BÖLÜM 5

3.6K 473 177
                                    

   

  Görevlendirme bittikten sonra iki defa Neslihan ile köy aşıları için bir araya geldik. Bugün, planladığımız şekilde ikinci tur aşılamaları bitirdik. Ekibimiz çalışkan ve eğlenceli insanlardan oluşmuştu: Bizimle aynı zamanda başlayan doktorumuz, sağlık memuru arkadaş Volkan, Neslihan ben ve temiz kalpli tonton şoförümüz.

Eğlenerek çalışıp günü bitirmek ne kadar keyifliyse, yalnızlığın ağır atmosferinde cılız ışık altında oturmak o kadar keyifsizdi.

Annemle konuşurken bir an önce telefonu kapatmak istememin sebebi de kapatamamaktan duyduğum korkuydu. Ve mutlaka annem iki cümle sonra göz pınarlarında sakladığı damlalara hâkim olamayacaktı. Yine iş babama düşecek, adamcağız ikimizi birden yatıştırmakla uğraşacaktı. Beni ne kadar mutlu ve rahat bilirlerse hepimiz için o kadar iyiydi.

Çaydanlıktan yayılan buharla salon istemediğim kadar ısınmıştı. Kalktım, ince belli bardağımı demini almış çayla doldurdum. Galiba en iyi yaptığım şey çay demlemekti ev ortamında. Ha, bir de soba yakma konusunda ustalaştım. O ilk zamanlar neydi öyle?

Hava birkaç gündür hissedilir derecede ılımaya başladığı için odun yakmak yetiyordu. Köylüler geçen ayın başlarında "Cemre toprağa düştükten sonra artık kış bitmiş sayılır." demişlerdi.

Haklıydılar, kısa süre sonra meyve ağaçlarının çoğu çiçeklendi.

"Nisan gelince burası cennet olur" demişti Hüsnü Amca. Çünkü herkes portakal çiçeklerini beklermiş. Mart bitmek üzereydi ve ben de sabırsızlıkla bekliyordum.

Çocukken annem ve babam da "Cemre düşmüş; havayadüşmüş, yakındasuya da düşer," diye iklim değişikliklerini tahmin edip yorum yaparlardı.Ben de hayalimde canlandırmaya çalışırdım.Cemrenin küçük bir böcek,hatta ateş böceği gibiolduğunu, belirli aralıklarla gökten gönderilip minicik bir kuyruklu yıldızgibi havada uçtuğunu, sonra başı dönüp suya düştüğünü,boğulmak üzereykende can havliyle toprağa düşüp öldüğünü düşünüp üzülürdüm. Neyse ki öyle değilmiş. "Oh,"dedim, çayımdan höpürdeterek bir yudum alırken. İşte keyif buydu. Pencerekenarında oturmaya karar verip tekli koltuğu cama yaklaştırdım, bardağımı küpeşteye bıraktım. İçerideki ısıdancamlar tamamen buğulanmıştı, elimle daireler çizerekbuğuyu sildim. Yağmur yağıyordu. Sarı sokak lambası ışığında gökten Şeffaf ipler gibi inen yağmuru izlemek ve melodik şırıltısını dinlemek beni her şeyden uzaklaştırdı. Kendimden bile o kadar uzaklaştım ki sonunda "Ben kimim? Burası neresi? Benim burada ne işim var?" çıkmazına dayandım. Her gün camdan izlediğim, dışarıda önünden gelip geçtiğim manzara bir an da yabancı olup üstüme üstüme geldi.

Köyü ve sakinlerini sevmedim değil, hemen hemen hepsi çok cana yakın ve gerçekten iyi niyetli insanlardı. Beni de hemen kabullenip bağırlarına basmışlardı. Bunca iyi insan içinde belki nankörlük ediyordum ama yüksek dozda aldığım huzur başımı döndürüyordu. Arkadaşlarımla geçirdiğim hareketli günlere duyduğum özlem gün geçtikçe artıyordu.

Okuldaki ağır derslerden ve yorucu staj günlerinden sonra pert olsak bile gezer tozar, eğlenirdik. Hafta sonları alışverişe çıkar, ne bileyim sinemaya giderdik. "...Hiç olmazsa ve ah ah!"

Oturduğum koltuğa iyice yayılmış, şakır şakır yağan yağmuru izlerken şehir ışıklarını düşledim. Deniz kokusunu, vapur seslerini, yaygaracı martıları kısacası her şeyi özlemiştim. İstanbul'un günün farklı saatlerinde bazen acı, bazen neşeli görünen silueti gözlerimin önünden silinmiyordu.

Öylesine derinlere dalmıştım ki pencerenin önünde beliren karartıyı görünce, elim ayağım titremeye başladı. Yaklaşıp demirlerin arasından, zayıf kemikli elleriyle camı tıklattı. Küçük bir çocuk eliydi bu... O minicik ellerin dış kapıyı yumruklamasını bile duymamıştım. Zavallıcık! Sicim gibi yağmur altında, soğuk ve karanlıkta hangi sebepten gelmişti acaba?

Kendi kendime "Al sana hareket," dedim.

Cama eğilip, arka taraftan dolaşarak kapıyagelmesini işaret ettim. Kendi kapımınkilidini açtım velojmanla sağlık evi bölümü arasındakiantreye geldim. Elimde tuttuğum anahtar tomarı içinden enbüyüğünü bulup, dış kapıyı da açtım.

Boyu belime kadar gelmeyen küçük kız; üzerine giydiği monta rağmen sudan çıkmış kedi yavrusu gibi karşımda bitti. Elleri dizinde hızlı hızlı nefes alıp verirken, çenesinden gelen takırtılar boş antrede yankılandı. Uzanıp elini tuttum. Kuru ağaç dallarını andıran soğuk parmakları avucumun içinde kayboldu.

Hiç vakit kaybetmeden salona götürüp sobanın yanına oturttum. Yüzü bana ulaşmış olmanın verdiği hisle aydınlandı. Kendine gelmesi ve ısınması için beş dakika bekledim, süre bitince merakla sordum:

"Melek, bu havada ne işin var senin dışarıda? Hem de bu saatte?"

Görevlendirme sürecindeyken üçüncü doğumunu yapan Gülistan'ın büyük kızıydı Melek. Benden beş altı ev ötede oturuyorlardı. Beş altı dediysem, öyle yakın değildi. Köyde her hane kendine münhasır büyük bahçe içerisindeydi.

Banyodan getirdiğim havlu ile saçlarını sararken sorumun cevabını bekledim: "Melek iyi misin şimdi? Hadi anlat bakalım."

Artık ısınmıştı. Yanaklarındaki kılcal damarlar belirginleşmiş, sevimli kızarıklıklar oluşturmuştu. Yüzünde bir çift siyah zeytini andıran gözleri buğulandı, dokunsam ağlayacaktı.

"AL" KİTAP OLDUWhere stories live. Discover now