4

176 28 26
                                    

NİZİP / SONBAHAR / 11 YIL ÖNCE

Hayal kuramayan çocuklar önlerindeki çamur ve suyu birleştirip pasta yapamazlar, çamur üzerlerine sıçramasın diye kaçarlardı. Kirlenmeyi bilmeyen çocuklar, temiz kalmanın kıymetini anlamaz; doğduğu andan itibaren çamura bulanan çocuklar temiz kalmanın ne demek olduğunu bilmezdi. Bir çocuğun hayal gücünde yoğrulmayan her imge, omuzlarındaki heybeye korkuyu yükler, kendi kahramanlarını yaratamadan canavarlarıyla arkadaşlık etmeyi öğrenirdi.

Korku ve hiddet.

Şiddet ve teslimiyet.

Gece ve karanlık.

Birbirlerine sırdaş kelimelerin arka arkaya dizilip de bir cennet yaratamayacağı gibi ben de Cennet Adasında, cehennemden kurtulamazdım. Cennetin ne demek olduğunu bile bilmiyorken, hafızamda geçmişime dair bölük pörçük anıların içinde dolaşırken bilinmezliğin içinde görmediğim umutlara tutunamaz, canımı emanet edemezdim.

Bu yüzden bilinmezliği gerçeğe teslim etmiş, umudu kızıl ıslıklarla parçalayıp soğuk yatağıma sığınmıştım.

Umut, inandıkça varolan hayallerden ibaretti ve ben, hayal etmeyi bilmezdim.

O gün, o yeşil gözlü adam beni yeniden teslim ettiğinde ben, sahip olduğum tüm umutlarımı onun çantasına saklamıştım. O kaçmış, benden uzaklaşmış ve umutlarımı da yanında götürmüştü. Onu göremediğim her gün, çağla yeşili gözleri göz kapaklarımın ardında beni beklese de gözlerimi açtığımda ne ondan ne de ona dair gerçeklerden tek bir iz dahi yoktu. Yankılanan her ıslık sesinde annem gibi onu da unutmaya başlamıştım ancak unutamadığım şeyler de vardı.

Bir annem olduğunu, sıcak meltemli günlerde, çiçek bahçelerinde beni beklediğini biliyordum.

Gökgürültüsünün onu benden aldığını biliyordum.

O askerin parmaklarının arasında kalan kurdelem, hala onunlaydı. Biliyordum. Hissediyordum.

Gözleri, çağlalar kadar yeşildi. Hatırlıyordum.

Sesi, bana masal anlatmasını isteyeceğim kadar güvenliydi. Vurguladığı her tok kelimede yatağımın altında, başucumda, şakaklarımın dibindeki canavarları korkutup kaçıracak kadar güçlüydü.

Adımı hatırlamıyordum ancak onlardan kalan son hatıralara sıkı sıkıya tutunmayı, onları ezberlemeyi de öğrenmiştim lakin zaman acımasızdı. Üzerinden geçen her gün, rafta tozlanmış kitapların yapraklarının güneşi göre göre sararıp içine işlemesi gibi zihnimin içinde eriyip sararıyor, belirsiz hal alıyordu.

Unutuyordum.

Unuttukça sararıyor, sarardıkça Cennet'e daha fazla teslim oluyordum.

O yetimhaneye terk edildikten sonra üç yıl boyunca direnmiş, yorganımın altında ağladığım için cezalandırılmış, dövülmüş, aşağılanmış, hafızası yaralanmış ve boş bir beden halini alana kadar hırpalanmıştım. En nihayetinde, ceplerine sıkıştırdığım umudumla birlikte çağla yeşili gözler sadece gözkapaklarımın ardında, hayal etmekten yoksun zihnimin bir köşesinde unutulmamaya yemin etmiş anıtlar gibi dikilirken dikenlerimi kesmelerine, dallarımı budayıp istemedikleri çiçeklerimi koparıp sadece istediklerinin yeşermesine izin vererek beni yoğurduklarında ne kadar direnirsem direneyim, onların istedikleri gibi olmuştum.

Mükemmel değildim, hala annemden kalan yeşil duygularımı etrafına saçılan çöpe, çıkan yangınlara rağmen korumayı başarıyordum. Başardıkça aşağılanıyor, dışlanıyor ve köşeye itiliyordum. Rahatsız değildim. Beni kendilerinden uzaklaştırıp ayrıştırdıkça ben kendime daha çok yaklaşıyordum.

TARUMARWhere stories live. Discover now