Bölüm 18

677 32 4
                                    

Devenin adımları Zülzine'ye kocaman bir salıncaktaymış hissi veriyordu. Daha ne kadar devam edeceklerini bilmiyordu. Şehir insanıydı o. Yolculuğun sarsıntısı onu hırpalamış ve oldukça yormuştu. Göz kapaklarına iki dev gelip çökmüş gibi kendi kendilerine kapanıyorlardı. Başını mahfenin direğine yaslayıp uykunun tatlı kollarına bıraktı kendini.

Gece boyu yol aldılar. Zülzine bu beş erkeğin bilmediği dildeki konuşmalarına uyandı ara ara. Gece nihayete erip ufuk çizgisi aydınlanmaya başladığında gözlerini açtı. Kollarını ve bacaklarını uzatıp uzun uzun gerindi. Mahfenin kalın kumaşının kenarını aralayıp dışarı baktı. Hâlâ yoldaydılar. Tüm gece yol almışlardı anlaşılan. Çevresine bakındı. Kumlar azalmış, kayalıklı bir bölgeye gelmişlerdi.

Taş çölü... Yerlerde iri, keskin kayalar vardı. Rüzgâr bazı yerlerde iri kayaları alıp götürmüş, hiçbir şey bırakmamıştı. Doğan güneşle düzlükler de parlamaya başladı. Hammamet'in büyük camiinin cilalı ahşap kapıları gibi ışıldıyordu zemin. Gözleri kamaştı. Mahfenin kumaşını kapatırken Amir'in kendisine kenetlenen gözlerini gördü.

Uyandığını gören adam, yanına yaklaştırdı devesini.

"Sabahın hayrolsun Zülzine'm."

Zülzine uyandığı için gözlerinin içi gülüyordu. Yüzü kapalıydı, ama siyah örtünün arasından gözleri parlıyordu. Aksi bir sesle mırıldandı.

"Senin de..."

"Rahat ettin mi dün gece? Yolculuğa alışkın değilsindir."

"Ömrümün en kötü uykusuydu. Her yanım tutulmuş. Senin yüzünden rahat yatağımdan oldum."

Asla vazgeçmeyecekti adamı iğnelemekten.

"Birazdan duracağız Zülzine'm. Hem güzel bir yemek yeriz hem de rahat rahat uyuruz."

Bir süre daha yola devam edildi. Güneşin kızgın ışınları yeryüzüne düşmeden olabildiğince yol almaya çalışıyorlardı. Suskunlaşan diller, öne düşen başlar adamların; ağırlaşan adımlar da develerin ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu.

İleride büyücek bir kayanın yanında durdular. Burası her zamanki konak yerlerinden biri olmalıydı. Adamlar hemen alışkın hareketlerle kumaşlarla iki gölgelik yaptılar, kabaca birer çadır kurdular. Birbirinden uzak iki çadır... Biri kendileri, diğeri de efendileriyle Zülzine için.

Az sonra çadırlarının gölgesine sığınmış iki grup hâlindekahvaltı yapıyorlardı. Zülzine ve Amir üç tarafı kumaşla çevrili, bir yüzü açık çadırda taze süt, hurma ve kupkuru bir cins ekmekten oluşan sofralarının başındaydılar.

Zülzine ateş gibi yanmaya başlayan çölü tarıyordu, neredeyse tamamen kapalıymış gibi kıstığı gözleriyle. Çölün sıcağı yüzünü yakmaya başlamıştı. Çöl adamları haklıydı doğrusu, bu sıcakta yüzünü örtmek çok akıllıcaydı.

"Şu kısmı neden kapatmadılar?"

Zülzine eliyle açık kalan çadırın ön kısmını işaret ediyordu. "Çok sıcak, gözlerimi açamıyorum."

"Ben izin vermedim. Böyle olmak zorunda... Seninle yalnız kalamayız. Henüz nikâhımda değilsin. Uygun olmaz."

Adam türbanını çözüp yüzünü meydana çıkarmıştı. Artık aşina sayıldığı hâlde, bedevi yüzünü açarken Zülzine hâlâ merakla izliyordu.

"O sebepten böyle olacak. Ta ki benim topraklarıma varıncaya kadar..." Sessizlik...

Kavrulan ağzına sütü dayadı Zülzine, kana kana içti. Ne iyi gelmişti süt. Şu yaşına kadar içtiklerinin en lezzetlisiydi. Dudaklarının kenarının beyazlığıyla mırıldandı.

"Ne lezzetli süt... Nasıl bozulmadan saklıyorsunuz ki? Çok sıcak hava..."

Amir esefle baktı kıza. Zülzine yanlış bir şey söylediğini zannedip gerildi, şaşkınlıkla bekledi.

"Şu sütü merak ettiğin kadar beni merak etmiyorsun ya Zülzine..."

Kız şaştı adamın alınganlığına.

"Ediyorum elbette. Hem biliyorum kim olduğunu. Amir'sin işte sen."

"Ben sana asıl adımı söyle demiştim, ama ısrarla karşı çıkıyorsun."

Sustu. Önüne bakarak hızlıca yemeğini yedi. Kızın aklına bir kere düşmüştü merak tomurcukları. Sahi ya apar topar, kavga dövüş bir yola çıkmışlardı. Bu adam onu çöle, kimsesiz yerlere götürüyordu. Hadi adını öğrendi, iyi de kimdi bu adam? Ya ona zarar verirse? Öyle ya da böyle bu adamın elindeydi artık. O ne derse, neye karar verirse o oluyordu. Hesapça onu kendisine eş diye kaçırmış götürüyordu, ama ya aklına başka şeyler düşerse? Ya ona çok kızar da, çölde öylece bırakıp giderse? Çok meraklı görünmemeye gayret ederek bu çöl adamını konuşturmaya çalıştı.

"Ey Amir, anlat o zaman. Kimsin sen?"

Adam parlak ve -ah evet gerçekten çok güzel- kara gözleriyle ona baktı. Bir alev yanmıştı o gözlerde. Hitaba kızıyor, ama Zülzine'nin merakı da hoşuna gidiyordu, belli...

"Ben bir çöl savaşçısıyım. Mavi yüzlü adam diye de bilir bizi senin insanların. Tuvarek diyen de vardır, Tuareg diyen de... Ama biz kendimize 'İmuhag' deriz. İşte ben, dışarıda yanımda gördüğün o adamların lideriyim."

"Onu biliyorum."

"Sadece onların değil, onlar gibi pek çok insanın... Ahaggar Dağları çevresinde yaşıyoruz. Göçebeyiz, ama son yıllarda büyük suyumuzun kıyısında yaşıyoruz, göçmüyoruz."

"Ahaggar mı? Şimdiye kadar hiç duymamıştım. Nasıl bir yer?"

Gülümsedi adam. Bu adam gerçekten güzel gülüyordu.

"Ahaggar Dağları, çölün ortasına kırık mozaik parçalarını yerleştirmişler gibi birden yükselir. Çok güzeldir. Dar, derin vadiler, kayalardan dağlar... Ben yurdum olduğundan olacak, çok severim Ahaggar'ı, ama ilk defa gelenler ürperir. Yollarını kaybedeceklerinden korkar, bizim yurdumuza girmeye çekinirler."



Zülzine(KİTAP OLDU)Donde viven las historias. Descúbrelo ahora