Gökten iki çocuk düşmüştü bizim masalda. Biri babamın biri "annem"in başına... Anne sütüyle değil de bebek mamasıyla yetişmiş bir çocuk olarak söylüyorum bunu, istisnasız her masalın bir sonu vardı. İyi ya da kötü... Genellikle kötü. Sindirellanın özel günü olduğu için ayaklarının şiştiğini ve ayakkabının ayağına uymadığını, sonsuza dek mutlu yaşayamadıklarını düşünün... Evet, işte öyle kötü.

"Tamam o zaman, ben odama gidiyorum." diyerek ayağa kalkmaya yeltendiğimde babam beni durdurdu.

"Başka bir şey daha var."

Koltuktan tahminime göre dört buçuk santimetre kaldırdığım popomu tekrar yerleştiredurayım; size bir açıklama yapmayı borç bilirim. Ben sosyopat değilim. Duygularım var. Üzülebiliyorum. Empati kurabiliyorum. Duygu konusunda bir sıkıntım yoktu da sadece tanımadığım bir insanın ölümüne nasıl üzülmem gerektiğini bilmiyordum. Adından başka hakkında hiçbir fikrim olmayan bir insan...

Söyleyin bana; bir ünlünün öldüğünü öğrendiğinizde ne kadar üzülürsünüz? Ne kadar süre? Ben size öyle bir durumda neler yapacağınızı ve muhtemelen daha önce neler yaptığınızı özet geçeyim. Televizyondan ya da sosyal medyadan ünlü birinin öldüğünü öğrendiğinizde önce şaşırırsınız. "Hadi ya, falanca ölmüş..." deyip bir süre yüzünüzü ekşitirsiniz, "cık cık"larsınız haberin vehameti karşısında ve "Mekanı cennet olsun." dersiniz gözleriniz ve/veya kulaklarınız haberin gerçekliğine alışınca. Ne kadar insan tarafından tanınsa da o falanca, ne kadar parası olsa da onun da öleceği gerçeğini hatırlarsınız. Belki yapılan yorumları okur, televizyonda onun anısına düzenlenen, hayatını anlatan bir programı izlersiniz. Sonra da unutursunuz.

Aslı benim için bir ünlü değildi. Aslı bana televizyonda gördüğümüz, dergilerde resimleri, röportajları olan, bir "Google" kadar yakın ve bir o kadar uzak olan o ünlülerden daha yabancıydı. Kalpsiz bir insan izlenimi vermek istemem ama kardeşinizin ve o falancaların size aynı derecede yabancı olması, ikiniz arasındaki mesafeyi daha da arttırıyordu.

Babamın ağzından döküleceklere hazırlanmam için verdiği sürenin sonuna gelmiştik. "Annenin yanına gidiyorsun."

Kafamı kaldırdım hafif, anlamaya çalışırken. "Cenazeye gidiyoruz." dememişti. "Bizim"le ilgili bir şey dememişti. Sadece benimle ilgili bir şey demişti ve "annemin yanı" olarak nitelendirdiği bu şeyden burnuma hoş kokular gelmiyordu.

"Sen gelmeyecek misin cenazeye?" Amacım onun amacını öğrenmekti ve dikkatle süzmeye başladım yüzünü. Sekiz yıldır her eve geldiğimde sadece bu adamı görüyordum ve ifadesini okumaya alışıktım ama o akşam... O akşam değil.

Sekiz yıl dedim; daha öncesinde "house party"lerden "house party"lere koşup, başka başka yüzleri gördüğüm için değil. On yaşımdan öncesini hatırlamadığım için.

"Geleceğim elbette ama demek istediğim o değildi. Sen orada kalacaksın."

Ses tonundaki ve gözlerindeki ciddiyet kalbimin hızlanmasına sebep oldu.

"Nasıl yani?"

İlk aşama; inkar.

"Bundan sonra annenle birlikte kalacaksın."

Bu kadar kesin ve netti yani?

"Hep?" Kaşlarım şok içinde yukarı kalktı.

"Evet."

"Sonsuza kadar?" İnkar aşamasını atlatmak zor oldu tabi.

Bu sefer sadece kafasını salladı. Bu haber karşısında sorduğum ikinci soruya ikinci bir "evet"i bile çok görmüştü beyefendi. Yalnız kafasıyla kısaca onaylamadan önce yüzünde anlık bir ifade belirmişti. Kaşları hüzünlü bir şekilde yukarı kıvrılmış, kafası çok hafif yana yatmıştı. Bu hüzünlü ifade benden sonsuza kadar ayrılma düşüncesine miydi, o an kestiremedim.

HUZURWhere stories live. Discover now