11. PORSELEN FİNCAN

En başından başla
                                    

Ölüm böyle bir şey miydi? Karanlık, soğuk, koca bir bilinmezlik... Buna ölüm denebilir miydi?

"Lütfen uyan artık! Korkuyorum!"

Sesi o kadar kırılgan ve narindi ki bedenimin bir kuş tüyü gibi hafiflediğini hissediyordum. Yanağıma damlayan bir damla yaş ile kendime gelmeye çalıştım. Ağlıyordu. Gözyaşları gözyaşlarıma karışıyor, yanaklarımı ıslatıyordu.

Kendimi zorlayıp ellerimi parkeye dayayarak bedenimi itmeye çalıştım ama sanki koca bir enkazın altında kalmıştım ve ne kadar uğraşırsam uğraşayım buradan kurtulamayacaktım.

"Yapamıyorum." dediğimde hıçkırıkları biraz daha büyüdü. Artık bütün duvarlarda yankılanıyor, kulakları sağır edecek kadar yükseliyordu. Ellerimi kulaklarıma bastırmak ve sesi engellemek istiyordum ama o ses beynimin içinde yankılanıyordu. İnsan beyninin içindeki seslere kulak tıkayabilir miydi ki?

Küçük elleri tekrar bedenime kaydı ve beni tekrar kaldırmaya çalıştı. Bu sefer bende ona yardım etmek için bütün gücümle savaştım. Bedenim yavaşça parkeden ayrılıyor, bilincim yavaş yavaş kendine geliyordu. Parkelerden ayrılan bedenimin ardında bıraktığı boşluk büyürken bulunduğum anlamsız durumda büyüyordu.

Ben kendimi ittikçe küçük kızda beni çekmeye çalışıyordu. Bu yardımı bedenimin üzerinde pek bir etkisi olmasa da ruhumu sarsıyordu. Sonunda doğrulabilmiştim. Sırtımı duvara yaslayıp her an tekrardan yere kapaklanmayı bekledim ama küçük kız yanıma geçerek bedenini bana yaslayıp oturdu. Düşmem için bedenime takoz oluyor, ağırlığımın altında ezilmesine rağmen ses çıkarmıyordu.

Onunda bana ihtiyacı olduğunu düşünüyordum. İkimizde ayakta kalmak için birbirimizden destek alıyor gibiydik. Biraz bekledikten sonra yavaş yavaş kendime geliyordum. Gözlerimin önündeki bulanıklık dağılıyor, hıçkırıkları sessizleşiyordu. Beynim acıyla savaşırken bedenim hissizdi.

Gözlerimi açmak için biraz zorlansam da sonunda başarabilmiştim. Gözlerimi açınca beni ilk karşılayan koca bir karanlıktı. Işık ise hayaletti, donuk ve ölü. Karanlık her yeri hakimiyeti altına almıştı, hiçbir yeri ve hiçbir şeyi ayırt edemiyordum. Uçsuz bucaksız koca bir karanlığın ortasında yalnızdık. Tepemizde sanki sadece bizi aydınlatan bir ışık vardı.

Bütün gücümü toparlayıp kafamı yanımdaki küçük bedenin sahibine çevirdim. Kafasını bana yaslamış oturuyor, küçük bedeni benim bedenimin yanında bile küçücük kalıyordu. Üzerinde beyaz kısa bir elbise vardı. Teni tıpkı kanı çekilmiş bir beden gibi bembeyazdı. Sanki bir heykeltıraşın elinden çıkmıştı. Belini geçebilecek uzunluğa sahip olduğunu düşündüğüm saçları katran karası ve dalgalıydılar. Saçları yüzünü örttüğü için onu görmemi zorlaştırıyordu.

Onu dürtüp bana bakmasını sağlamak ve yüzünü görmek istiyordum ama içimden bir ses bundan hoşlanmayacağını söylüyordu. Bu kız kimdi? Sanki onu tanıyor gibiydim. Onu tanıdığımı hissediyordum ama kim olduğunu hatırlamıyordum.

Karanlığın içinde birbirimize yaslı bir şekilde ne kadar oturduğumuzu bilmiyordum ama bedenim yavaş yavaş kendine geliyordu. O ise hiç hareket etmiyor, soluk alıp verişlerini bile duymuyordum. Eğer bana dokunan tenini hissetmiyor olsaydım onun burada olduğuna inanmazdım.

Biraz daha öyle oturmaya devam ettikten sonra hareketsizliği bozan o olmuştu. Bana yasladığım kolunu benden uzaklaştırdı. Bu hareket karşısında biraz irkilsem de bozuntuya vermedim. Kafamı çevirip hemen onun olduğu tarafa çevirdim.

Saçlarını kulaklarının arkasına atmıştı, bana doğru döndüğü için yüzünü daha net görebiliyordum. Buz mavisi gözleriyle o da beni inceliyordu. Gözlerimiz birbiriyle buluştuğunda buz parçaları ortalığa saçıldı. Bakışı o kadar donuktu ki içimin ürperdiğini hissediyordum. Yüzü bir çocuğun yüzü olamayacak daha donuk, kıpırtısız ve sertti. Sanki küçük bir bedene hapsedilen bir kadındı. Gözlerini gözlerimden bir saniye bile çekmedi. Göz kırpmıyor ve bu durum beni daha da korkutuyordu ama beni asıl korkutan aramızdaki benzerlikti.

HERKESİN EFENDİSİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin