11; ince sızı, gönül yarası

1.1K 86 15
                                    

ben, bende değilmiş gibi hissediyordum.

günlerce yataktan çıkmadan uzanmış, uyumuş ve hissizce tavanı izlemiştim. tuğrul odama arada uğrasada, ne yapacağını bilmeden zaten küçük olan odada tur atıp, gidiyordu. bir şey söylemeye dili varmıyor gibiydi.

iki hafta. iki haftadır o günden sonra onu asla görmemiştim. belki gelir diye, yangın günündeki gibi kapıma dayanır diye beklemiştim ama serhan asla gelmemişti. serhan yolunu cizmişti ve o yolda ben yoktum. olamazdım da. söylesem anlamazdı, anlasa beni sevemezdi. leyla ile kapışacak kişi ben değildim. güzel beyaz teni ve kara uzun saçlarına karşı benim bozuk renkli esmer tenim yarışacak değildi herhalde. serhan da haklıydı, bir kız varken neden beni seçsindi ki?

toparlanırım diye düşündükçe dibe batışım, aklıma isteme günü geldikçe ağlamalarım beni bitirmişti şu iki haftada.
nasıl da inanmıştım beni seveceğine, nasıl da aklıma yatmıştı aramızda bir şeyler olabileceği? kendim suçluydum ve bunun cezası acı çektiğim iki haftaydı.

yorganı zorla üstümden attıktan sonra odadan dışarı çıkıp, merdivenleri indim. benim ayak sesime annem başını kaldırıp baktı. ilk önce kısık mavi gözleri büyüdü, sonra hafifçe gülümsedi ve elindeki örgüyü atıp ayaklandı. o an anneme acıdım, demek ki günlerdir o da benim sıkıntımı çekiyordu. benim için üzülüyor olmalıydı.

"yavrum," kısa boyuna rağmen yükselip yanaklarımı kavrayinca zor da olsa sırıttım. "sultanım?"

"kalkmışsın. daha iyi misin annem? çay var, hemen doldurayım. kahve istersen onu da yaparım. filtre mi ne o meretten seviyordun-"

"annem," sarılıp başını göğsüme yasladım. telaşa düşmesi beni güldürmüştü. ne yapsam hakkını ödeyemezdim. "iyiyim ben, iş bakmaya çıkacağım. üst mahalledeki hukuk bürosuna gideyim bakalım. dün aramışlar görüşme için."

"annem," endişeli gözleri yüzümden ellerime doğru gezindi. "baban yeterince kazanıyor, tuğrul da lojistik işi yapıyor zaten. çalışmana gerek yok ki."

gülümsedim. beni hep dizinin dibinde istiyordu. hele üniversitede beş yıl boyunca dönmeyişimin ardından iyice korkuyla bakar olmuştu. tuğrul'un silah işini yaptığını öğrense kalbine inerdi, saklıyorduk. "ne yapayım hanım ağa? bomboş evde oturayım mı sürekli?"

"serhan," dedi. o an gözlerim irileşmişti. tek düşüncem anlamış olmasıydı. neden böyle olduğumu anladı sandım. bir hızla çektim kollarımı. hiç tepki vermeden devam etti. "o çocuğa çok üzülüyorum. babasından borçlar kalmıştı. hem dükkana bakıyor, hem taksiye çıkıyor. ama yetiştiremiyor. yardım etsen ya?"

anlamamıştı, derin nefes aldım ve devam ettim.

alaycı bir gülüş bıraktım. "vallahi ben ne zaman görsem ocakta oturuyor anne."
yalancı öfkesi gözlerine değmişti halime sultanın. kollarıma tekrar dokundu ve iki tarafını da sertçe çimdikledi. hafif acı yüzünden inledim. "anne!"

"ne var yardım etsen? hem yakında evlenecek, paraya ihtiyacı var."

evliliği batsın, diye söylendim içimden. onun nikah günü benim ölüm günüm olacaktı böyle giderse. annemi de kırmak istemiyordum ama onunla yüzyüze bakarsak acı çekecektim. annem son silahını kullandı ve gözlerini yaşla ıslandı. "yetim bu çocuk, eser. lütfen."

"tamam anne, tamam." sonunda bıkkınlıkla kabul etmiştim çünkü serhan'ın babasız oluşu beni en derinden vuran şeydi. babası ölmeden önce gayet neşeli biri olduğunu biliyordum. lisedeki sözde "solcu" çocukları döver, her biri ile alay eder ve neredeyse her akşam arkadaşları ile futbol maçı yapardı. okulda nefret edildiği kadar sevilirdi de. sözü dinlenen biriydi, reis baba beni defalarca ona emanet etmişti ama onunla dalga geçtiğim için beni öldüresiye dövdüğü de olmuştu.

sonra babası öldü.

serhan birkaç hafta okula gelmedi. mahallede bile görememiştim onu. babam ölseydi ben nasıl olurdum diye düşünmüştüm o zamanlar. oturup saatlerce serhan'ın acısına ağlamıştım. babasının olmadığını kabullendikten sonra  büyüdü serhan, kimseye bulaşmamaya, dövmemeye yemin etmişti sanki. çok konuşmayan ama bakışları ile insan öldüren birine dönüşmüştü.

düşünceli bir şekilde mahalleye çıktım. gideceğim hukuk bürosuna yakın bir yerde elektronik aletler sattığı bir dükkanı vardı serhan'ın. iki üç sokak ötedeydi. yürürken yine sokaktaki çocukları izlemeyi bırakmamıştım. en sonunda dükkanın önüne geldiğimde sertçe nefes aldım. annem olmasaydı bırakın buraya adım atmayı, serhan adını bir daha ağzıma almazdım. sürgülü kapıyı çekip girdiğimde serhan'ı masanın arkasında oturmuş, elindeki arka kasası açık telefonla uğraştığını gördüm. küçük aletlerle icindeki bir şeyi düzeltmeye çalışıyor gibiydi. "selamun aleyküm."

bakışlarını kaldırmadan tıpkı bir esnaf edası ile ağzının içinden homurdandı. "aleykümselam hoş geldin-"

nihayet başını kaldırmış ve beni gördüğünde cümlesi yarım kalmıştı. yüzünden anladiğım kadarıyla neden burada olduğumu sorgular gibiydi. şakaya vurdum. artık arkadaş gibi olmalıydık. "hiç öyle bakma. annem gönderdi. hem buraya bakıyormuşsun, gece de taksiye çıkıyormuşsun."

ayağa kalktı. "geç buyur, gerek yoktu aslında. çay içer misin?" bu adamın sesini çekingen duyacağım hiç aklıma gelmezdi.

"başka bir şey var mı sanki?" gülümsedim, gülümsedi. sanırım ona nefret besleyemiyordum. başını sallayıp dükkanın kapısını açtı ve ilerideki kahveye doğru bağırdı. "cafer, aslanım iki çay! çabuk ol!"

tekrar karşıma oturduğunda sessizlik çökmüştü. bakışlarını masadan bile kaldırmıyordu. "buraya oturmaya gelmedim, yok mu yapılacak bir iş?" dayanamamıstım, aptaldım.

"gelir-gider tablosunu hesaplayacak kafam yok şu an. yapar mısın?"

ses çıkarmadan başımı salladım. önündeki çekmeceden bir deste çıkarıp bana uzattı. o sırada Cafer dediği çocuk çayları getirmiş ve önümüze koymuştu. serhan çocuk çıkmadan çocuğun elindeki tepsiye yüz lira bıraktı. şaşırmıştım, her seferinde bu kadar bahşiş mi veriyordu?

"çok değil miydi?" dedim. ne olduğunu anlamıştı, bana bakmadan cevapladı. "babası yok."

o an midem bulandı, acı ile iki büklüm olmamak için kendimle savaş vermem gerekiyordu. o çocuğun nasıl acı çektiğini bildiği için, gizliden böyle şefkat gösteriyordu işte. tam serhanlık bir hareketti.

tam o an telefonu çaldı. ekrana bakmaya çalışsam da göremeyeceğim için kıpırdamadım. kulağına götürdü. "efendim, tuğrul?"

abimdi, leyla sanmıştım. rahat bir nefes alacakken yüzü allak bullak oldu, kaşları çatıldı. "şimdi mi söylenir bu tuğrul?"

merakla yerimden ayaklandım. "ne oluyor?" diye dudaklarımı oynattım. şaşkın gözlerime bakarken telefonu hoparlörlere aldı. tuğrul'un sesi biraz korkmuş, biraz endişeliydi. nefes nefese kalmıştı. sonra boğuk sesiyle konuşmaya başladı. "benim haberim var mıydı sence serhan? ocağa geldi, hayırlı olsun diyin, haftaya tuğrul'a cemşit reis'in kızını istiyoruz, dedi."

ben geriye bir adım attım. bağırmak istedim. mihriban ne olacaktı? tuğrul tekrar konuştu. "ben çok kötüyüm şu an serhan."


/

beni özlediniz mi pamdwpjfel

"



ülkü ocağı (bxb)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin