre uzaklıkla oradan geçip gitti. Bir saat su gibi akıp gitmişti ve yağmur iyiden iyiye kendini salıvermişti. Zak'ın pastırma dükkanı şimdi pek uzak sayılmazdı, kapısı tam önünde duruyordu ve hiç olmadığı kadar kalabalık olan bu berbat semte tekrar varmıştı.

TarotWhere stories live. Discover now