7. Bölüm - Ruhun İlacı

32 6 4
                                    

~ Natasha Blume - Black Sea

*

Kafamı kitaplardan kaldırdığımda, kitaplıkların arasındaki kare pencereden gün ışığı içeri sızıyordu. Sırtım tutulmuş, kitabın kapağı yanağıma batmıştı ve son derece acıkmış hâldeydim. etraftaki sessizlik ve ıssızlık sabahın köründe bile hoşuma gidiyordu; bir an için, ne tür bir psikopat olduğumu düşünerek sırıttım. 

Nova'ya yardım etmeyi kabul edeli, Alex'le piyano çalalı tam iki gün olmuştu. O anları hatırlamak bile boynumdan yükselmeye başlayan kızarıklığın yüzümü kaplamasına yetiyor da artıyordu. Dudaklarımdaki tebessümü silip başımı hızla iki yana salladım. Böyle zırvalıklarla zaman kaybedemezdim, kendimi aklımı karıştırmayı aklımın ucundan bile geçirmemem gerekiyordu. 

Alexander ve Diana'nın nişanı iki gün sonraydı  ve hazırlıklar son hıza ulaşmıştı. Dün saraya birçok elbise, ayakkabı ve takı yığılmıştı; çalışanlar için ayrılan birkaç paket bile vardı. Sahiden de davetlere, kutlamalara ve balolara çok fazla önem gösteriyorlardı. Tüm bunların arasında garip olan, buraya geleli oldukça zaman geçmesine rağmen henüz Kral Albert'ı hiç görmemiş olmamdı. Neredeydi bu adam? Alexander da pek sık ortalarda görünmüyordu, bana kötü bir haber getirmediği ve başına kötü bir şey gelmediği sürece sorun yoktu ancak babasının yokluğu büyük bir muammaydı. Hazırlanmama yardım eden, kahvaltımı ve akşam yemeklerimi getiren çalışanlara sorsam da ya hepsinden kaçamak cevaplar alıyor ya da doğrudan cevapsız bırakılıyordum. Belki nişan günü bu tersine dönerdi, umudum bu yöndeydi en azından.

Kitaplarımı toparlayıp aldığım notları aralarına sıkıştırdım ve kütüphaneden ayrıldım. Sabahın erken saatleri olmasına ve yeni uyanmama rağmen açlıktan miden kazınıyordu. Eşyalarımı odaya bıraktıktan hemen sonra aşağı indim. Zemin kat o kadar geniş ve karmaşıktı ki, bu labirente girip bir daha çıkamamaktan korktuğum için pes ederek bahçeye çıktım. Hava serindi, kapalıydı ve tam olarak egzersiz atmosferi vardı ancak - bir gariplik daha - ortada Irvin'den de iz yoktu. İki üç gündür sesi soluğu çıkmıyor, kendini göstermemesi bir yana herhangi bir haber de yollamıyordu. Eğer görseydim, Alex'e sorabilirdim ancak hepsi aynı anda ortalıktan kaybolmak için anlaşma yapmış gibiydi. 

Basamakları inip taşlı yola çıktım. Gözlerim ormanın derinlerinde gezinirken, göğsümün ortasına tarif edemediğim bir his çöreklenmişti. Adımlarım oraya doğru çekiliyormuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi; gölette, ormanın derinlerinde yarım kalmış bir şeyler beni bekliyordu sanki. Oraya gitmek istiyordum ancak bunu yalnız yapmak istediğimden emin değildim. Bir önceki gidişimde geçirdiğim krizi hatırladım. O geceye dair anılarım puslu hatta yarımdı, Alex gelmeseydi başıma gelebilecekleri düşünmek dahi istemiyordum.
Göleti düşününce düşüncelerim bu sefer de Leo'ya bağlandı. Nova'nın yanındayken sahiden de harap görünüyordu ve ona fazla mı kaba davrandım acaba diye düşünmeden edemiyordum.

"Alessi!" 

Tanıdık bir ses, beni sarayın yan tarafındaki sarmaşıklarla kaplı çardaktan çağırınca dikkatim o tarafa yöneldi. Çardağın sarmaşıklar ve siyah güllerle kaplı, beton sütunlarının arasından gördüğüm kadarıyla ortadaki masanın üzeri enfes bir kahvaltıyla renklendirilmişti. Nova, bana heyecanla el sallarken gözlerim yanında oturan kişiye kaydı: Diana. 
Üzerinde göz alıcı, kırmızı bir elbise vardı. Kolları akılıydı ve boynunun arkasında birleşiyor gibi duruyordu. Saçlarını tepeden sıkı bir topuzla tutturmuş, yüzünün kusursuz hatlarını iyice ortaya çıkarmıştı. Yüzünde oldukça göz alıcı bir makyaj vardı ve dudaklarına küçük, tüylerimi ürperten bir tebessüm yerleştirmişti. 
Tanrım, gitmemek gibi bir şansım var mıydı?

GÖLGELERİN KRALLIĞIWhere stories live. Discover now