TARUMAR

496 45 47
                                    

CENNET YETİMHANESİ/ İLKBAHAR/ 18 YIL ÖNCE

Sekiz basamak.

Çimlerin üzerinde çığlık çığlığa bağırıp beni onlardan ayıran, tepeden hepsini izlememi sağlayan sekiz basamağın en tepesindeydim. Mermerler, üzerine gün ışığını ayna gibi yansıtacak kadar parlak, taştan yurdun soğuk koridorlarına uzanan güvenli görünen basamaklar pürüzsüzdü. Kışın ayazı denizden çarpan nemi yansıtıp kristal gibi parlatırken her kış, heyecanlı bir çocuğun kayıp düşmesine sebep olurdu.

Bu kış, hiçbir çocuk yaralanmamış lakin cemre düşmeden önce gelen fırtınada, ağaçların dallarında açan badem çiçeklerini donduran soğuk, aldatmacadan ibaret sıcaklığıyla yüzümüze vurup bizi uyandırırken en güvendiğim o yaz gününde beni düşürmüş, kırılan kolum derimi parçalamıştı.

Çimlerin üzerinde birbirlerini kovalayıp çığlıklarla gülen, haykıran çocuklarla aramdaki engel ne onlara doğru uzanan sekiz basamaktı ne de sadece bir buçuk ay öncesinde kırdığım yaralı kolumdu. O günden sonra ilk defa dışarı çıkıyordum. Güneş gözlerimi kamaştırırken, dökülen bahar çiçeklerinin kokusu tenimin üzerinden kayıp ciğerlerime doluyordu. Tek bir korkuluk dahi olmaksızın çimlere uzanan basamaklara bakarken güneşin mermerlerin üzerine düşürdüğü parıltısı beni aldatıyordu. Her bir basamak kristal gibi parlamaktan ziyade su gibi berrak görünse de hala o basamakları inebilecek kadar heyecanlıydım.

Kırık ve askıda içinde hareketsiz kalan kolum dışında hiçbir şey değişmemiş olsa da o basamakları bir kez daha inmek için heyecanlıydım.

Basamakları indiğimde onların arasına karışamayacak, onlarla koşturamayacak, çığlıklarına eşlik edemeyecektim. Bu yurtta gözümü açtığım ilk günden itibaren de bu böyleydi. Aramızdaki engeller merdivenler ya da kırık kolum değildi.

Diğer çocuklarla benim aramdaki en büyük engel yasaklardı.

Yurdun yontulmamış taştan, sıvaları açıkta duvarına tutunarak basamakları inerken güneşin sıcaklığı saçlarımı ısıtıyordu. Isınan her bir tutam saçım yanağıma dokundukça, heyecandan ısınan yanaklarım daha da alevleniyordu. Hiçbir zaman o çocukların arasına karışacak kadar özgür olmamıştım. Ne benim cesaretim vardı ne de bunu bana yaptıracak bir desteğin... Yüz yetmiş altı çocuğun, her yaştan insanın arasında hiç kimsem yoktu.

Hepimiz kimsesizdik.

Bu kimsesizliğin içinde tutunacak tek bir dalı dahi olmayan bir ben kalmıştım.

Sıcak ve yeni kesilmiş çimler ayaklarıma batarken omuzlarımdan beni sıkı sıkıya yakalayan gerginlik, parmaklarımın arasına sıkışan, ayaklarımın altında yeşil lekeler bırakan çimlerin her birinin dokunuşuyla gevşerken gözlerim aşağıdaydı. Etrafımdan geçip giden çocukların ayaklarını, vücutlarını ve omuzlarını görebilecek kadar aşağı bakıyordum. Hiçbirinin yüzünü görmeye, gözlerine bakmaya iznim yoktu. Eğer gözlerine bakarsam anlatmam gerekecekti.

Ben, annemden başkasıyla konuşamazdım.

Bu yüzden hepsinden kaçmak, gözyaşlarımı dindirmek için vereceğim tek doğru karardı. Kimseyle göz göze gelmeden, kuru dudaklarım neredeyse birbirine yapışacak kadar derin sessizliğe teslim olmuş, kalabalığın içinde göz alabildiğine uzanan çimlerin arasında dolaşırken taş binadan ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım kaçacak kadar güçlü değildim. Metrelerce uzanan duvarları aşsam da dört bir yanımı saran denizi aşamazdım.

Ağaçlarla çevrilmiş, duvarların içindeki ormana doğru yürürken gökyüzüne baktım. Güneş tepedeydi, hepimiz öğlen yemeğimizi yeni yemiştik ve güneş batana kadar onların yarattığı çemberin içinde kendimizi özgür hissetme hakkımız vardı.

TARUMARWhere stories live. Discover now