1

33.4K 1.5K 158
                                    

1842-1850 yılları arası geçen bu hikaye, tekrar belirtmek istiyorum ki tamamen kurgudur. Bir takım gerçeklikler içerecektir elbet. Ancak o dönemle ilgili kısıtlı bilgimle yanlış bir fikir edinmenizi istemiyorum.Yaşantıların bir kısmını araştırarak, bir kısmını ise kendim katarak yazacağım. Ortaya nasıl bir şey çıkacak bilmiyorum ama tarih romanlarına aşık bir insan olarak, umarım hayalimde ki karakterleri sizlere de yansıtabilirim.

...

Yöre halkı büyük bir telaşenin içerisindeydi. Çadırların önü temizleniyor, yayık ayranları hazırlanıyor, en değerli kilimler çadırların orta yerine seriliyordu.

Annelerin yüzünde heyecanlı ve tedirgin bir ifade vardı.

Genç kızlar ise takıp takıştırıyor, fısıltılar eşliğinde kıkırdıyorlardı.

Genç kız bu manzaraları bir ağacın tepesinde, ayaklarını bir ileri bir geri sallarken, büyük bir merakla izliyordu.

Bu telaşın sebebinin, adının Konstantinopolis olduğunu duyduğu, kocaman bir şehrin ve karınca sürüsü kadar çok insanın barınabileceği yerden gelen, padişah tarafından gönderilen, soylu adamlar olduğu aşikardı.

Genç kız bu heyecana ve paniğe anlam veremiyordu. Sonuçta onlar da insandı değil mi?

Onlarda yemek yiyor ve uyuyordu. Korkuyor, pişman oluyor, hastalanıyordu.

Ancak onun yöresinde ki insanlar, o kentten gelen insanlara ilah gözüyle bakıyordu.

Yıllar önce kendi ülkeleri Ruslar tarafından işgal edilince, çareyi Osmanlı devletine sığınarak bulmuşlardı. Genç kız o dönemlerde dünya da olmadığı için bu anıları yaşlı dedelerinden dinliyor, bir acı ve yaşanmışlık öyküsü olarak nesilden nesile geçeceğine inanıyordu.

Babalar evlatlarını bu acı hatıralarla büyütüyordu ki, atalarına yapılanlar bir an olsun akıllarından çıkmasın, kendi asıllarını kaybetmesinler.

Yıllarca yerleştikleri bu devletin hem dilini, hem örf ve adetlerini benimsemişlerdi.

Zorlanmalar ve kavgalar arada sürse de, yörenin beyi olan babası sulhu ve huzuru korumak için elinden geleni yapıyordu.

Dinleri konusunda bir takım sıkıntılar yaşasalar da, Osmanlı devleti de tek bir ilahın varlığına inandığı için ortak bir yolu buluyorlardı.

Ancak genç kızın ailesi ateşin, yıldırımın, yağmurun, güneşin, ayın vs. kutsallığına inanıyor, gerektiğinde onlar eşliğinde tanrıya ulaşmaya çalışıyordu.

Genç kız oldum olası böyle şeylere anlam veremediği için, köylü tarafından dışlanmışlığına minnettardı.

O geceleri ateş etrafında yaptıkları ayinler genç kıza çok saçma ve inançsız geliyordu.

Eğer tanrı varsa ve görüyorsa, onun bir araca gerek duyduğuna inanmıyordu.

Sonuçta bu koskoca dünya hiçten var olmamıştı. Keza bu koskoca dünyayı yaratanın gücünü hafife almak aptallıktı.

Tüm bu düşünceler yanı başında çatırtılar çıkaran ağaç sesi böldü.

En yakın arkadaşı ve onunla konuşmak için çaba gösteren tek insan, tek erkek yanı başına kuruldu.

Tıpkı onun gibi ayaklarını daldan sallandırıp "Ne yapıyorsun burada baykuş?" diye takıldı.

Kendi dillerinde söylediği bu sözler, gençlerin Osmanlıca konuşmaya başlamış olmasından kaynaklanarak dilinde yuvarlanarak çıkmıştı. Bu devlete alışmak için, onların dillerini öğrenmek şarttı. Gençler bunun için çabaladıkça, kendi dillerini komik bir telaffuzda dillendiriyorlardı.

KIZIL KARDELEN(Yeniden Raflarda!)Where stories live. Discover now