BÖLÜM 2

7.3K 632 273
                                    

   


   Temmuz/1950

  2 ay önce;

  Öğle sıcağı iyice bastırdığında, alnından akan ter damlaları kızarmış yanaklarına doğru beyaz tuzlu yollar oluşturmuştu Hamit'in. Günün ilk ışıklarından beri dur durak bilmeden sabanı çeken öküzleri ziyadesiyle yorulmuş, hızlı ve gürültülü soluyarak bir adım daha atmamak için direniyorlardı. Hamit sabanın kolunu bıraktı, alnını sildi ve hayvanlara yanaşıp tek tek enselerini okşadı. Gözlerinde şükran ve şefkat parıldadı, eli nemli tüylerde gidip gelirken.

  Hayvanları tarlanın ortasındaki palamut ağacının yanına sürükledi. Gölgesi yok denecek kadar kısalsa da, biraz olsun nefeslenmeye yeterdi. Yemlerini ve sularını önlerine bırakıp bir elini alnına siper etti, diğeriyle de belinden tutup etrafına bakındı. "Çok emek verdim ama değdi, Allah pişman etmesin."

  Üç bacının ağabeyiydi Hamit, anasının babasının can yongası, umuduydu. Bacılarından büyük olanı, geçen yaz kendi düğününden üç ay önce telli duvaklı gelin çıkmıştı baba ocağından. Yerini doldurmasa da karısı Sündüs, bacısının yokluğunu aratmamıştı ana babasına. Sündüs gelince aklına yüreği daha bir hızlandı Hamit'in; ceylan gözleri, al yanakları ve içinde canının bir parçasını taşıdığı şişmiş karnı geçti gözünün önünden. Önceleri karısının güzel gözlerinin özlemiyle gün akşam olsa diye beklerken şimdi karnının içindeki minik kıpırtıya dokunup hissetmek isteği, özlemini iki katına çıkarmıştı.

  Yıllardır boş duran kıraç, taşlı tarla artık ıslah edilmiş ve bereketli tanelerle doldurulmaya hazır hale gelmişti. "İyi ki babamı dinlemişim, ne de olsa eskidir, toprağın dilinden anlıyor. Bir de şu illetten kurtulup dimdik dursa başımızda." dedi kendi kendine. İki aydır müzmin öksürük ve sıtma nöbetleri yakasını bırakmamıştı babasının. Bir gün ateşten zafiyet geçirince Hamit onu sırtlayıp kasabaya giden minibüse atlamış ve hastaneye götürmüştü. Doktor zatürre demiş, bir ton ilaçla yollamıştı. İyi bakım ve istirahatle ilaçlarını da düzenli kullanırsa toparlanabileceğini söylemişti.

  Tarla ve evin yükü Hamit'i biraz zorlamışsa da buna değerdi çünkü yakında aralarına minik bir boğaz daha katılacaktı.

  Yürek çarpıntısı ta uzaklardan kulağına ulaşan, Uşşak makamı öğle ezanı ile bir nebze düzene girdi. Babası "Namaz vakti girince ezan ruhunu titretmeli bedenin," derdi. Haklıydı çok uzaktan bile olsa Hamit'in ruhu sarsıldı.

  Çorak tarlanın aşağısında kıvrılan, kurudu kuruyacak dereye doğru yürüdü. Abdest almak ve biraz serinlemek istedi.

  Yaklaştığında diğer tarafta bir şey gördü. Bir insandı evet... Hareketsiz yatıyordu. Hiç düşünmeden paçalarını sıvadı ve dereye girdi. Temmuz sıcağında uzun zamandır yağış olmadığı için su ancak dizlerine kadar geliyordu. Yine de akıntı hızlıydı yatağının içinde, yaklaşık bir metre genişliğe düşmesine rağmen yürümekte zorlandı Hamit.

  Üzeri siyah bir örtü ile örtülmüştü, hiçbir yeri görülmese de kadın olduğu anlaşılıyordu. Biraz çekinerek örtünün altındaki kıvrımlarını inceleyip omzu olduğunu düşündüğü yumru kısmı yavaşça dürttü. Yaşadığını örtünün zayıfça iniş kalkışlarından anlamıştı.

  "Hangi kadın bir başına ıssız tarlanın ortasında yatar ki? Bunda bir iş var," diyerek daha sert dürttü. Olmadı. Bir kez daha... Bir kez daha... Uyku değildi bu, başına bir hal gelmiş diye düşünüp bir çırpıda kafasının üstünden çekti örtüyü.

  Hamit bir karış açılmış ağzını kapatmaya uğraşarak diz çöktü kadının yanına. Daha önce hiç görmediği türdendi yüzünü örten kıpkırmızı saçları. Dikkatinin dağılmasına izin vermeden usulca seslendi: "Bacım, benden korkmayasın... İyi misin?"

  Kadın kırılacakmış gibi yavaşça yüzünü döndü Hamit'e; karmakarışık, uzun, dalgalı, kırmızı saçları yüzünü kapatmıştı. Güçlükle nefes alarak "Ne... Nerede... Neredeyim?" diye sordu.

  "Seni burada buldum. Hasta mısın yoksa başına bir hal mi geldi?"

  Hamit'i bu soruları sormaya yüreklendiren, gözlerini başından yüzüne oradan da boynuna kaydırdığında fark ettiği süt beyaz teniydi. "Zavallı nasıl bu hale gelmiş? Bu nasıl saç rengi böyle?" diye bir yandan da kendi kendine cevaplayamadığı sorular soruyordu.

  Kadının boynundan aşağı kayan gözleri, üzerinde pelerin olduğunu zannettiği örtünün altındaki kırmızı kadife elbiseye takıldı. Doğduğu büyüdüğü topraklarda hiçbir kadının üzerinde eski zamanlara aitmiş gibi duran ve böylesine güzel kumaştan dikilmiş bir elbise görmemişti. Yalnız gördüğü başka bir şey daha vardı, bakışları kilitlenince elbiseden fazla ilgisini çekti. Yakasında eski paslı ve köprücük kemiğinin hemen altında tutturulmuş bir çatal iğne...

  Hareketlenmeye başlayınca kadın elini iğnenin olduğu yere götürdü fakat hançer saplanmış gibi acı ile titredi eli. Dokunmaya hatta bakmaya bile korkmuştu. İşaret parmağıyla Hamit'e iğneyi gösterdi. Hamit biraz şaşkınlıktan sonra gördü ellerini. Uzun ince bakımlı parmaklarının sıralandığı eller tıpkı yüzü ve boynu gibi bembeyazdı. Aceleyle iğneyi çıkarmaya yeltendi.

  Paslanmış bile olsa bir çatal iğneyi çıkarmak bu kadar zor olmamalı diye düşünürken birden dehşete düştü. İğne kadının beyaz nazik derisine batırılmıştı. Hamit'in her hareketiyle acı içinde inledi kadın.

  Kıvranan kadının canını daha fazla acıtmamak için olağanüstü çaba sarf eden Hamit sonunda başardı. İğne kanla ıslanmıştı. Elbise kırmızı ve kapalı olduğundan vücudunda ne kadar hasar bıraktığını göremiyordu, bakmak da istemiyordu.

  Acısı dinen kadın üst üste birkaç kez derin nefes alıp kendinden geçti. Hamit defalarca seslense de duymadı. Kim bilir başına neler gelmişti, burada bırakması da doğru değildi. Sonunda kararını verdi ve kadını kaldırıp kucağına aldı.









"AL" KİTAP OLDUWhere stories live. Discover now