"Kim ne soruyor bana?" diyen sesle kapıya doğru döndüm. Hakan üzerini değiştirmiş ve tüm şıklığı ile kapıda beni bekliyordu. Siyah gömlek ve siyah kot pantolonu beyaz tenini daha ön plana çıkarmıştı sanki. Saçları nizamı bir şekilde taranmış ve gören herkesi kendisine hayran bırakacak güzelliğe bürünmüştü.
Kaşlarım istemsizce gözlerimin üzerine düşmüştü "Terminale gitmek için fazla şık değil misin sence?" diye sordum kendimi tutamayarak.

"Soru bu muydu?" dedi kaşlarını yukarı kaldırarak. Sorunun bu olmadığını elbette biliyordu ancak zannediyorum ki sanane diyemediği için geçiştirmeyi tercih etmişti.
Sesli bir soluk verip "Soru yok, geliyorum." dedim çantamı omuzuma asarak.

Tam Hilal’e tekrar sarılmak için hamle yapmıştım ki eliyle beni durdurdu. "Bir kere daha bana sarılıp öpersen hastalığı garantilemiş olacaksın." dedi sitemli bir sesle. Gülümseyerek "Peki peki tamam." dedim.

Eliyle avcunu öpüp bana doğru üflediğinde gülümsemem genişledi. Aynı şekilde Hilal’e karşılık verdikten sonra terminal için fazla şık olan Hakan'a doğru yürüdüm. Göz göze geldiğimizde sanki kitleniyor ve gözlerimizi birbirimizden alamıyorduk.

Hakan'ın tam karşısında durduğumda maviliklerine son kez baktığımı biliyordum. Bir daha karşılaşacağımıza söz vermiştik ancak hayat her zaman bizim plandığımız gibi gitmeyebiliyordu, bu yüzden söz vermek aslında çok da mantıklı değildi. Hayatta hiç bir şeyin garantisi yoktu, sözlerin ise hiç yoktu.

Yüzünün her bir noktasında gezdirdim gözlerimi. Yüzünün tam ortasına nizami bir şekilde yerleştirilmiş burnu, sarı ama gür kaşları, kirli sakalı, Gür kirpikleri ve kırmızı dolgun dudakları... Çok güzeldi bir erkeğe göre fazla güzeldi. Onun güzelliğini gören düşman hemen teslim olmuyor muydu?
Nasıl düşman olabilirdi ki insan bu güzelliğe? Nasıl kaybolmazdı insan maviliklerinin derinliklerinde...

Boğazımı temizleyerek bakışlarımı ondan çektim ancak o bir kaç saniye daha baktı yüzüme. Acaba o benim yüzüme bakınca ne düşünüyordu? İnatçı kıvırcık saçlarımı beğenmiş miydi mesela? Bilmiyordum, ancak öğrenmeyi öyle çok isterdim ki...

Hakan hafifçe geri çekildiğinde odanın kapısından çıktım. Bir kaç adım attıktan sonra Nurten teyze ile vedalaşmadığımı hatırlayarak arkamı döndüm. Hakan’ın arkamda olduğunu unutarak yapmış olduğum bu hamle yüzünden az kalsın çarpışacaktık. Ben kocaman bir kahkaha atarken, nadir zamanda ortaya çıkan gamzesi serildi gözlerimin önüne.

"Sen yokken kiminle çarpışacağım ben?" diye sordum dudaklarımı birbirine bastırarak.

"Mümkünse hiç kimseyle." diye yanıtladı beni kaşları çatarak. Parmaklarımla kaşlarını düzeltip

"Ben yokken gülmeyi unutma." dedim gülümseyerek.

Gülümsememe, gülümseyerek karşılık verdi. "Olur unutmam."
...
Nurten teyze ile vedalaştıktan sonra Hakan ile birlikte yola çıktık. İkimizde sessizdik, arabayı Hey gidi Karadeniz şarkısı dolduruyordu.

Hey gidi Karadeniz
Doldi da taşamadı
Etmigelum sevdaluk
Edenler yaşamadı...

Sözlerine daha fazla tahammül edemediğim için radyoyu kapattım. Sözlerini Hakan yazmış gibiydi, o da bir ilişki yaşarsa yarım kalma ihtimalini düşünüyordu oysa sonunu bilmediğin bir hikayeye kendince bir son biçmek delilikti. İnsan neye inanırsa sonunda onu yaşıyordu.

"Niye kapattın?" diye sordu gözlerini yoldan ayırmadan.

"Kaşlarını çatmaktan alnında kırışıklıklar oluşacak." dedim onun söylediğinden bağımsız. Bakışlarımı camdan ayırmamıştım ancak kaşlarını çattığına emindim.

GÖLGESİZNơi câu chuyện tồn tại. Hãy khám phá bây giờ