~ 𝑳𝒊𝒎𝒐𝒏 𝑻𝒂𝒓𝒄𝒊𝒏 ~

10 2 0
                                    

Kanepemizde yan yana otururken yüzüne bakıp ince detaylarında kaybolmaktan çok hoşlanıyorum. "Biliyorum sevgilim, kendi güzelliğinin ne zaman farkına varacaksın peki, arada sırada hiç aynaya bakıyor musun ki?" Benim aynam sensin. Kendime de gözlerinin irisinden bakmayı tüm aynaya tercih ederim. Saçlarınsa en güzel aynanın kenarlarındaki altın süslemeler gibi geliyor gözüme. "Ama benim saçlarım altın renginde değil ki?" Hayır, altın senin saçlarının renginde olmalıydı. Bu onun utancı olmalı. "Nereden buluyorsun bu güzel sözleri? Kalbimi iyi hissettirmek için mi uyduruyorsun yoksa?" Asla böyle bir şey yapmam. Kutsalım olan saçların ve gözlerin hakkında katiyen yalan söylemem ben. "Sen çok güzel bir adamsın. Bırak kadının olayım." Değil misin zaten? "Öyleyim canımın içi, öyleyim."

Hasta bedenini bana yaklaştırdın ve elimi omzuna atıp sana sarıldım. Daha iyi hissettiğim bir başka an yok bunun üzerine. Sana iyi geldiğimi de hissettirmen çok güzel öte yandan. Belki dış görünüşümün güzelliğini göremiyorum ama bana iyi bir adam olduğumu derinden hissettirebiliyorsun. Bir kez daha çayını hazırlamak için müsadeni istedim ve kanepede uzanır hâle geçmen için sana yardım ettikten sonra yanağına tatlı küçük bir öpücük kondurdurup, mutfağımıza yöneldim. 2+1 evimizin salonla birleşik olan mutfağındayken de gözümün önünde oluşun en sevdiğim kısmıydı aslında. Sen orada yatıp şömineye bakarken, ben senin için sana iyi gelecek şeyler hazırlamak adına mutfağımızın tezgahında çalışabiliyordum. Yazın o bunaltıcı sıcağında bile üşüyor hissetmene sebep olan hastalığından ötürü bir kez olsun dahi "yakmayalım" demediğim şömine için bile bana minnettar oluşuna hayranım. Çayını içerken, kanepenin başındaki temiz havluyla naifçe terimi silişindeki özenin çok güzel mesela. Sen tarçın ve limonlu çayını içerken, ben suyumu içiyorum, sen de giydiğim tişörtün üzerinden terimi alıyorsun. Suçlu da hissetmiyorsun sen de benim için bir şeyler yaptığından. Hiçbir şey yapmadan da seni suçlu veyahut mahçup hissettirecek bir şey olmasın zaten. Ben bunun için burada ve seninleyim. Beni yadırgayan tüm arkadaşlarımdan şapkamı alıp uzaklaştım ve gün sonunda yine çektiği tüm acıya rağmen bana gülümseyen kadının yanına döndüm. Böyleydi bu. Hâlâ öyle. Doktorunun, rutinler belirlemenin sana faydası olacağını ondan dinlediğimiz günden beri masa başından kalkmayıp, salonun ortasında elimde kağıt ve kalemle listeler hazırlamaya koyuldum. Her günümüz için organize ettiğim farklı filmler ve kitap etkinliklerimizi çok güzel benimsedin. Her krizi fırsata çevirmek için çabaladığım anlarda sen de çabamdan etkilenip yardımcı oluyorsun tabi bana. Gün sonunda yatağımıza geçip sarmaş dolaş uyuyuşlarımızda, rüyalarımda bile bizi görüyorum. Paradan yana çok bir derdimiz yok, çalışmadan geçinebiliyoruz ve tüm gün yoğun bir tutkuyla sana hizmet edişim beni çok mutlu ediyor. Uyandığında hazır olan kahvaltının ve magazin programlarının sende hissettirdiği hazzı izlemekse bana tümüyle yetiyor. Öğleni bolca sohbet ve bir-iki fincan tarçınlı limonlu çayınla geçiştirip, akşam yan yana kanepemizde film izlemeye başlıyoruz. Bazen durgunlaşıp acı hissetmeye başladığın da oluyor. En çok kaygılandığım anlar bunlar hep. Bazen kanepede, bazen de yatağında uzanırken yüzünü buruşturduğun anda anlıyorum yeniden ataklarının başladığını. Ellerini tutup, alnımı boynuna dayayarak acını paylaşmaya çaşılıyorum sen acı acı inlerken. Sonra ben ağlayınca ve sen de ağlamaya başlıyorsun. Kendi acını unutup, benimle ilgilenmeye başlıyorsun. Öyle güzel ki o biricik yüreğin. Avuçlarının arasına alıp bir öpücük de ona kondurmak istiyor insan. Bazı günler izlediğimiz filmlerde görüp "ne kadar hoş" dediğin her şeyi yarın olunca bir şekilde bulup getirdim sana. Bu bazen bir vazo, bazen bir kol saati, bazense basit bir figür olurdu. Bazen benden erken uyuyorsun, tüm geceyi senin için daha ne yapabilirim şeklinde düşünerek, dert içinde geçiriyorum. Bir gün uyandık yine. Kahvaltı istemedin benden. Hiçbir şey yiyemedin. Zorladım seni ama bünyen hiçbir şeyi kabul etmedi. Kalkıp kanepeye gitmek istediğini söyledin. Kalkarken başın feci hâlde dönüp, gözlerin karardı. Yemyeşil gözlerine karanlık çöktüğü anda tutamadım kendimi ve sessizce yine ağlamaya başladım. Pes etmedik, sana kanepeye kadar eşlik ettim. Güç bela ilaçlarını aldırdım sana. "Bırakma beni" dedin, "sakın gitme, ihtiyacım var" dedin. Yine titremeye başladığında şöminemi yaktım o cümlelerin için o otuz derece havada. Hâlâ titremeye devam ettiğinde endişem katlanarak arttı ve yanında otururken daha da sokuldum dibine ve ellerimi başına koyup göğsüme yaklaştırdım başını. Ne ister gönlün? Söyle, söyle senin için ne yapayım? "Çay" dedin. O çayı istedin. Yanımda olmak ister misin? Seni masanın önündeki sandalyelerden birine taşıyabilirim. "Hayır" dedin, vazgeçmiş gibi bir hâlin vardı onca bırakma beni demelerinden. Kıyamazdım ki ama ben senin isteklerine. Senin moralini istediğin şekilde tutmak benim görevimmişcesine tutkumdu adeta. Çayını hazırlamaya gittim ve limonları doğrarken dönüp sana baktım bir tanem. Hep yapardık bunu ne zaman çayını hazırlasam. Dönüp sana baktığım anı tahmin eder ve başını yasladığın kanepenin çıkıntısından kaldırmadan, sağ tarafa çevirirdin. Gülümserdin. Gülümserdim. O esnada "seni seviyorum" derdin. Ben de seni seviyorum diye eklerdim ve yine önüne dönerdin. Hep limonları doğramaya başladığımda döner bakardım sana, sen de o zaman dönerdin işte. "Seni seviyorum" dedin. Sol gözümden manasız bir yaş aktı o an. Hep yaptığımız şeydi bu. Neden yaş aktı ki bu kez? Seni seviyorum dedim ve başını önüne çevirmedin. Duymak istediğini duymana rağmen hâlâ başın sağa yatıktı. Hâlâ benden bir şeyler duymak ister gibi. Bir süre sessizce baktım, yüzünü görmediğim o an. Dönüp limonları çayına koyduktan sonra yanına yürüdüm. Başın sağa yatık. Gözlerin kapalı. Sevgilim? Çayını getirdim. Dudaklarımın arasından bu kelimeler korkarak çıktı. Sevgilim? Son kez birlikte yaktığımız şömineydi bu. Son kez seni seviyorum dediğimiz anı yaşamıştık. Daha sonra hiç yanmadı o şömine. Daha sonra hiç duymadım o cümleyi. Meleğim uçup gitti kollarımın arasından.
     Hüngür hüngür ağlayarak ona sarılmaya başladım dakikalarca. Avcundan, sevdiği bir filmden görüp, sevdiği için aldığım o kolye süzüldü üzerime. O gün, öldüğünde resmen yıkıldım sevgilim. Aylarım sensiz ve amaçsız geçti. Ruhum hastalandı sensizlikte. Bedenimi var gel sen hiç sorma. Senin gibi, yataklara düştüm. Çok sevdiğin, hastalığın süresince yatağına getirdiğim o tarçın ve limonlu çayını ilk kez ben de severek içmeye başladım son günlerde. Günleri sayamıyorum ama. Sorma ne zaman için ısındı diye çayıma. Birkaç gündür seni böyle anıyorum, bazen iki fincan dolduruyorum. Fark etmeden kendi kendime sanki sen salondaki kanepemizdeymişsin de seninle konuşuyordum tek başıma. Sehpamızın üzerine her iki fincanı da koyup soluma baktığımda fark ediyorum sonra çoktan gitmiş olduğunu. Üstüne örttüğün ufaklı kare desenli beyaz pikeyi öylece bırakmıştım aynı kanepenin üzerine. Şimdi vücuduna sarıp sarmalayamadığın için buz gibi artık. Kalbim gibi. Hem buz gibi, hem yanıyor kalbim, öyle yanıyor ki... Soğuk bir kanepede oturmuş, meleğimin dönmesini bekliyorum. Mutlu olacağını bilsem yemin ederim sen hayattayken içmeye başlardım çayını. Şimdiyse farkında olmadan sana da hazırladığım ikinci fincanı da ben içiyorum. Biraz soğuk oluyor tabi. Geç kalıyorum zamanında yudumlamaya. Çok sıcakken de içemiyorum bekletiyorum öyle. İkinci fincan çoktan ılımış oluyor. Güzel yüzlü sevgilim benim. Çok erken kayıp gittin ellerimden. Bir Tanrı inancın da yoktu. Nasıl başa çıkabildin bugüne kadar bu zalim dünyada adaletsizliklere karşı, ne olursun bir görün de yüzüme anlat hele. Her günüm monoton. Her günüm aynı. İnsanlardan zaten izole yaşantımız şimdi iyice karantinaya dönüştü sen göçtükten sonra benim için. En sevdiğin hayvanlar olan serçelerin ara sıra gelirdi yine sen öldükten sonra pencere önüne. Enerjinin yokluğunu hissedip gitmiş olmalılar onlar da, ki aylardır ne gelen var ne giden. Yatağımın sol yanındaki yerini hâlâ hiç ellemedim biliyor musun? Başını dayadığın yumuşak yastıktaki izin hiç silinmesin diye çok uğraştım. İzin kaybolmasın diye uyuduğum şekilde uyanıveriyorum. Banyomuzdaki hijyen ve bakım ürünlerin de hâlâ aynı yerli yerinde. Anılarını yâd etmek için bir kez yüz maskeni kullanmayı denedim inanır mısın? Hani şu aloe vera'lı olan. Seni kıramayıp her istediğini yapardım genellikle ama bir çayı, bir de şu maskeyi kullanmamak için direnirdim. O güzel kalbin inansın ki bunu bile denedim yüreğim. Sensiz hep eksik gibiyim. Sabahlarım bazen var, bazen yok. Rüyalarıma ne zaman girsen heyecandan birden uyandım, her seferinde seni gerçek sanıp.  Bedenini aradı o çok sevdiğin ellerim, yatağımdan asker gibi fırlayıp. Bir kez olsun dokunmak, son kez olsun sarılıp kalbini kalbime dayamayı öyle çok istedim ki o anlar... Sabahlara küstüm sonra yokluğunla terbiye olup. Gece'de aradım çareyi. Öğlenlerim zaten bozuk bir duvar saatinin sinir bozucu sesleriyle yapayalnız. Uzunca zamandır bozukmuş meğer. Seninle birlikteyken hiç odaklanamayıp fark edememişim yelkovanın olduğu yerde saydığını. Şimdi anlıyorum ama ara sıra ben çayını hazırlarken neden sürekli o saate kitlenip baktığını. Seninle seni yaşarken, dibimde olup da fark edemediğim kim bilir neler daha vardı? Mutfaktaki musluğun sol tarafındaki soğuk su akıtan o adını bilmediğim şeyin arızalı olmasının sebebinin de vidasının gevşek olması olduğunu fark edebildim mesela. Onu da görebildim. Seninleyken dışarıya olan kör aşkım sadece insanlara yönelik değilmiş, kendi evimizdeki eşyalara dahi kör olmuşum senin sevgini içimde besleyip yeşertirken. Gönlüme özenle dikip büyüttüğün manolyaların bir bir solup ölmeye başladı. Gözünün nuruyla büyüttüğün saksılarımızdan birkaçına da bakamadım. Sahip çıkamadım çiçeklerine. Bunun için de günün bir saatini gözyaşı akıtarak geçiriyorum, özür dilerim. Ben senin anılarını yaşatmaya çalıştıkça, bir başıma senden kalan şeyleri birer birer kaybetmeye başladım. Beceremiyorum sevgilim. Ama bak, musluğumuzu onardım, saati çöpe attım. Evimizi daha iyi bir hâle getirmeye başladım işte, dön gel ne olur? Sağlam bir evde bozuk bir ruhla tek başıma bırakma beni artık. Senin aksine benim inandığım Tanrı'm bir mucize yaratıp bir anda seni karşıma dikse, yemin ederim tek kelime etmem, susarım. Bakın, Tanrı'm bana kıyak geçti diye kimseciklere konuşmam. Çok ihtiyacım var griye çalan kumral saçlarına. Hastalık, seninkileri beyazlattı, benimkileri dökmeye başladı. Baştan aşağı çökmekteyim. İnsan daha ne kadar dibe vurabilir ki diye evrene ne zaman sorsam, bir şeyleri ya fark ederek, ya da kaybederek tekrar düşmeye başlıyorum. Hâlâ düşüyorum. Sensiz geçen beşinci ay, on dördüncü günümdeyim. Sen özlüyor musun beni? Ufak televizyonumuzun altındaki şöminenin ateşini yakmadım bu son beş aydır. Tıpkı birlikte yaptığımız diğer şeyleri de artık tek başıma yapmıyor oluşum gibi. Yalnızca sensiz uyuyabilmeyi tek başıma yapabiliyorum. Onun için de kızma bana. Çoğu sefer, her yılbaşında giydiğin kırmızı kazağına sarılırken uyuyakalıyorum zaten. Pencerelerimin camlarını silemediğim birkaç gün daha işte. Neden bakayım ki artık dışarıya? Gördüğüm her yüzde sen, her bir çiftte biz, ama tek başına gezen hiçbir adamda kendimi göremiyorum. Kendimi bulamadığım, kendimi kaybettiğim günlerdeyim. Günün birinde kendimi, bunu yapmamı istemeyeceğini bildiğim için, yine senin için güçlü kalmak için çıkıp bir market alışverişine gitmeye zorladım. En sevdiğin yiyecekleri aldım. Gül reçelin olmazsa olmazındı. Yeşil zeytinler ve bolca semiz. "Enfes" diyişini hangi fanı görse unutabilir aklından? Eve döndüğümde, karşı dairemize yeni taşınmış olan kadınla karşılaştım. Ağlarken beni görünce bana sarıldı ve hiç hareket edemedim. Topladığı elmalardan benim için ayırdığı bir başka elma sepetini bana uzattı. Eve gidip düşündüm. Çok uzun zaman önce, eğer ölürsem yine de mutlu olmayı dene dediğini hatırlar gibi oldum. Sonrasında birkaç şey daha eklemiştin, o an hatırlayamadığım ne olduklarını. Bir hafta boyunca bana hiçbir şey iyi gelmediğinden dolayı iğrenç bir karar alıp şansımı denedim onda. Kadın benimle ilgileniyor ve bana sevgisini veriyordu. Günler geçtikten sonra umut bulmuşken birden, birkaç farklı flörtünün olduğunu ve bunu herkesten gizlediğini öğrendim. Tekrar karanlığa gömüldüm. Kürkçü dükkanımızın kanepesinde sana ihanet etmekle kendimi suçlayarak saatlerce ağladım. O ağladığım gün aslında onu doğru düzgün sevmediğimi fark ettim. Beni hayatımın her anında gökyüzünde bir yerlerden izlediğini düşünsem de sanki o an özür dilesem o özrü göremiyor olacakmışsın gibi hüngür hüngür ağladım yine. Cesaretimi toplayıp mezarına geldim o gecenin köründe. Şimdi anlıyorum. Yine o uzun zaman önce konuştuğun "yine de mutlu olmanı isterim" konuşmasının sonunda "demiştim" dediğini hatırladım. Bunu mezar taşımın arkasına yazdırır mısın demiştin bana. Mezar taşının ardına yürüdüm ve ağlamamı sürdürürken, elimde yine o kolyenle dikilip, yazıyı okudum. "Demiştim sevgilim" yazıyordu. Çok daha içli içli ağlayıp küçülmeye başladım. Mezarının başına çöktüm ve sana sarılmaya başladım. "Eğer ben bir gün ölürsem yine de mutlu olmaya çalış sevgilim. Lütfen kendini yıpratma, hiç değilse dene." Ama bunu sana nasıl yaparım ki bir tanem? Deme böyle şeyler hem. Hani ikimiz de beraber yaşlanırken ölecektik? "Ne olur ne olmaz minik serçem, sadece denemeyi kendine çok görme. Ama baştan söyleyeyim mutlu olacağını zannetmiyorum." Ya olursam? "Olamazsın, ben seni biliyorum. O gün gelince sana demiştim dediğimi hatırlarsın".
Demiştin sevgilim, demiştin bir tanem benim, demiştin. Başımı yavaşça yukarı kaldırdım ve onu karşımda gördüm, parlak beyaz teniyle önümde, elini yanağıma uzatıp " demiştim" dedi. Kolyesi de boynunda parlıyordu. Yüzümün birkaç saniye sonra toprağa gömüldüğünü, nefes alamadığımdan ve gözlerimdeki karartıdan fark edebildim. Kalbimin geçirdiği son krizdi bu. Son derece somut... Son nefesimdi. Toprağının dibinden aldığım kokunla verdim son nefesimi. Her şeyinle her şeye değerdin.

Trakyalı ÇiçeğiWhere stories live. Discover now