19. AY IŞIĞINI EVLAT EDİNMİŞ GECE

5.3K 338 312
                                    

Selam efendilerim yeni bölüm ile karşınızdayım. İstediğiniz gibi bol bol Hera ve Parslı bir bölüm ile karşınızdayım. Umarım beğenirsiniz.

Okurken bol bol satır arası yorum yapıp bol bol oy verirseniz çok sevinirim.🤍

AY IŞIĞINI EVLAT EDİNMİŞ GECE

Oops! Această imagine nu respectă Ghidul de Conținut. Pentru a continua publicarea, te rugăm să înlături imaginea sau să încarci o altă imagine.

AY IŞIĞINI EVLAT EDİNMİŞ GECE

Kan bağı istesen dahi söküp atamayacağın bir prangaydı. Hayatın sonuna kadar ayak bileklerine takılı bir şekilde seni takip eder ve her başarıya ulaştığında seni tökezletmek için orada dururdu.

Sinan Sancak, Deha Sancak'ın 2. çocuğuydu. Normalde Deha Sancak'ın koltuğuna oturacak kişi ben değil de o olmalıydı ama Deha Sancak onu yerine beni o koltuğa oturttuğunda Sinan yıllardır içinde tutuğu bütün öfkeyi benim üzerimde kusmaya başlamıştı.

O koltuğa oturmayı ben istememiştim ama Sinan sanki bunu bilmiyormuş gibi davranıp babasına yönlendiremediği öfkesini bana yönlendirmişti. Bu benim için problem değildi. Çünkü onun öfkesi bir anda harlanıp kısa bir süre sonra sönen bir ateşti. Bu yüzen de kontrol edilmesi kolay biri olmuştu.

Sinan hiçbir zaman benim altımda çalışmayı kabul etmedi ve her fırsatta ayağımı kaydırmak için fırsat kolladı. Bu yüzden de Pars Alaz'ın söyledikleri beni şaşırtmamıştı. Bakışlarımı Pars Alaz'ın üzerinden çekip dizlerinin üzerinde duran Sinan'a baktım.

"Sırf oturmak için kendi kardeşini bile arkadan bıçaklamayı göze aldığın koltuğa sonunda oturmaya başardın ama gel gör ki hala benim önümde diz çöküyorsun."

Sinan eğdiği başını hızla kaldırıp bana baktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Onu öfkelendirmek benim için işte bu kadar kolaydı.

"Sen benim kardeşim değilsin," dedi oturttuğu yeren kalkmadan bana hamle yapmaya çalışırken.

Olduğum yerde hiç kıpırdamadan durmaya devam ettiğimde Sinan'ın arkasında duran adam Sinan'ı omuzlarından yakalayıp tekrar dizlerin üzerinde çökmesi için yere bastırdı. Sinan'ın dudaklarının arasında acı bir inilti döküldüğünde ona bakmaya devam ettim. Bu haliyle çok acınası duruyordu.

Haklıydı biz hiç kardeş gibi büyümedik. Çünkü Deha Sancak'a göre biz kardeş değil en iyi olma yolunda birbirimizle yarışacağımız birer piyonduk.

"Haklısın," dedim ağır adımlarla ona doğru ilerlerken.

Birkaç adımda önüne geldiğimde bedenini saran acıları yok sayarak bir dizimin üzerine çöktüm. Bu benim için zordu ama söyleyeceğim şeyi onu yüzüne bakarak söylemek istiyordum.

Elimi kaldırıp iki parmağımla çenesini tutmaya çalıştığımda başını sertçe çekerek parmaklarımın arasından kurtuldu. Derin bir nefes alarak elimle sertçe çenesini kavrayıp yüzünü bana doğru döndürdüm. Elimin arasından kurtulmaya çalışsa da bunu başaramamıştı.

Yüzümü yüzüne biraz daha yaklaştırıp gözlerinin içine baktım. Kahverengi gözlerini babasından almıştı. Tıpkı Deha Sancak gibi gözlerinin ardındaki kibri sezebiliyordum. Bu gözlere bakmak Deha Sancak'ın gözlerine bakmak gibiydi.

"Kan bağı ile kardeş olunmuyor değil mi?" diye sorduğumda aslında bu soruyu cevap vermesi için sormamıştım. "Sonuçta kan bağımız olmasına rağmen biz hiç kardeş olmayı başaramadık ama bunun sebebi ben değil sensin. Çünkü sen 12 yaşında abiye ihtiyaç duyan küçük bir kız çocuğunu bile öldürmeye çalışacak kadar aşağılık birisin. O zaman çocuktum ve beni öldürmek için haklı sebeplerin olduğunu düşündüm ama yoktu. Sen sadece babanın koltuğunu istiyordun. Şimdi ise o koltuk uğruna bu hayatta kardeşim diyebileceğim tek insanı kaçırtıp öldürmeye çalıştın. Şimdi söyle bana sana ne yapmalıyım?"

Baldırımdaki keskin ağrı yüzünde dizimin üzerinde dengede durmak benim için büyük bir işkenceydi ama Sinan Sancak'ın karşısında zayıf davranamazdım. Sinan'ın çenesinden elimi çekerek dizime yaslayıp dik durmak için dişlerimi sıktım. Sonuçta ben iyi bir oyuncuydum ve acımı saklamaya çalışmak oynadığım en iyi oyunlardan biriydi.

"Bana hiçbir şey yapamazsın," dedi yüzüme tükürerek.

Başımı yere eğip tersiyle yüzümü sildiğimde yanımda bir hareketlilik hissetmiştim. Başımı kaldırıp yanımdaki hareketliliği nedenine baktığımda Pars Alaz elinde tuttuğu silahıyla yanımda duruyordu ve silahının namlusu Sinan'a dönüktü.

"Başını kaldır," dedi Pars Alaz soğuk, gür bir ses tonuyla.

Bakışları Sinan'ın üzerindeydi. Sinan'ın başı hala eğikken arkasında duran adam bir elini Sinan’ın başının üzerine diğerini de çenesini altına yerleştirerek başını kaldırmasını sağladı. Şu an Pars Alaz'ın bakışları elinde tuttuğu silahtan daha korkutucuydu.

Arkasındaki adam Sinan'ın başını kaldırdığında Pars Alaz elinde tuttuğu silahı Sinan'ın dudaklarının hizaladı.

"Ağzını aç," dediğinde sesi insanın içini ürpertecek kadar soğuktu.

Sinan başını sağa sola hareket ettirip adamın ellerinden kurtulmaya çalışsa da bunu başaramamıştı. Ne kadar hareket etse o kadar zarar görüyordu. Sonunda pes edip duraksadı.

"Sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun? Benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu Sinan gözlerini dikmiş Pars Alaz'a kibirle bakarken.

Elimi yere sabitleyip yerden destek alarak ayağa kalkmaya çalıştım. Canım yansa da ayağa kalkmayı başarabilmiştim. Ayağa kalktığımda Pars Alaz omuzunun üzerinden bana baktı ama bu kısa süreli bakıştı. Tekrardan Sinan’a döndüğünde konuştu.

"Kim olduğun sikimde bile değil. Benim evimde, benim onur konuğuma saygısızlık yaptın ve bunu cezasını çekmelisin." Pars Alaz silahını Sinan'ın ağzına yasladı. "Şimdi ağzını aç."

Sinan'ın bakışları beni bulduğunda hiçbir duygu kırıntısı dahi olmadan büyük bir soğuk kanlılıkla olanları izliyordum. Sinan'a ne olacağı umurumda bile değildi. Zaten Sinan’ın da benden yardım beklediğini düşünmüyordum. Eğer bekliyorsa gerçekten büyük bir aptal sayılırdı.

Bakışlarını benim üzerimden çekip ağzını hafifçe araladığında Pars Alaz silahını sertçe Sinan'ın ağzına soktu.

"Şimdi ortağımdan özür dile," dedi Pars Alaz. Bana değil de Sinan'a bakıyordu. "Eğer özrünü kabul ederse yaşamama izin veririm."

Sinan'ın bakışları tekrar beni buldu. Kibirle boyalı gözlerinin ardındaki korkuyu görebiliyordum. Sinan Sancak korkuyordu. Sinan Sancak ağzındaki silahtan korkuyordu. Sinan Sancak ölümden korkuyordu.

"Özür dilerim," dedi Sinan ama ağzında silah olduğu için kelimeler boğuk bir şekilde çıkmıştı.

Onun ölmesini istiyordum ama onu öldürecek biri varsa o da ben olmalıydım. Hem Savaş'a yaşattığı şeyleri düşündüğümde ölüm onun için en kolay yol olacaktı. Bunu istemiyordum. Bu işten o kadar kolay sıyrılmasına izin veremezdim.

"Bu kadar yeter," dedim sakin bir tonda.

Sözlerimin Pars Alaz'ın üstüne bir etkisi olmayacağı hissediyordum. Sonuçta ne kadar inkâr etsem de birbirimize çok benziyorduk. Bu benzerlik bazen beni korkutuyordu ama nedense bu benzerlik sayesinde onu çok iyi tanıyormuşum gibi hissediyordum.

"Bu özrünü kabul ettiğin anlamına mı geliyor?" diye sordu Sinan'a bakmaya devam ederken.

Karşımda duran adam bana gösterdiği yönünden çok daha farklı biri olduğunun göstergesiydi. Buz mavisi gözlerinde bir yıkım vardı görebiliyordum ve bu yıkım beni bile alt üst edebilecek düzeydi.

Hiçbir şey söylemedim. Çünkü ne söylersem söyleyeyim sözlerimin ona ulaşamayacağını hissedebiliyordum. Bu yüzden ona doğru yaklaştım ve elimi silahı tutuğu elinin üzerine koydum.

“Bu kadar yeter,” dedim fısıltıyla.

Pars Alaz silahı Sinan’ın ağzından çıkarttığında elim havada asılı kaldı. Elimi çekip bedenime yasladığımda bedenimdeki son güç kırıntısının da bedenimi terk ettiğini hissedebiliyordum. Sol elimi kaldırıp sağ elimde bulunan yaranın üzerine bastırdım.

“Onu güvenli bir yere götürün ve benden gelecek emirleri bekleyin,” dedi Pars Alaz karşısındaki adama bakarken.

Adam kafasını olumlu anlamda sallayıp dizlerinin üzerine çökmüş halde bulunan Sinan’ın kolunu tutup onu yerden kaldırarak çıkışa yönlendirdi. İkisi de gözden kaybolduğunda Pars Alaz elinde tutuğu silahını oturduğu koltuğun üzerine atarak bana döndü.

“İyi misin?” diye sordu.

İyi falan değildim. Bütün vücudum acıyla kıvrılıyordu ama bunu ona söylemeye niyetim yoktu.

“İyiyim,” dedim elimi yaranın üzerinden çekerken. “Eğer başka bir nişane takdim etmeyeceksen ben gidiyorum.”

Sırtımı Pars Alaz’a dönerek çıkışa doğru yöneldiğimde baldırımdaki ağrı yüzünden topallamak zorunda kalıyordum ve bu da yürüyüşümü yavaşlatıyordu. Şu an kesinlikle darmadağın bir haldeydim ve beni bu halde görmesini istediğim son insanın karşısındaydım.

“Bu halde mi gideceksin? Hem araban da yok bütün yolu bu halde yürüyerek mi gitmeyi planlıyorsun?”

Olduğum yerde duraksayıp geri dönerek ona baktım. Koltukta bacak bacak üstüne atmış bir şekilde oturuyordu. Bakışları bende değil de karşısında bulunan şöminedeydi.

“Ortağın için koca bir bölgeyi patlattın ama ona bir araba dahi vermeyecek misin?”

Aslında bu soruyu öylesine sormuştum. Savaş’ı arayıp beni buradan almasını planlıyordum. Onun arabasına ya da herhangi bir şeyine ihtiyacım yoktu.

“Bunu yapabilirim,” dedi oturduğu yerden kalkarak ağır adımlarla bana doğru ilerlerken. “Ama yapmak istemiyorum. Çünkü içimden bir ses gitmene izin verirsem tekrar başını belaya sokacağını söylüyor haksız mıyım?” Önüme gelip duraksadığında bedeni dimdikti.

“Arabana ihtiyacım yok başımın çaresine bakarım,” dedim sırtımı ona doğru döndürdüğümde.

İlerlemek için hamle yaptığımda Pars Alaz sol bileğimi kavrayarak beni duraksattı. “Gitme,” dedi fısıltıyla. Eğer Pars Alaz’ı tanımasam şu an bana yalvardığını düşünebilirdim. “Eğer gideceksen de önce izin ver yaralarını sarayım.”

Tutuşu gevşekti. İstesem elinden rahatlıkla kurtulabilirdim. İçgüdülerime güvenmeli ve ondan elimden geldiğince hızlı bir şekilde uzaklaşmalıydım. Bunu biliyordum. İçgüdüsel olarak emindim ama bir türlü hareket edemiyordum.

"Bunu yapmana gerek yok," dedim kolumu elinin içinden çekmeye çalışırken.

"Biliyorum," dediğinde tutuşunu sertleştirerek kolumu çekmeme engel oldu.

"Öyle ise neden yapıyorsun?" diye sordum ona doğru dönerek.

Aramızda mesafe o kadarda uzak değildi ama nedense çok uzak hissettiriyordu. Bu garipti. Öyle bir an geliyordu ki onu çok iyi tanıyormuşum gibi hissediyordum ama böyle anlarda aslında hakkında hiçbir şey bilmediğimi daha net hissediyordum.

“Bilmiyorum,” dedi sakin bir tonda.

Kendimi zeki bir kadın zannederdim ama bu adamın karşısındayken nedense tam tersiymiş gibi hissediyordum. Bu adamı çözemiyordum. Bu yüzden de merakım beni ele geçiriyordu.

“Ne istiyorsan yap,” dediğimde tutuğu bileğimi bıraktı.

Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyordum.

“Benimle gel.”

Dediğini yaparak Pars Alaz’ın peşinde ilerlemeye başladım. Bu sefer çıkışa değil de çıkışın hemen karşısında bulunan alana doğru ilerledik.

Burası gerçekten büyük bir evdi. Geniş bir holde ilerlerken, gözlerim holde asılı duran birkaç tablonun üzerinde takıldı ama yine de bakışlarım önümde ilerleyen Pars Alaz’ın sırtındaydı. Geniş bir alana geldiğimizde karşı karşıya duran iki kapı bizi karşıladı. Pars Alaz sağdaki kapının önüne gelerek duraksadı.

“İlk önce bir duş al. Senin için kıyafet getirtmelerini istedim.”

Normalde olsa söylediği hiçbir şeyi yapmadım ama şu anda inatlaşacak gücü kendimde bulamıyordum. Bedenimi saran ağrılar buna engel oluyordu. Hiçbir şey söylemeden önüne geçerek odanın kapısını açıp içeri girdim ve kapıyı sertçe ardımdan kapattım.

Burası geniş bir odaydı ama buna rağmen odada çift kişilik büyük bir yataktan başka bir şey yoktu. Giriş kapısının hemen yanında ise bir kapı daha vardı. İçeriye doğru adımladığımda beyaz çarşafların üzerinde katlı bir şekilde duran kıyafetler gözüme ilişti.

Ağrı adımlarla kıyafetlerin yanına ilerlediğimde beyaz bir tişört, klasik bir kot pantolon ve bir çift siyah iç çamaşırı duruyordu.

Üzerimdeki paltoyu çıkartıp yatağın üzerine attım. Toz ve kanla kaplı olan paltom beyaz çarşafların üzerinde bir leke gibi duruyordu ama bunu umursamadım. Şu an kendimi yetenekli bir ustanın elinde ölümü arayan bir kukla gibi hissediyordum kendimi. Ruhsuz, sadece etten oluşan bir beden.

Hafifçe eğilip yatağın üzerinde duran iç çamaşırlarını alarak banyo olduğunu tahmin ettiğim kapıya doğru ağır adımlarla ilerlerken kendimi yorgun hissediyordum. Sanki Tanrı beni sonsuz yorgunlukla lanetlemişti.

Ayaklarımı birbiri ardına sürükleyip kapıya ulaştığımda yavaşça kapıyı açarak içeriye girdim. Haklıydım burası banyoydu. Oda gibi tamamen beyazın hâkim olduğu geniş bir banyo. Banyoya adım atıp elimdeki iç çamaşırları hemen kapının yanında duran küçük oturma sandalyesinin üzerine bıraktım.

Banyonun içerinde kocaman bir küvet, geniş bir duşa kabin ve büyük bir boy aynası duruyordu. Kim banyosuna kocaman bir boy aynası koyardı ki?

Şu an aynada göreceğim şeye pek hazırlıklı değildim. Bu yüzden aynayı teğet geçerek küvetin önüne gelip duraksadım. Bedenimin ihtiyacı olan soğuk bir suydu. Küvetin soğuk su tarafını açarak dolmasını beklemeye başladım.

Küvetin dolmasını beklerken bir yandan da üzerimdeki siyah elbiseden ve iç çamaşırlardan kurtuldum. Tamamen çıplaktım. Başımı eğip bedenime baktım. Vücudumun her noktası morluklarla kaplı gibiydi. Geriye doğru birkaç adım atarak boy aynasının karşısına geçtim. Gerçekten berbat haldeydim.

Sağ gözümün altında kocaman bir şişlik ve morluk vardı. Yeşil gözlerimin çevresinde ise kızarıklık vardı. Sadece kemikten ibaret suratımın birçok yerinde küçük morluklar vardı.

Gözlerim vücuduma kaydı. Hemen göğsümün altında karnımın birkaç yerinde morluklar vardı. Elimi morlukların üzerinde dolaştırdım. Bu canımı yaksa da devam etti. Sonunda haftalar önce karnımda oluşan yaranın üzerine gelip duraksadım. Yara iyileşmiş ama izi kalmıştı. Karnımdaki birçok iz gibi o da yerini almıştı. Sayıları çok fazlaydı ama bu manzaraya o kadar aşinaydım ki umursamadım.

Aynanın karşısında yan dönerek kolumdaki kesiğe baktım. Çok derin bir kesik sayılmazdı. Hatta 5-6 santimlik bir sıyrıktı ve kanaması çoktan durmuş, kan pıhtılaşmaya başlamıştı.

Sırtımı aynaya dönüp omuzlarımın üzerinden aynaya baktım. Sırtımda da çok fazla morluk vardı ama en büyük morluk sırtımın tam ortasında ve sağ baldırımdaydı. Morluğu görünce bacağımın bu kadar ağrımasına şaşmamak lazımdı. Baldırımdaki morluk merdivenlerden yuvarlandığım zaman olmuş olmalıydı. Sırtımdaki ise durmak için sertçe duvara çarptığım zaman oluştuğunu tahmin ediyordum.

Kısacası şu an beyaz tenimde morarmayan bir nokta bulmak imkânsız gibiydi.

Küvet dolup taşmaya başlayınca kendimi incelemeyi bırakıp hızlıca musluğu kapattım. Ayaklarımı küvete sokarken soğuk su karşısında bedenimin irkildiğini hissettim. Sanki bedenim eriyip suya karışacak bir buz kütlesiydi. Soğuk suyun değdiği her yer daha da sızlıyormuş gibi hissediyorum ama bunu umursamadan kendimi suyun bedenine bıraktım. Bedenime bulaşan kan suya karışıyor, bedenimin tamamını kaplıyordu. Gözlerimi kapayıp kendimi tamamen suyun içine ittim.

Ruhum özgürleşiyordu.

Bedenime ve ruhuma ağır gelen şeyler yok olmuştu. Bir geri sayım başlamıştı. Bu bir dans gösterisiydi. Müzik kalp atışlarım, sahnem yokluk, seyircim yaşam ve partnerim ise ölümdü.

6...

Ölüm ağır adımlarla sahneye çıktı.

5...

Yaşam bütün sahneyi inletecek şekilde alkış tutmaya başladı.

4...

Müzik, ritmini artırdı.

3...

Bedenimdeki ölü papatyalar diz çöküp Tanrı'ya dua etmeye başladı.

2...

Ölüm, bedenime biraz daha yaklaştı.

1...

Tekrar ana rahmine düşecektim, yani bir tabuta. Tekrar doğacaktım bir ölü olarak. Sonra dans edecektim karanlık ve sessizlikle.

"Ölüm, Tanrı'nın kusurlu ruhlar için yarattığı bir kurtuluştur Hera."

Bilincimi yitirirken biri bana fısıldıyordu.

"Ve senin ruhun ölmek için çok kusursuz," diyerek devam ederken sözlerine bedenim ruhuma karşı gelerek yaşama koşuyordu. İki yol vardı: yaşam ve ölüm.

Bedenim yaşamı arzuluyorken ruhum ölümü arzuluyordu.

Su beni daha da derine çekerken bir okyanusun ortasında kaybolmuş bir kayık gibiydim. Gökyüzü karanlık, okyanus hırçın ve yıldızlar kayıptı. Yönümü bulamıyordum. Çabaladıkça daha uzağa, bilinmezliğe doğru ilerliyordum. Bir ışık, bir ses arıyordum. Beni bulunduğum bu bilinmezlikten, bu karanlık ve sessizlikten kurtaracak.

Bir ses... Beni bütün bu karmaşadan çekip kurtaracak bir ses. Bedenim sese doğru ilerlemeye çalışırken suyun içinde çırpındığımı fark ettim. Ciğerlerim acıyla yanıp kavruluyordu. Nefessizlik beni boğuyordu. Kendimi yukarı doğru itip sudan çıktığımda öksürükler boğazıma tırmanırken kalbim göğüs kafesimi tekmeliyordu adeta.

Bedenimdeki sızılar soğuk su sayesinde uyuşmaya başlamıştı. Keşke beynim beni yiyip bitiren düşünceleri de böyle uyuşturabilseydim.

Akrep yelkovanın inine sızmaya çalışırken zaman kavramım yitip gitmişti. Su artık bedenime zarar vermeye başlamıştı. Bedenimin titremelerine engel olamıyordum. Bu titremeye soğuk su mu yoksa hala yaşıyor olduğum gerçeği mi sebep oluyordu, anlamak zordu.

Ses?

Beni okyanusun bilinmezliğinden kurtaran sesi tekrar duymayı bekledim. Tekrar duymuştum. Odanın kapısı çalınıyordu.

Nefes alışverişlerim ve kalp atışlarım düzene girdiğinde küvetin içinden çıktım. Hemen karşımda duran kapının yanındaki dolabın yanına vardım. Kapı bu sefer daha sert çalınınca banyonun kapısını hafifçe aralayıp bağırdım.

“Bir dakika.”

Tekrardan kapıyı kapayıp dolaptan bir havlu olarak elimden geldiğince hızlı bir şekilde bedenimi kurutup dolaba koyduğum iç çamaşırlarını giydim. Sutyen biraz küçük gelmişti. Bu yüzden de göğüslerim sutyenden taşıyordu ama elimdeki tek kullanabilir şey buydu. Dolaptan küçük bir havlu daha alıp saçlarımı gelişi güzel içine tıkadım ve kapının üzerinde asılı duran beyaz bornozlardan birini alarak üzerime geçirdim.

Bacaklarım ve ellerim titriyordu. Kulağımda ise tiz bir çınlama vardı ama bunları yok sayarak banyosunun kapısını açtım ve odaya geçtim. Odaya geçtiğimde kapı tekrar çalındığında bornozumun önünü bağladım.

“Gel,” dedim ve kapıya döndüm.

Kapı ağır ağır aralandı ve sonunda tamamen açıldığında Pars Alaz ve elinde bir tepsi tutan genç bir kız karşımda duruyordu.

“Gidebilirsin,” dedi Pars Alaz tepsiyi genç kızın elinden alarak.

Genç kız başıyla onaylayıp Pars Alaz’ın dediğini yaparak hemen uzaklaştı. Pars Alaz ise içeriye girerek kapıyı arkasından kapattı. Başını kaldırıp bana baktı ama bu kısa sürmüştü. Birkaç adım ilerleyerek yatağın yanına geldi ve elinde tutuğu tepsiyi yatağın üzerine bırakıp doğruldu.

Üzerinde biraz önce giydiği takımlardan farklı bir takım vardı. Beyaz bir gömlek, tamamen siyah bir yelek ve yelekle aynı renkte bir pantolon giyiyordu. Gömleğin üsten ilk iki düğmesi açıktı ve gömleğinin kolları dirseğine kadar katlıydı.

“Otur,” dedi eliyle yatağı gösterirken.

Hera Ateş yatak odasında bir erkekten emir alıyordu. Bugün gerçekten garip şeyler oluyordu değil mi?

“Anlaşılan sende yatakta emir vermeyi seven tiplerdensin,” dedim yatağa doğru ilerleyip Pars Alaz’ın yanından geçerek tam karşısına otururken.

Pars Alaz’ın yüz ifadesini görmek için başımı kaldırıp baktım. Uzun bir adamdı. Ayakta dururken bile ona bakmak zorken otururken daha zor oluyordu. Bu yüzden ellerimden destek alarak biraz geriye doğru yaslanıp başımı daha da kaldırdım.

Pars Alaz ise beklemediğim bir hareket yaparak bana doğru eğildi. Yüzü yüzüme çok yakındı ve kesinlikle artık onu daha rahat görebiliyordum.

“Severim,” dedi fısıltıyla. Bakışları bakışlarıma kilitliyken.

Bedeninden yayılan taze ve ferah bir koku burnumu doldurdu. O da tıpkı benim gibi duş almış olmalıydı. O bu kadar yakınımdayken doğru düşünmem imkânsız hale geliyordu.

“Neyi?” diye sorduğumda kalın kavisli kaşı havalandı.

Az önce neyden bahsettiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Onu kokusu dikkatimi dağıtıyordu. Onu sıcaklığı düşünmeme engel oluyordu.

“Emir vermeyi.”

Bedenini benden uzaklaştırdı ve benim gibi yatağa oturdu. Bir bacağını kırıp yatağın üzerine koyarak bana döndü. Bende tıpkı onun gibi dizimi kırarak yatağın üzerine koyarak ona döndüm.

Aramızda duran tepsiyi alarak kucağına koyup yatağın üzerinden hafife kayarak bana daha da yaklaştı. Bacaklarımız birbirine değiyordu ama geri çekilmek için bir hamle yapmadım, o da yapmadı. Pars Alaz dikkatle kucağındaki tepsiye bakarken ben de başımı eğerek tepsiye baktım.

İçinde batikon, pamuk, gazlı bez, ne işe yaradığını bilmediğim birkaç merhem ve birkaç ilaç vardı.

Pars Alaz pamuk paketinin içinden küçük bir parça pamuk koparttı ve batikonun kapağını açarak pamuğun üzerine birkaç damla damlattı. Sonra hazırladığı pamuğu tepsinin üzerine koyarak tepsiyi alıp yanına yatağın üzerine koydu. Biraz daha bana yaklaştı.

Artık bacaklarımız birbirine değmekle kalmıyor, sanki birbirlerine yapışık haldeydiler. Bir eliyle tepsiye koyduğu pamuğu alırken bir elini çenemin altına yerleştirip başımı kaldırmam için eliyle hafifçe ittirdi. Dokunuşlarını yumuşaktı. Başımı hafifçe kaldırdığımda gözleri bir anlığına gözlerime buluşup tekrar dudaklarıma indi.

Elinde tutuğu pamuğu üst dudağımda bulunun yaranın üzerine hafifçe bastırdı. Pamuk dudağıma değince küçük bir sızı olmuştu. Refleks olarak biraz geriye doğru çekildiğimde iki parmağıyla çenemi hafifçe tuttu.

“Canını mı yaktım?”

Gerçekten bu kadarcık şeyin canımı yakacağını mı düşünüyordu ya da benimle dalga mı geçiyordu? Başımı hafifçe olumsuz anlamda salladığımda bakışları kısa bir süreliğine tekrar gözlerime takıldı. Sonra ise pamuğu tekrarda yaranın üzerinde bastırdı ama bu sefer bir şeyler faklıydı.

Başını biraz daha yaklaştırdı ve her pamuğu bastırdığında hafifçe dudağıma üflüyordu. Solukları soluklarıma karışırken dokunuşları tıpkı bir kuş tüyü kadar narindi. Canımı yakmamak için özenli davranıyor gibiydi.

Canım yanmıyordu. Artık fiziksel yaralar canımı yakmanın yanından bile geçmiyordu. Yara açılır, biraz kanar, bir yara bandı yapıştırırsın ve sonunda kabuk bağlardı. Bir süre sonra ise o yaranın varlığını bile unuturdun. Benim canımı yakan ruhumdaki yaralardı. Ruhtaki yaralar yara bandı tutmaz, kabuk bağlamaz, iyileşmezdi.

Ruhumdaki yaralar kanıyor.

Ruhumdaki yaralar acıyor.

Peki onları sarabilir miydi?

Şu an düşündüğüm şeyin büyük bir saçmalık olduğunu biliyordum ama yine de kendimi düşünmekten alıkoyamamıştım. Narin dokunuşları sanki bunun mümkün kılabilecekmiş gibi hissettiriyordu.

Pars Alaz geriye doğru çekildi ve elindeki pamuğu tepsinin üzerine attı. Sonra vakit kaybetmeden merhemlerin içinden birini alarak kapağını açıp işaret parmağının üzerine birazcık sıktı. Merhemi tekrar tepsinin üzerine bırakıp bana döndü.

“Bu yaranın daha hızlı iyileşmesini sağlayacaktır,” dedi işaret parmağındaki merhemi hafifçe dudaklarıma değdirip yaranın üzerine sürerken.

Dudağım hafif aralandığında bir şey söylemek istedim ama şu an beynimin içindeki bütün cümleler anlamsızdı. Parmağını dudağında çekip geriledi.

“Şimdi koluna bakabilir miyim?”

Hiçbir şey söylemeden bakışlarım Pars Alaz’ın üzerindeyken giydiğim bornozun ipini yavaşça çözdüm. Pars Alaz’ın bakışları bir anlığına ellerime inse de tekrardan yukarı çıkarak bakışlarıma kilitledin. Ellerimi bornozun üs kısmına attığımda bornozu hafice iterek omuzlarımdan aşağıya düşmesini sağlamıştım. Şu an da Pars Alaz’ın karşısında sadece sutyenim ile duruyordum ama onu bakışları gözlerimden başka bir yere kaymıyordu.

Bacağımı yataktan indirip yana doğru döndüğümde omuzum üzerinden ona bakıyordum. Bana biraz daha yaklaştı ve tıpkı biraz önce yaptığı gibi yeni bir pamuk alarak özenle hazırladı ve yaramın üzerine bastırdı. Tıpkı dudağıma yaptığı gibi koluma da üflüyordu.

Soğuk bedenim sıcak nefesi karşısında savunmasız gibiydi. Her üflediğinde sırtımdan yukarı bir ürpertinin çıktığını hissediyordum. Bu durumdayken hareketsiz kalmak zordu.

“Derin bir kesik değil,” dedi elindeki pamuğu tepsinin içine atarken. “Birkaç kez daha pansuman yapıldığında rahatlıkla iyileşecektir.”

Buradan gittikten sonra hiçbir yarama pansuman yapmayacaktım ama bunu ona söylemedim. Tekrar biraz önceki merhemi alıp parmağını sıktı ve kolumda bulunan yaraya özenle sürdü. Merhemi tepsinin içine bırakıp gazlı bezi aldı.

“Kolunu biraz daha kaldır,” dediğinde dediğini yaparak kolumu kaldırdım. Gazlı bezle yaramı büyük bir ustalıkla sardı. Bu daha önceden de yaptığı anlaşılıyordu.

“İnsanların yaralarını sarmakta iyisin. Sanırım daha önce bunu çok fazla yaptın.”

Eline küçük bir bant alıp bezin bitiş noktasına yapıştırıp sabitledi. İşi bittiğinde geriye doğru doğruldu ve bedenini dikleştirdi.

“Daha önce bunu kendim hariç sadece bir kişiye yaptım.”

Buz mavisi gözleri tekrar gözlerime buluştuğunda ne olduğunu çözemediğim bir duygu belirip kayboldu gözlerinden. Başını tekrardan tepsiye çevirdiğinde başka bir kremi eline alıp bana doğru uzattı.

“Bunu morlukların olduğu yerlere sürersin. Ağrılarını hafifletir ve morlukların daha hızlı solmasına yardımcı olur.”

Bir bana uzattığı kreme bir de Pars Alaz’a baktım. Şu an aklımdan geçen şeylere ben bile inanamıyordum ama nedense içinde karşı koyamadığım bir dürtü bunu yapmam için beni zorluyordu.

“Bunu da sen sürmeyecek misin?” diye sorduğumda Pars Alaz’ın mermer gibi ifadesinin birkaç saniye bile olsa dağıldığına şahit olmuştum. Bu bile benim için yeterliyken içimdeki doyumsuz kadın o mermer suratın altında yatan o ifadeyi tekrar görmek için yanıp tutuşuyordu.

Bu yüzden kontrolü o kadının almasına izin verdim. Bedenimi Pars Alaz doğru döndürüp ellerimi geriye doğru atıp yatağın üzerine sabitledim ve bedenimi geriye doğru yasladım. Pars Alaz dikkatle beni izliyordu ve yüzünde ne yapacağımı kesemiyor gibi bir ifade vardı.

Yerde ki bacağımı yatağın üzerine çekerek her hareketimi dikkatle izleyen Pars Alaz’ın kucağına koydum ve hafif yana eğerek morluğu daha iyi görmesini sağladım. Bakışları bakışlarımdan bacağıma kaydığında morluğun olduğu yerde duraksadı.

“Buraya sürmek benim için biraz zor olabilir. Sen sürer misin?”

Bakışlarını kaldırıp karanlıkta bile bir insanın ruhuna işleyen gözleri benim gözlerime mühürlendiğinde her an avına saldırmak için karanlığın içine saklanmış o avcıyı görebiliyordum. Sanki zifiri karanlığın içinde bile beni rahatlıkla görüp avlayabilecekmiş gibi duruyordu.

Beni avlamak için yanıp tutuşan o kurdu daha fazla görmek istiyordum. Bacağımı biraz daha Pars Alaz’ın kucağına doğru ittiğimde bacağım kasıklarının arasında duruyordu. Odadaki bütün hava ve sesler bir köşeye çekilmiş gibiydi. Şu an duyduğum tek şey Pars Alaz’ın ve benim hızlanan nefeslerimizin sessiydi.

Pars Alaz bir şey söylemeden ağır ağır elinde tutuğu kremi açtı. Kremi açtıktan sonra işaret ve orta parmağının üzerine bolca sıktı. Bunu yaparken bende dikkatlice onu izliyordum.

Kremi tepsinin üzerine bırakmaktansa yatağını üzerine gelişi güzel attı ve kendini ittirerek bana biraz daha yaklaştı. Bu hareketi yüzünde Aramızdaki bacağım üçgen şeklini almıştı ve bornozum tamamen bacaklarımdan kaymıştı.

Başını hafif yana eğip baktı. Şu an tam olarak nereye baktığını kestiremiyordum. Umurumda da değildi. Elini bacağıma değdirmeden bacağımın üzerinde ağır ağır hareket ettirdi. Bana dokunmuyordu ama yine de bu garip hissettiriyordu. Eli kalçalarımın biraz altında duran morluğun üzerinde geldiğinde duraksadı.

Bakışları bacağımdan yukarı ağır ağır tırmandı ve göğüslerimde biraz oyalandıktan sonra gözlerime tırmandı. Gözlerimiz kesiştiğinde iki parmağını baldırımdaki morluğun üzerinde hafifçe bastırdı. Bu hareketi yüzünden istemsizce ağzımdan bir inilti döküldü. Pars Alaz memnun olmuş bir ifadeyle gülümsedi. Bu iniltinin sebebi onun dokunuşları mı yoksa morluğun sebep olduğu sızı mıydı bilemiyordu.

Pars Alaz iki parmağını hafifçe morluğun üzerine bastırdığında bedenim bir yay gibi gerildi. “Sana benim ile oynamamanı söylemişti,” dedi halinden memnun bir ifadeyle.

Şu an benimle oynadığının farkındaydım ama bunu onun yanına bırakmaya niyetim yoktu. Ayağımı Pars Alaz’ın kasıklarına hizalayıp hafifçe bastırdığımda bana bakan gözleri irileşti. Ayağımın altındaki varlığının yavaş yavaş uyanmak üzere olduğunu hissediyordum.

Pars Alaz ise hiç bozuntuya vermeden parmaklarını bacağımdan yukarıya kaydırmaya başladığında kalçalarıma biraz daha yaklaştı. Parmaklarını her hareket ettiğinde yatağın üzerindeki bedeni bana doğru eğiliyordu. Tam ağzımı açıp bir şey söyleyeceğim an kapı çalınmaya başladı.

“Efendim, bütün konukların toplanma yerine ulaştı ve sizi bekliyorlar.”

“Siktir,” dedi Pars Alaz geriye doğru kayıp bedenini dikleştirdiğinde. Bende hemen bacağımı kucağından çekerek oturur pozisyona geçtim.

“Tepsinin içinde ağrılarına iyi gelecek ağzı kesiciler var. Onları al ve biraz dinlenmeye çalış. Benim birkaç saatlik bir işi var. Hemen döneceğim. Ben gelmeden gitmeyi aklının ucundan bile geçirme anladın mı?”

Cevap bile vermemi beklemeden hızla ayağa kalktı ve kapıya doğru yöneldi. Kapıdan çıkmadan önce aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı ve elini beline atarak bir silah çıkardı ve bana döndü.

“Bunu al. Ne olur ne olmaz diye,” dedi silahı bana uzatırken. Hiçbir şey demeden silahı aldığımda hızla odadan çıktı. Odada yalnız kaldığımda tutuğumu bile fark etmediğim nefesimi bıraktım.

Az önce ne olmuştu?

Bedenim titriyordu ama bunu sebebinin acı olmadığını biliyordum. Şu an bunları düşünmek istemiyordu. Dediği gibi biraz dinlenmeliydim.

Pars Alaz’ın bana verdiği silahı kalçalarımın yanına koyup yatağın üzerinde biraz eğilerek tepsiyi kendime doğru çektim. Haklıydı buradaki çocuğu ilaç ağrı kesiciydi. İlaç birini elime alarak şişesinin kapağını açıp ilacı avucumun içine koydum.

İlacı dişlerimin arasına koyup bekledim. İçebileceğim bir şeyler aradım ama yoktu. İlacı dişlerimin arasından ağzıma doğru ittirip kafamı hızla geriye doğru iterek ilacı yuttum.

Sonra da tepsiyi yere koyup ayağa kalktım. Silahı elime alıp yatağın hemen yanında bulunan komodinin üzerine bırakarak yatağın üzerinde bulunan yorganı açıp altına girdim ve biraz önce yaşanan şeyleri zihnimde tekrarlanırken kendimi uykunun kollarına bıraktım.

***

Genç kız ardında onu kovalayan siluetleri yok sayarak koşmaya devam etti. Arkasına bakamazdı. Zifiri karanlık bir ormandaydı ve her an her yerden çıkabilecek tehlikeleri göze aldığından arkaya bakmak büyük bir riskti. Şu an yapabileceği tek şey temkinli ve hızlı adımlarla koşmaktı ve öyle de yaptı.

Arkana bakma.

Arkana bak.

Koşmaya devam et.

Dur.

İblisleri seni almaya geliyor karşı koyma.

Karşı koy.

Gecenin koynunu delip geçen kar taneleri bir bıçak misali genç kızın bedenine saplanıyor, teninde eriyerek kaybolan kar taneleri ruhunda derin yaralar açıyordu.

Durdu.

Kafasını kaldırıp etrafa göz attı. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Karanlıktı, ağaçlar boylu boyunca uzanıyordu. Nereye baksa her yer aynı gibiydi.

Üzerine giydiği ince beyaz geceliği ıslanmış bedeninin bir deri gibi sarıyordu. Bedeni soğuk karşısında titredi. Kollarını sıkı sıkı bedenine sararken çıplak ayakları tekrar toprağın göğsünü dövmeye başladı.

Koşuyordu ama nereye varacağını kendi de bilmiyordu. Beyni tıpkı ayaklarının altından boşalan kanın ardından boş kalan damarlar gibiydi.

Soğuk diye düşündü genç kız. Çok soğuk.

Karanlık sokakları bir bir geçerken takip ettiği pusulası kalbiydi. Kalbi onu yarı yolda bırakmazdı. Beyni boştu ama kalbinin içinde o kadar büyük bir sızı vardı ki bütün bedenini yönetmeye yetiyordu. Düşünmeye ihtiyacı yoktu. Sadece hissetmeliydi.

Biraz daha koştu. Biraz daha ve biraz daha.

Bedeni artık onu karşı koyuyordu. Çok soğuktu. Sanki bir buz kütlesine hapsolmuş gibiydi. Bilinci git gide köreliyor, acıyla sızlayan ayakları tökezliyordu. İlerlemesini sağlayan tek şey kalbindeki sızıydı. Bedenini yakıp geçen soğuktan daha baskın olan bir sızı.

Biraz daha ilerledi ve durdu.

Kafasını kaldırıp etrafa bakındı. Karanlık onu içine çekiyordu. Sessizlik satırlarca konuşuyordu.

Burası ıssız ve dar bir sokaktı. Yıkık evlerin arasında sokağı aydınlatmak için bulunan birkaç sokak lambası vardı ama karanlığı tamamen aydınlatmaya yetmiyordu. Küçük bir tabelada silik bir yazı, genç kız yazıyı daha iyi okumak için yaklaştığında toz içinde olduğu için okuyamadı. Nerede olduğumu bilmesi gerekiyordu, bu nedenle beyaz geceliğinin eteğiyle tabelanın üstünü biraz daha temizledi. Artık yazı biraz daha netleşmişti ama karanlık nedeniyle hala okumakta güçlük çekiyordu. Genç kız biraz daha tabelaya yaklaştı ve tabelada gördüğü kelime yüzünden afallamıştım. Bu kelime Ölümdü.

Daha önce hiç böyle bir sokak ismi duymamıştı. Asıl tuhaf olan şey o değildi. Bu sokak ölümün portresiydi. İsmiyle bağdaşan bu sokak, yalnızlığın ve bilinmezliğin yansıtılabileceği en güzel portrelere bile taş çıkaracak cinsteydi. Genç kızın ruhunun dünyada vücut bulmuş hali gibiydi.

Bu esrarengiz portre karşısında mühürlenmiş bir edayla etrafında dönüyor ve her ayrıntıyı beynine kaydediyordu ama burası gelmek istediği yer değildi. Bunu hissediyordu. Bu yüzden acıyı yok sayarak koşmaya devam etti.

Artık arkasında onu kovalayanları unutmuştu. Sadece ulaşmak istediği yere doğru koşuyordu.

Biraz daha koştu.

Biraz daha.

Gelmek istediği yere sonunda ulaşmıştı. Yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle ilerlemeye devam etti. Geldiği yer bir mezarlıktı. İlerlemeye devam etti. Artık beyni gibi kalbide susmuştu. Bedeni ruhu olmayan bir kukla gibi ilerlemeye devam etti. Sonunda istediği yere ulaşmıştı. Sonunda ruhuna ulaşmıştı.

Bir mezarın başına gelip durdu. Zorla birkaç adım daha attı. Mezar taşına tutunarak dizlerin üzerine yığıldı. Son enerjisi de artık tamamen bitmişti. Bedeni mezarın üzerine kapaklandı. Olması gereken yerdeydi. O ölü bir ruhla yaşamaya mecbur edilen bir bedenden ibaretti.

Onun ruhu bu mezarın içindeydi.

Onun kalbi bu mezarın içindeydi.

Onu o yapan her şey bu mezarın içindeydi.

Gözleri ağır ağır kapandı. Gece bir anne kucağı gibi bedenini sarmaladı.

Hissizleşmişti.

Hiçbir şey hissetmiyordu. Artık soğuk değildi. Artık kalbi sızlamıyordu.

Eğer Tanrı gerçekten varsa ona artık acımalı ve ruhunun gömülü olduğu bu mezarlıkta hemen şimdi onun bedenini de almalıydı.

Bekledi.

Bekledi.

Bu bekleyiş umuda gebe kalmış bir zamanın doğum habercisiydi. Birinin varlığını hisseti. Ölümün onu almaya geldiğini düşledi ama değildi. Başını hafifçe toprağın üzerinden kaldırdı ve karşısındaki adama baktı.

Titredi, bedeni hâlâ beyninin göndermekte olduğu bunaltıcı, çelişkili sinyallerle savaşıyordu. Bayılabileceğini hissetti ve bu olasılık genç kızı telaşa düşürdü ama gözlerini bir türlü karşımda duran adamdan alamıyordum.

Boyu uzundu, omuzları genişti, çizmeleri, siyah pantolonu ve siyah tişörtünün üzerine geçirdiği deri ceketiyle sert ve zarifti. Orada öylece, hiçbir şey yapmaksızın dikiliyor olsa bile, onu dikkat çekici kılan şey cüssesinden ziyade etrafını çevreleyen güç aurasıydı. Duruşu, istediği her yöne hiç tereddütsüz gidebilmesini sağlayacak derecede mükemmel dengesi, vücudunu sıkı sıkı saran siyah pantolonunun gözler önüne serdiği güçlü, kaslı bacakları; hepsi de fiziksel kondisyonu zirvede olan bir adamı işaret ediyordu.

Yüzünün kemikli yapısı ince ve zayıftı, keskin hatlı yüksek elmacık kemikleri ve ince, yüksek köprülü bir burnu vardı. Ama aslında bu adamı öne çıkartan şey gözleriydi. Saçları koyu renk, teni yanıktı. Göz kapakları yarı kapalı, gözleri ise o kadar açık maviydi ki ayna olarak kullanılabilirdi. Bakışları dik, soğuk denebilecek kadar keskindi. Gözleri genç kızın üzerine odaklanınca sanki aniden ilgi odağı olmuş gibi hissetti.

Adamın eli hafifçe havalandı ve genç kızı bakışları adamın elindeki silaha kaydı. İçinde keskin, uyaran bir acı dalgası hissetti ama buna engel öldü. Karşısındaki adam onu için gelmiş bir ölüm meleğiydi ve genç kız onu kucaklamak için hazırdı.

Yattığı mezarlığın üzerinden doğruldu ve dizlerinin üzerine karşısındaki adamın tetiği çekmesini bekledi ama bunun yerine üzerinde durduğu mezarlık hareketlendi. Mezarlığın içinde çıkan iki el kızın bacaklarını sertçe kavradı ve onu mezarlığın içine çekmeye başladı.

Genç kızın istediği buydu ama yine de onu çeken ellere karşı koymaya çalıştı. Karşısında dimdik duran ve onu izleyen adama doğru elini uzattı ama adam elindeki silahla kıpırtınızca durmaya devam etti. Genç kız toprağa gömülürken görebildiği tek şey zifiri karanlıkta ona doğru bakan buz mavisi gözlerdi.

***

“Efendim?” dedi korku dolu bir ses.

Yattığım yerden hızlıca doğrulurken elimi komedinin üzerinde duran silaha gitti ve silahı karşıya doğrulttum. Karşımda hizmetçi kız korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Ne yapacağını kestiremiyor gibi bir bana bir silaha baktı ve sonunda kendini toplayarak konuştu.

"Efendim bir an önce buradan çıkmalısınız."



Ve bir bölümün daha sonuna geldik. Bölüm sonu geleneğimiz olarak buraya düşüncelerinizi bırakırsanız çok sevinirim.

Pars ve Hera hakkındaki düşünceleriniz neler?

Hepinizi çok seviyorum. Öpüldünüz. 🖤

Instagram; kayipmedusaa




HERKESİN EFENDİSİUnde poveștirile trăiesc. Descoperă acum