11. BÖLÜM - KUMSAL

368 143 27
                                    

İnsanın dışından söylediğiyle içinden hissettiği arasında dağlar kadar fark vardır demiştim. Karşımda duran okyanus gözlü adam benim aksime içinde ne var ne yoksa dökme niyetindeydi. Oysaki kurumak üzere olan bir göletin içinde çırpınan balığın göz yaşlarıyla çoğaltmaya çalıştığı suyun sığlığı kadar umutsuzdu benim için birini kalbime kabul etmek. Şimdiyse karşımda, okyanusları bile bağışlamaya hazır birisi vardı.

Görülen rüyaların benzer olması, artık tesadüf kelimesinin basitliğini ortaya çıkarmaktan başka bir şey değildi. Çünkü bu tesadüften öte, kaderdi. Boğulmamak için çırpındığım sudan çekip çıkaran el, hayata tutunmam için tüm gücüyle kendine çekmişti beni. Hayat bir denizdi, zihinse denizin dibi... Düşüncelerimin derinliğinden beni çıkaracak eli artık tutmaya karar verdiğimde, bunu açık açık demesem bile artık tavırlarımdan belli ediyordum.

Rüyasını anlatırken, hissettiği korkuyu tüm bedeniyle yeniden yaşıyordu sanki. Birbirine yakın cümleleri benden duyunca en az benim kadar şaşıran adam, ben ne düşüneceğimi bilemez halde beklerken kollarımdan tutup kendine çekti. Göğsüyle buluşan başım eksik kalan huzurumu tamamlarcasına sıcaklığını ruhuma nakşediyordu. Kulağımda yankılanan kalp atışları ritmini bozmazken, saçımı okşayan elleri şefkatini gösteriyordu. Gözlerimi kapatıp dalgaların sesiyle birlikte burnuma dolan ferah kokusuna teslim olurken ellerim benden bağımsız bir hareketle belinde yerini aldı. Sarılıyorduk. Sımsıkı. Sahiplenircesine. Ben limanını bulmuş batmaktan kurtulan tekneydim. O ise beni iskelesine düğüm düğüm bağlayan liman...

Bedenlerimiz ayrılınca yüzüme düşen saçlarımı öptükten sonra nazikçe geriye atıp yüzümde oluşan tebessümle mutluluğunu ikiye katladı.
Hava karardığı için arabasının bagajından çıkardığı kamp fenerini yakıp aynı yerden katlanabilir sandalyeleri çıkarttıktan sonra yanıma geldi. Sandalyeleri kuma sabitleyip feneri ikisinin arasına bıraktı. Uzattığı elini tuttuğumda, sandalyeme oturmamı sağladı. Tekrar arabaya gidip hızla geri döndüğündeyse hırkasını omuzlarıma bıraktıktan sonra saçlarıma yine öpücüğünü bıraktı. Babam dışında kimse saçlarımdan öpmemişti. Bu hareketi beni oldukça etkiliyordu.

"Son bir şey kaldı hemen geliyorum." dedikten sonra elinde iki kadeh ve bir şişeyle gelip yanıma iyice yaklaştırdığı sandalyesine oturdu.

"Araba kullanacaksın. İçmesek mi?"

"Bir kadehin zararı dokunmaz sanıyorum. Hem... sarhoş olursam bu yalnızca güzelliğindendir."

Yine utandırmayı başarmıştı. Şarabın dolduğu kadehler havada birleşince mutlulukla çınlayıp dudaklarımızla buluştu. Yudumladığım lezzetin damağımda bıraktığı tat inanılmazdı.

"Bu harika bir şey. Yıllanmış olabilir mi?"

"Şaraplardan anlıyorsun sanırım." Bunu derken eline aldığı şişeye bakarak devam etti. "Annem Fransa'ya gittiğinde getirmişti. Üç yıldır benimle ama senin dudaklarını bekliyormuş."

"Şaraplardan pek anlamam. Babam sayesinde bolca tadım yapmışlığım vardır ama. Hem... Daha kötüsü de olabilirdi. Hiç açılmadan seninle eve dönmek gibi..." dedikten sonra kıkırdayıp kadehten bir yudum daha aldım.

"Ama açıldı. Benim sana açıldığım gibi..." dediğinde karanlıkta bile parlayan mavileri derinleşerek beni yine içine çekiyordu. Üstelik her cümlesinde yüzümün kızarmasına sebep olan şeyler söyleyip, beni mahçup etmeyi başarıyordu. Ettiğimiz sohbet yemeyi unuttuğumuz elma şekerleri kadar tatlı ve bir o kadar da keyifliydi. Saati sorduğumda gece yarısına az kaldığını söylemişti.

"İstersen dönebiliriz." derken gözleri kal der gibi bakıyordu.

"Zaman hızlı geçmiş." dediğimde omuzumdaki hırkasını kucağıma aldım. "Sanırım dönsek iyi olacak."

EYLÜL 'SONBAHAR GÜNEŞİ'Where stories live. Discover now