karşıki orman

94 20 16
                                    

"baba lütfen bir dinle. ormana arama ekibi yollayalım. vallahi karşıki ormana düştüğünü gördüm!"

sırtımdan kavrayıp sanki oyuncak bir bebekmişim gibi kaldıran ellere karşı çaresizdim. yahu viking erkekleri hep mi bu kadar etine dolgun ve kaslı olur? babam jongho beni tüm köy halkının önünde sürüklerken kollarımı göğsümde birleştirdim.

"yeterince dinledim seni. ne zaman dışarı çıkan mutlaka bir felaket geliyor başımıza. bak hongjoong ben sadece bir baba olmanın yanında aynı zamanda bu köyün şefiyim. kış gelmek üzere ve doyurmam gereken koca bir halk var! ejderhalara böyle tüm yemeğimizi hediye etmene göz yumamam."

söylenmesi bitine kadar gözlerimi kapatıp bekledim. çünkü çıkan salyalardan tutun nerdeyse gözündeki çibiller bile fırlıyordu yüzüme öfkesi yüzünden. biz Vikingler gemiden denize düşmediğimiz sürece nadiren banyo yaparız. huysuz insanların bir de ter kokusunu çekmek nasıldır bilir misiniz?

"baba kusura bakma ama onlar biraz daha az yiyebilirler."

"bu bir şaka değil hongjoong." dedi babam.

"vay canına! gecenin öfkesi ha? kuş olmadığına emin misin? gerçi onu bile vuramazsın sen!"

surat asıp eve giderken wooyoung'un sesi zihnimde yankılandı. 'yine' dalga geçiyordu. eh haklıydı çünkü eline sebebi ben veriyordum. dudaklarımı dişleyip peşimden yunho'nun da gelişini izledim. elime tutuşturduğu kılıçları bileme taşına doğru sürüklerken babama nazaran daha kibar bir dille azarlıyordu beni.

başımı sallayıp anladığımı belirtirken bileme işlemi biten kılıcı demir yığınına fırlattım. önlüğü çıkarıp masalardan birine bıraktım. eve gitmek istiyordum hem de hemen.

"babam neden beni hiç dinlemiyor?"

"ailenizde genetik."

"hayatımda hiç bu kadar inatçı, bildiğini okuyan birini daha tanımadım!"

"e o da genetik."

"gidip baksak olmaz mı ejderhaya yunho? nolur..."

"hongjoong, her ne kadar parlak fikirlerini seviyor olsam da dediğin şey imkansız. üstelik baban seni eve bırakmamı istedi. bu gece uyu bir kaç saat de olsa. yarın babanı ikna ederim ben."

sadece onaylar bir mırıltı çıkarıp onun bana yetişmesine izin vermeden odama doğru koştum.  yatağın içine kendimi atıp yorganı da kafama kadar çektim. yunho bir kaç dakika sonra kontrole doğru gelecekti ve uyuyor taklidi yapmam gerekiyordu.

onun uzaklaşan adım seslerini duyduktan sonra yavaşça başımı yorgandan dışarı çıkardım. sabaha bir iki saat kalmıştı sadece. yataktan sürüne sürüne çıktıktan sonra hafif adımlar atarak arka kapıdan dışarı koştum.

yüzüme çarpan gecenin serinliği az önceki yorgunluğu alıp götürürken yeleğimin arasına sakladığım defteri çıkarıp daha öncesinde gezerek çizdiğim küçük berk haritama baktım. ilk hedef belliydi; yanardağ.

                                   Ω

"çok yükleniyorsun üstüne."

"hayır az bile! o bir ejderha avcısı değil yunho. o bizden.. farklı."

"iyi de hayatın boyunca onu koruyamazsın. eninde sonunda dış dünyaya çıkacak!"

"bak, en basit emirleri bile yerine getiremiyor. balık tutmaya götürüyorum kalkıp şeyin peşine düşüyor, trollerin!"

"hey troller gerçektir. onlar çorap çalar ama sadece sol tekleri."

"anlamıyorsun yunho... o bunun için uygun değil."

"denemeden bilemezsin jongho. bırak diğerleri ile beraber eğiteyim onu da."

"pekala. ama ona bir şey olursa-"

"biliyorum, biliyorum."

iç çeken jongho, yunho'nun küçük demirci dükkanından çıkıp evine yürüdü. hıçkıdığın yatağında, başı örtülü uyuduğunu görünce burukça gülümseyip kendi odasına gitti. yine aynı yatakta eskiden biricik eşi yuna da yatardı. ne günlerdi... tabii bunların hepsi o gece hongjoong'u korumaya çalışan yuna'nın bir ejderha tarafından kaçırılması ile son bulmuştu.

Ω

"burası da değil. siktir ya millet kupasını, takma kolunu falan kaybeder ben koca bir ejderhayı kaybediyorum. olacak iş değil."

sinirle baktığım son ormanı da karalayıp kalemi en yakındaki dala fırlattım. ucu bitmişti ve açmak için fazla üşengeçtim.

kafama çarpan dalla alnımı ovdum bir süre. kesin izi kalacaktı ve babam hesap soracaktı. gerçi ona her zamanki sakarlıklarımdan biri desem de inanırdı. malum ben balık kılçığı üçüncü korkunç gıcık hıçkıdık hongjoong haddock'tum. soyumuzun yüz karası.

kafamı kaldırıp dala baktığımda sıradan bir dal olmadığını gördüm. bir şey bu ağacı gövdesinden kırmış ve beraberinde diğerleri ile karşıdaki küçük göletin olduğu çöküntü bölgeye sürüklemişti. kim bu kadar güçlü bir yıkım yapabilirdi ki burada? tabii ya! düşen bir ejderha! onu bulmuştum.

temkinli adımlarla izleri takip ettim. haklı olduğumu ara sıra önüme çıkan beyaz pullardan görebiliyordum. sahi bu kadar beyaz bir pula sahip ejderha gece nasıl saklanıyordu ki? eminim yunho'nun söylediği bir kaç şeyden başka gizli bir çok özelliği vardı. acaba öldürdükten sonra incelesem keşfedebilir miydim?

yolun sonuna geldiğimde düşmemek için kayaya tutundum. yol burdan sonra aşağı dere yatağı gibi görünen ve ufak bir gölü de barındıran açıklığa doğru kaydırak misali gidiyordu. umduğumun aksine bomboştu bölge. ta ki ipe takılıp sıcak bir deriye toslayana kadar.

o gerçekti.

ve ben de tam kanatlarının altındaydım. neyse ki bağlı olduğu ve uyuduğu için beni fark etmemişti bile. cesaretimi toplayıp ayağa kalktım çabucak.

"seni öldüreceğim ejderha! sonra kalbini söküp babama götüreceğim. böylece inanacaklar benim de gerçek bir viking olduğuma."

açılan göz kapaklarının altındaki mavi gözlere baktım. acaba gerçekten dediğimi yapabilecek miydim?

dragons ; efsaneler - seongjoongUnde poveștirile trăiesc. Descoperă acum