BÖLÜM 10

2.9K 435 164
                                    




Cep telefonları; son yıllarda teknolojinin, insanlar arasında hızla yaydığı salgın gibiydi. Artık hemen hemen herkesin elinde bir tane vardı. İhtiyaç mı lüks mü hala karar veremediğim benimki de yatağın yanındaki komodinin üstünde, küçük ölçekli bir deprem meydana getiriyordu. Bu gürültüye bir son vermezsem, Mozart'ın kırkıncı senfonisinden nefret edecektim. Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu ve günün hangi saatinde uyandığımı anlayamadım.

Kızıl karanlık odanın içinde dans ederken, güneş doğuyor mu yoksa batıyor mu emin olamadım. Oda evet oda... Oteldeydim. Basit ihtiyaçlar için koyulmuş eşyaların karaltıları gözümün önünde belirince anladım.

Burayı bulmak için çok uğraşmıştım.

Boynuma kadar çektiğim nevresimden mis gibi deterjan kokusu geliyordu. "Kesinlikle temiz" diyerek gülümsedim. Kolumu sağ tarafa uzatıp telefonu aldım. Numaraya bakıp kim olduğunu anlamaya çalıştım. Ve bir taraftan telefon elimdeyken "iyi ki bir kaç sene evvel parmak kalınlığındaki antenlerden kurtulmuşuz" diye düşünüp, yapanı tebrik ettim.

Arayan, gideceğim köyün muhtarıydı. Bu adamla üçüncü konuşmamız olmasına rağmen, hala sesimi duyduğunda yaşadığı şaşkınlığı hissettiriyordu. Kesinlikle genç birini beklemediğine emindim.

Ama yine de dört gözle beni bekliyor olmalıydı. Tabii ya! Pazartesi gününe kadar gelemeyeceğimi bildirmemiştim. Bu arada akşam olduğunu idrak edebilmek için saate bakmaya gerek kalmamıştı. Çünkü muhtar, sabahın köründe arayacak değildi muhakkak.

Bir iki kez aramış fakat duymamışım. Israrla davet etti. Ayıp oldu adama. En iyisi pazartesini beklemeden yarın otelden ayrılmaktı.

Evet, en doğrusu buydu. Yoksa burada kaldığım sürece başıma daha ne tür kazalar gelecek kestiremiyordum. Bu kadar tesadüf olamazdı. Önce bankamatikte sonra markette...

Hele birde yemek için girdiğim lokantada... Figen ve Ekrem'i gördüğüm gece yaptığım gibi kapıyı açar açmaz arkamı dönüp çıktım. Üç kişiydiler. Karşısında bir kız ve kızın yanında oturan at hırsızı bir oğlan... Hararetli hararetli konuşuyorlardı. Yarı resmi göründüklerinden, sanırım sadece arkadaşlardı.

"Bana neyse artık!"

En sevdiğim pantolonumu konserve suyuyla mahvetmişti. Allah'tan otelin kuru temizlemecisi vardı ve sorunumu çözeceklerdi.

Lokantadan çıktıktan sonra otelleri dolaşıp, titizlikle eleyerek burada karar kılmıştım. Sıcak ve rahatlatıcı bir duş alıp, bedenimi özlemle yatağın yumuşaklığına bıraktım ve uykuya teslim oldum.

Akşam yemekten sonra biraz televizyon izleyip yeniden uyudum.

Sabah saat dokuz civarında kahvaltımı bitirip hesabı kapattım. Pantolonum teslim edildi. Köye giden yolun detaylı tarifini de alıp çıktım.

Lobideki çocuğun dediği gibi kırk dakikada köye ulaştım.

Köy uzaktan Bob Ross'un tablolarını andırıyordu. Sakin, huzurlu ve güzel.

Bir arabanın ancak sığdığı, dar stabilize ve köyü ortadan dörde bölen bir kavşağa gelip köşede durdum. Birilerine muhtarın evini sormam gerekiyordu. Bunun için aramak istemiyordum. Sola giden yolun karşı tarafında bahçeli iki ev arasında, beş metrelik minyatür minaresiyle çağla yeşiline boyanmış sevimli bir cami vardı. Belki orada birilerini bulabilirdim.

Bir sigara yakıp kontağı kapattım, sol taraftaki manzarayı izledim. Pazar günü olduğundan mıdır bilmem ama fazla sakindi. Baktığım yönde bir ihtiyarın bu tarafa doğru geldiğini gördüm.

Aramızda elli metre ya var ya yoktu. Başında yeşil beyaz örgü takke ve üzerinde yılların eskitemediği kaşe bir kaban vardı. Bir elini kabanının sol tarafına sokup saklanmış olduğu belli, uzun bir şey çıkardı. Öylece ihtiyarı izliyordum ve o da ne! Sigaranın dumanı olduğu gibi içimde kaldı, boğazım yanarak üst üste öksürdüm.

Elinde, tek kırma yivsiz bir av tüfeği..."Allah! Allah!" dedim. Dede, sabahın bu saatinde köyün orta yerinde ava mı çıkmış nedir? Yaşına göre fazla hızlı yürüyor ve telaşlı görünüyordu. Arabanın içinde meraktan çatlayacaktım bir saniye bile gözümü alamadım.

Yaşlı adam, aradaki mesafeyi hızla kapatırken, tek bir noktaya odaklanıyordu, bir şeyi takip ediyordu sanki. Keklik sürüsü değildi herhalde?

Ön cama doğru biraz yaklaşıp sağ tarafa bakmak sonradan aklıma gelmişti.

Fakat bu... Bu... Olamaz... Hayır! Hayır! Yani imkansız... Mümkün değil!

Uzun boylu, zayıf, güneşin ışıklarıyla gökyüzü gibi parlayan turkuaz rengi mont giymiş bir kız! Arkasında olan bitenden habersiz...

"AL" KİTAP OLDUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin