telefonu açıp kulağına götürürken eli yavaştı. herhangi bir şeyi duymakta acele etmiyor, söyleyeceği şeyleri pek de umursamıyordu. belki de mecnun'un sadece aklındaki buğra ile konuşmaya ihtiyacı vardı, onunla değil.

buğra ilk birkaç saniye konuşmadı. o geçen kısa zamanın ardından da ne diyeceğini bilmiyormuş gibi kararsız bir ses tonuyla "şey," dedi. "...açacağını düşünmemiştim."

mecnun cevap vermek yerine ne zaman söndürdüğünü bile bilmediği sigarasının ardından tekrar pakete uzandı. "uyuyor muydun?"

sigarayı dudağının arasına koyup çakmağı masanın üzerinden alırken "hayır." dedi.

"anladım." ses tonu yumuşaktı. "uyumayı düşünüyor musun?"

sigarasını dumanı içine çekerek yaktığında çakmağı masaya geri koydu ve filtreyi iki parmağının arasına getirdi. "bilmiyorum."

"peki." sakinliği mecnun'a kötü hissettiriyordu. bu, ona en yakını olan buğra'yı hatırlatıyordu. "ne yapıyorsun diye sorabilir miyim?"

derin bir nefes verdi. içinde herhangi bir iğneleme olmayan, sadece merak içeren bir sesle "buğra," dedi. "...neden aradın?"

karşı taraftan buğra'nın nefesini duyduğunda baş ağrısı artmıştı. "bilmiyorum," diye itiraf etti buğra. "...sadece, pek iyi hissetmiyorum."

yutkundu. "yapabileceğim bir şey var mı?" derken sesi anlayışlı çıkmıştı.

"bilmiyorum," telefonun öbür tarafında sessizce ofladı. "...gelsem, kapıyı açar mısın?"

"hayır." dedi sakince. "açamam."

"tamam." diye kabullendi. onu bu konuda zorlamadı. "telefonu ne zaman kapatacaksın?" derken bunu gerçekten yanıt almak için sormuştu, telefonu kapatmasını istemiyordu.

"söylemek istediğin bir şey var mı?"

"hayır, sadece," sesinde belirsiz bir telaş vardı ancak cümlesinin sonundaki sessizlik bunu gizlemişti. "...sesini duymak istiyorum."

bunun üzerine bir şey demedi mecnun, verecek bir cevabı yoktu. sadece yüzünü eline yasladı ve gözlerini kapadı. "üzgünüm," sesi tuhaf hissettiriyordu. "...kapatmak istiyorsan, kapatabilirsin." ses tonu o kadar isteksizdi ki mecnun onu duymakta zorlanmıştı.

buğra onu göremese de başını salladı mecnun. "kapatacağım." derken onu yanıtlar gibi değil, ileride olacak bir şeyi haber veriyor, en sonunda kapatacağım der gibi konuşmuştu.

buğra yeniden sıkıntıyla ofladı. ne diyeceğini, telefonu kapatmaması ve onunla konuşması için ne yapması gerektiğini bilmiyordu. en sonunda sanki bu dünyadaki en önemli sorunmuş gibi "yarın okula gelecek misin?" diye sordu.

kaşlarını çattı mecnun. "yarın pazar değil mi?"

"öyle miymiş?" derken sesi masum çıkmıştı. "özür dilerim." salak gibi hissediyordu. "yani, gelmeyeceksin, değil mi?" diye devam ettiğinde telefonu kapattığı zaman aptal gibi davrandığı için bir kâğıda 58 kez ben konuşan bir yarrağım yazacaktı.

"hayır..." diyerek yanıtladı cevabını yoldan geçen herhangi birinin de bilebileceği bu soruyu.

"evet." türkçe'yi bilip bilmediğinden emin değildi. doğru kelimeleri kullanmak bir yana, kendi söylediğini bile birkaç saniye sonra anlıyordu. konuşacak başka bir şey kalmamış gibi "yemek yedin mi peki?" diye sorduğunda ise mecnun gülüşüne engel olamamıştı.

"evet." doğrusu gülüşünün içinin yumuşamasıyla bir ilgisi yoktu, buğra'yla konuşmak sinirlerine iyi gelmiyordu.

"ne?" derken boş bulunmuştu.

"evet dedim."

telefonu iyice yüzüne yaklaştırdı ve annesinden dondurma ister gibi bastıramadığı bir çocuksulukla "gülüşünü bir daha duymak istiyorum." dedi.

"buğra," dedi yorgun bir sesle. "...kapatacağım."

"özür dilerim," cümlesi dudaklarından hızlı çıkmıştı. "...kapatmaman için ne yapabilirim?" diyerek aklından geçen şeyi ona söyledi.

birkaç saniye sessizlik oldu. yıllardır, sırf anlatacak daha fazla şeyi olduğu için sözlerini basit bir telefon konuşmasına sığdırmak yerine evinin önüne gelen buğra'yla arasındaki bu küçük, önemsiz sessizlik bile o kadar yabancıydı ki mecnun aradan uzun zaman geçmesine rağmen bunu idrak edemiyor, her şeyi kendi çapında bitirmiş olmasına rağmen içindeki boşluğu dolduramıyordu. "bilmiyorum."

buğra sustu. üç ya da dört saniyenin ardından "anladım." dedi. "uyuyacak mısın?"

"sanırım." diye yanıtladı onu.

"tamam," kelimelerinin arasına boşluklar koyarak konuşuyordu, sanki ekrandaki dakika hanesi ilerlediğinde onun sesini daha fazla duyabilirmiş gibi. "...anladım, o zaman," sesindeki tereddüte engel olamıyordu. "...iyi geceler?" taşıdığı soru vurgusu söylenecek başka bir kelime arıyor gibi belirsizdi.

telefon konuşmalarında hissettiği zorunlu cevap verme dürtüsüyle "iyi geceler." dediğinde sesi kısıktı. çok zaman geçmeden telefonu kapattığında ise kötü hissetmişti. bu his suçluluk ya da özlemle ilgili değildi, sadece kötü hissetmişti.

telefonu masaya geri koyduğunda telefonda en son çalan şarkı aynı kısık sesle devam etmeye başlamış ve mecnun, elini masanın üzerinde uzatarak alnını kolunun üzerine yaslamıştı.

buğra'nın her zaman tanıdığı biri gibi kalmasını istemişti ancak şimdi, bunun bir önemi yoktu. artık, buğra'yı hep önceki hâliyle bilmek istiyordu; eğer o günden öncesine dönebilseydi, işler ne kadar boka sararsa sarsın mecnun'a eskisi gibi davrandığı sürece her şeyi halledebilirlerdi. onu tanımak ve tanımayı reddetmek arasındaki bu küçük fark ise kendine yabancılaşacak kadar gurursuz hissettiriyordu mecnun'a. neyse ki artık bunun da bir anlamı yoktu, düzelecek bir şey kalmamıştı.

kül tablasına ne zaman koyduğunu hatırlamadığı sigarası filtresine kadar çekilip kabın içine düştüğünde bir sonraki şarkı çalmaya başlamıştı. birkaç saat sonra uyandığında boynundaki ağrı yüzünden bildiği tüm ağrı kesicilere söveceğini bile bile kendinde yatağa gidecek gücü bulamadığı için mecnun, müziği bile kısmadan gözlerini kapattı.

*

rideauWhere stories live. Discover now