°Vingt un

1.8K 197 58
                                    

Alarmımın tam anlamıyla beyin ütüleyici iğrenç sesiyle gözlerimi sinirli bir şekilde açıp, hayata ve tüm insanlığa küfür edecekken alarmı kurma sebebimin aklıma düşmesi beni saniyelik bir zaman diliminde Polyanna'ya çevirdi diyebilirim. Bu gün benim Jongin ile buluşacağım gün. Kim mükemmel Jongin ile. İçimden kopan sevinç nidaları eşliğinde ve yüzümde kocaman aptal bir sırıtma ile banyoya koşup anadan doğma bir şekilde duşa atyorum kendimi. Duş için yarım saat ayırmıştım ve kalan zamanımda hafif bir kahvaltı -kahvaltının hafif olması önemli çünkü Jongin'in yanındayken mide bulantısı, gaz gibi sıkıntılar çekmek istemiyorum- ve giyinme, süslenme, buluşma yerine ulaşım şeklinde bir plan çizmiştim aksilik çıkmaması için dün akşam. Ve şu an bu planın aksamaması için 8.15'te duştan çıkmam gerekiyor. Yani 15 dakikam kaldı.

Güzel kokular eşliğinde duştan çıkarken son derece hafiflemiş ancak aç hissediyorum. Krem rengi bornozumun kemerine düğüm atarak rahat adım atabilmeyi sağladıktan sonra, odamın pencerelerini açıp elimdeki küçük havluyla ıslak saçlarımı kurulayarak mutfağa doğru ilerliyorum. Kızarmış ekmek makinesinin fişini pirize takıp, iki tane tost ekmeğini makineye koyup çalıştırdıktan sonra, portakal suyu mu kahve mi ikileminin ortasına düşmekten alıkoyamıyorum kendimi ancak, üşengeçliğin getirdiği bir 'amaan, kahve de bekleyiversin canım' düşüncesiyle buzdolabındaki portakal suyu kutusunu çıkarıp masaya koyuyorum. Beraberinde böğürtlen reçeli ve kaymağı da masaya koyup ekmeklerin kızarmasını beklerken bir ıslık kaçıyor dudaklarımın arasından.

Keyifli bir şekilde çıkan ekmekleri düz tabaklara bırakıp birinin üzerine kaymağı ve reçeli sürdükten sonra, çıtır çıtır görünen ekmeği yaklaşık 5 dakikalık bir sürede bitiriyor ve portakal suyunu yarılıyorum. Fazlasıyla lezzetli görünen diğer bir dilim ekmeğe hüzün dolu gözlerle bakarken, midemin 'Amma da yedin be! Bak içimde ki her şeyi akciğerine yollarsam görürsün ekmeği.' şeklinde ki tehditkâr bulanışlarını görmezden gelmiyor ve kahvaltı seansını bitiriyorum.

Mutfak lavabosunda, bulaşık deterjanı ile ellerimi yıkadıktan sonra -bu yemekten sonra banyoya gitmeye üşendiğim için sıkça gerçekleştirdiğim bir eylemdir- ıslak ellerimi bornozuma sürterek odama doğru ilerliyorum tekrar. Dün geceden hazırladığım kombinimi -kombinim yırtık dar bir siyah kot, beyaz bir Avenged Sevenfold tişörtü ve asker yeşili armalı bir ceketten oluşuyor- bornozumu çıkarıp teker giymeye başlıyorum ve son olarak bir çorap geçirdikten sonra -eh, tabii ayrıntı vermedim diye don giymeyi unuttuğumu sanmayın- aynanın karşısına geçip saçlarımla uzun bir bakışmanın ortasında buluyorum kendimi. Tarağı elime alıp, kabarık olan siyah saçlarımı şekillendirmeye çalışıyorum ancak sanırım bu gün kötü saç günüm. Çareyi fön makinemde bulup masanın üzerinde bulunan makinenin fişini, aynanın hemen yanındaki pirize takıp çalıştırıyor ve fırçayı da elime alarak profesyonel kuaförleri taklit edip saçlarımı düzleştirmeye koyuluyorum. Yaklaşık 10 dakika sonra saçlarım düzgün bir şekile girdiğinde bir oh çekip makyaja başlıyorum. Her zaman ki kapatıcı ve göz kaleminden oluşan basit makyajımı da naneli dudak kremimle tamamlayıp, okyanus kokusu taşıyan parfümümü de sıkıyorum ve hazırım. Kapıya doğru ilerliyorum ve metalci dönemimden kalan siyah postallarımı ayağıma geçiriyorum.

Ah, tabii ya!

Resmi unuttum. Odama geri koşup yaklaşık bir metre boyutundaki tuvalimi alıyorum ve kapıyı kapatıp kendimi Jongin'in kollarına doğru azat ediyorum.

Bahçenin arkasına dolaşıp otoparka doğru ilerliyor ve arabamın kilidini açıyorum.

Merhaba bebeğim.

Audime göz kırptıktan sonra, arka koltuğuna tuvali yerleştiriyorum ve kendimi ön koltuğa atarak yola çıkıyorum. Yaklaşık yarım saat süren bir yolculuğun sonrasında, sinemanın olduğu binanın otoparkına arabamı bırakıyor ve arabadan inerek binaya ilerliyorum. Heyecanım giderek artarken sinemanın alt katında bulunan kahveciye girip, sabah yapmaya üşendiğim beyaz çikolatalı mocha siparişini verip en uygun masaya doğru geçiyorum. Saatime baktığımda henüz 10.30 olduğunu görüyorum. Bu da buluşma saatine yarım saat kaldığını gösteriyor. Tırnaklarımı melodik bir şekilde cam masaya vururken kahvemin köpüğünden bir yudum alıyor ve başımı cama çeviriyorum.

Tanrım, Jongin.. Seni sadece bir kez fotoğrafta gördüm ve şu an senin için çıldırır vaziyetteyim. Nasıl bu hale getirebildin beni tanrı aşkına? Nasıl bu kadar güzel olabilirsin? Bir kaç dakika sonra seni görecek olmanın düşüncesi bile kalbime vals yaptırıyor. Gözlerimin kenarları yanıyor ve içimde heyecan kadar kuşku da var. Sonuçta sana güvenmemeliyim. Beni kaçırıp organlarımı satabilirsin ama kimin umrunda? Bunu yaparken bile son derece güzel görüneceğine eminim.

Mochanın tadı damağımı coşturmaya devam ederken bunun tek gitmediğini fark ediyor ve garsonu yanıma çağırıp mozaik kek siparişi veriyorum. Yaklaşık beş dakika içinde siparişim geliyor ve ben içimde ki heyecan ve 'aman o gelmeden bitireyim' kuşkusu ile bir dilim olan kekimi orta hızla bitiriyor ve kahveminde son yudumlarını alıyorum. Masadakilerin boş olduğunu gören görevli önümden bardağı ve tabağı kaldırıp güler yüzüyle "Afiyet olsun" diyerek yanımdan gidiyor ve bende damağımdaki tatlı şölenin etkisiyle sakinleşmiş hissediyorum.

Telefonumu masanın üstüne koyup, 'Jongin'e mesaj atsam mı?' düşüncesine girmeden önce görüş açımın uçlarında bir kıpırdanma hissediyor ve başımı kaldırıyorum. İşte oradasın. Tanrım.. Kutsal Zeus.. Sezar.. Yüce İsa.. Bunu hanginiz yarattıysanız beni ateşinizde yakın! O mükemmel vücut, özenle çizilmiş gibi görünen yüz hatları ve.. "Hey, Jongin!" kendi düşüncelerimin sözünü kendim kesiyor ve ağzımın suyu aktı mı diye telefonumun ekranından çaktırmadan kontrol ediyorum. Sesimi duyan Jongin yanıma geliyor ve ben de ayaklanıyorum. Yüzüne oturmuş gülümsemeyle müthiş görünüyorsun Jongin.

"Kyungsoo?"

"Evet, Jongin. Benim. Hoş geldin." Diyor ve elimi öne doğru uzatıp yüzüme bir tebessüm yerleştiriyorum.

Bakışları bir müddet üzerimde geziniyor ve elimi sıkıyor. Ellerin çok sıcak Jongin. Bana temmuz sıcağını hatırlatıyor. Aynı gülümsemeyle ikimizde oturuyoruz ve yanından geçen garsona sıcak çikolata siparişi veriyor. Demek çikolatayı seviyorsun. Bunu unutmayacağım. Ellerini masada birleştirip öne eğiliyor ve gözlerini benimkilere sabitleyerek ölmek istememe neden oluyor.

"Çok güzelmişsin."

Bu kadar açık sözlü olmanı beklemiyordum Jongin. Ama şu an nasıl göründüğünü bilseydin.. Resmen retinama iltifat ediyorsun.

"Teşekkür ederim, sen de iyi görünüyorsun."

İltifatımdan sonra gülümsemen genişliyor ve rahatlıyorsun.

"Teşekkür ederim."

O sırada siparişi masaya geliyor ve bardağı eline alırken tekrar benimle göz göze geliyor. Ve ben tıpkı o dudaklarının arasındaki çikolata gibi eriyecek kıvama geliyorum.

"Ee, neler yapıyorsun?"

"Hiç, kendimi sana nasıl anlattıysam öyleyim. Monoton bir hayatım var ve anlatacak hiç bir şeyim yok. Ya sen, sen neler yapıyorsun?"

"Ben de aynı şekilde."

Gözleri bir süre gözlerimde takılı kalıyor. O an o gözlerden bir çok duygu aktığını görüyorum. Sanki özlemiş, yalnız, hüzünlü birinin bakışlarını çağrıştırıyor bana. O sırada vücudumdan bir şok dalgası geçirecek cümleyi sarf ediyor.

"Seni son gördüğümden bu yana saçların uzamış ve kilo almışsın. Sanırım kendine iyi bakıyorsun."

//

Dırırırım. Yorumlarınızı bekliyorum gençler. Euehueheue. Sizce birbirlerini nerden tanıyorlar? Yoksa tanımıyorlar da yazar kafayı mı yedi? İlgilinizi yorumlarda görmek istiyorummm.

la vie en roseWhere stories live. Discover now