Hüküm - Kısım -2

Start from the beginning
                                    

Soho da oturuyordu. Westminster semtinin en özgür bölgesi olarak nitelendirilen yer. Tarihi kitaplarla ve rivayetlerle bölgenin eski durumu hakkında fikir sahibi olmak mümkündü. Eskiden çiftlik arazilerle dolu bir bölge olduğu bilinirdi. VIII. Henry'nin burayı kraliyet parkı ilan etmesiyle daha farklı bir bölge olmuştu tabi. Lewis'in tek bildiği; evvel zamanlarda buralarda aristokratların yaşadığıydı. Parsallere bölünmüş bölgelerin süslü varisleri... artık yoklardı! Onların yerine; göçmenler, aykırı hissedenler ve kendilerini ifade etmekte zorlanan insanlar kitlesi vardı; yine de çoğu Protestan Fransızdı. Hatta bölgede bir kiliseleri bile vardı. O kiliseyi unutmak mümkün değildi. Uzun, sivri uçlu üç kubbesi, turunç renkli tuğlaları ve sürgülü demirlerle kapanmış bir ön kapısı vardı. Oradan ne zaman geçse, gözlendiğini, hakkında konuşulduğunu veya planlar yapıldığını düşünürdü. Böyle düşünmesinin sebebi de belli zamanlarda uzun köşeli camlardan bakan, meymenetsiz, sarkık, aksi, şişko ihtiyarlar olurdu; resmen sıfatları bozuktu. Lewis dört katlı bir evin yanına kadar geldiğinde durup, şöyle bir etrafına bakındı; gizemli ve duru bakışlardı bunlar. Sıra sıra dizilmiş onca kararmış bina arasında, iki taraftan dar boğaz edilmiş, simetrisi bozuk, yıkılması bir ihtimal görünen, bu dört katlı evde yaşıyordu; dördüncü katta ki en bakımsız yerde. Binanın tam arka tarafında ise bir dönümlük küçük bir çimen bahçe bulunuyordu; sarmaşık halinde terasa uzanan kurumuş üzüm bağları ve kiraz ağaçlarının sık olduğu bir yerdi orası. "Bitkisel ceset yatakları," derdi oralara. Buradan sokağın en dingin, boş bulunduğu zamanlarda Thames nehrinin gürleyen sesi hayal meyal işitilirdi ama toz ve dumanda da eksik olmazdı. Sonuçta kirada kalıyordu. Resmen ayrı bir dertti! Her ay ödenmesi gereken kira parası yetmezmiş gibi, ev sahibinin ağız kokusu ve bunaltıcı tavrı tahammül edilir gibi değildi. Fare deliklerine tıkılmış hayvan muamelesi görmek hoşuna gitmese de en üst katta ki terastan şehrin yanıltıcı olmayan kirli kısmını boyuna görmek, ona aslında her şeyin ne denli kirli, yalan ve sahte olduğunu hatırlatıyordu; kendi kendine ironi yapmak da denilebilirdi.

Lewis, küçük adımlarla ilerleyerek kapıdan içeriye girdi. Kumanyanın hışırtısını bastırmak için resmen ayrı bir çaba sarf ediyordu; melon şapkası da halinden memnun değilmiş gibi, başında sağa-sola sarkıp dikkatini dağıtıyordu. Karanlığa boğulmuş olan merdivenler, sinik burun sızlatıcı bodrum kokusuna bulanmış, yukarı doğru ilerledikçe yanık kağıt küpürlerine benzer bir kokuyla yer değiştirmişti. Katlar yükseldikçe binanın içindeki konuşmalar, fısıltılar ve kurulu masaların sesleri de işitilebilir olmuştu. Tabi en üst katta ki kapının önüne kadar gelince, o sesler de bir anda kesilivermişti. Bu kapının ahşap hatlarına sıvalı duvarında, rastgele çiziktirilmiş çizgiler, imzalar, mesajlar bulunmaktaydı. "Sabahları daha anlamlı geliyor bu çizikler," diye düşündü. Sonra melon şapkasına öğretici bir ders vermek istercesine başından çıkarıp, hançer kemiğine bastırdı. Kapıyı açmak için yanında anahtar taşımıyordu; zira bu kapıya anahtar takıp çevirmek mümkün değildi. Tokmakla açılan, sertçe itilip kakılması gereken bozuk bir kapıydı. Lewis önce melon şapkasını yere bıraktı, sonra iki elini de tokmağa kavuşturdu ve iyice sıkıp ileri-geri itmeye başladı. Kiriş önce ağır tonlu kaba bir adamı taklit edercesine bağırdı; Lewis de sesi umursamayan cesur yürekli bir savaşçı gibi karşılık verdi. Bu sırada, "Açılma da göreyim," diyerek gözdağı veriyordu kendince. Emindi ki, kendi evine girmek için bunca zorluk çeken kimse yoktu. Böylesine sinirle kapıyı itince, kollarında bir güç patlaması olmuş gibi hissetmişti. Kapıda öylece boyun eğmiş açılmıştı... O anda biraz da olsa soluklanma fırsatı bulmuştu. İçeriye girip kapıya yaslanırken, ciddi bir galibiyet almış gibi tebessüm ediyordu. Gözleri de evin daracık koridorunda etrafı süzüyordu. Ev kapısı kadar sorunlu olmasa da ihtiyaçlarını giderebiliyordu. Girişte, hemen sağ da duran bir tuvalet odası, en ilerde ise mutfak girişi vardı. Bunun dışında, mutfakta bir de yatak odasına giden ayrı bir kapı bulunmaktaydı. Lewis, soluduğu hava düzelince birkaç kez öksürdü ve ağzını kapattı. Üstündeki ıvır zıvırları girişte ki yaldızlı dolabın üstüne bıraktı. Evde ki tek işe yarar şey olduğunu düşünürdü. Oranın üstünde küçük sönük bir şamdan vardı ki, neredeyse bitmek üzereydi. Onu aldı; cep astarından çıkardığı kibritle tutuşturdu ve mutfağa gitti. Orada çatlamış, dökülmüş duvarlara gözü takıldı. Çakılı çivilerin üstünde duran taslar, çanaklar resmen kirden batıyordu. Tahammül edemezdi böylesine yakında olan kire, pasa... Titiz de değildi oysaki; sadece küçük karmaşaların büyüyüp başına yığılmasından haz etmiyordu. "O kadın bir de ben hayır severim diye geçinir," diye söylendi. "Ne olurdu şunları da elden çıkarsaydı." Ceketini bir köşeye bıraktı, kirli olan yemek kaplarını, birkaç çatal ve kaşığı yıkadı. Tabi bunca işin ve gürültünün içinde yatak odasına ve beyninin en yavan bölgesine ağ örmüş bir örümceğin olduğunu unutmuştu. Geçmişte ölmüş bir insanın silüetini görüyor olması bu denli zorluydu işte. Onun o ince, kırılgan ve kısık sesini duyuyor olmak, o kadar aptalca geliyordu ki, tereddüte düşmesine sebep oluyordu. Sonuçta ismi Dashawn idi. Onun zamansız duyulan seslerini, aniden ortadan kaybolmasını falan umursamıyordu. Lavie birden elindekileri telaşla kenara kaldırdı; bu sırada, "Orada olmasan iyi olur," diyerek, yatak odasının kapısını araladı. İçeride demirden ve pamuklu şilteden yapılmış eski bir yatak vardı; o yatağın üstünde ise eskimiş bir çarşaf ve kemikleri sayılabilecek kadar zayıf, haysiz, renksiz, kuru bir adam bakıyordu; üzerinde, eskimiş krem rengi bir esvap parçası vardı. Dökülmeye yüz tutmuş, kese kağıdı duvarın, tam pencere köşesinde yatıyordu. Yatağın hemen yanı başında ise, gül kurusu renginde, çiçek desenli, yırtılmış bir koltuk duruyordu. Koltuğun hemen arkasında ise giysi dolabı görevi gören, tozlu, rutubet kokulu bir divan vardı. O dökülmüş duvarda süs niyetine asılı duran tek bir tablo vardı ki, yamulmuş, paslanmış ve eskimişti; kahverengi ve mavi tonlarının hakim olduğu, ögelerin belirsizleştirilerek çizildiği bir tabloydu; bahçeli bir ev ve başına fötr şapkaya benzer aksesuar takılmış bir adam resmedilmişti. Tabloda alt tarafta yakın planda, iki uzun yatay ve iki kısa dikey tahtadan oluşan bir çit mevcuttu. Dibinde su birikintisi gibi görünen, ama aslında siyah çizilen, anlamsız bir karamsarlık vardı. Diğer taraflar açık kahverengi toprak ve otlardan oluşan bir zeminle kaplıydı. Solda çitin kesildiği noktada ise alacalı uzunca bir ormanlık vardı.

TarotWhere stories live. Discover now