on bir

757 129 44
                                    

on birinci bölüm: aşık oluyorsanız kalbinizin kırılması normaldir; özellikle de karşınızdaki park seonghwa ise.

babaannemin yaşadığı kasabada her yaz temmuz başında meydanda şenlikler yapılırdı. sabahları her yaştan insan olurdu. palyaçolar, bir şeyler satmak için gelen satıcılar, çalgıcılar... küçükken burada ne kadar eğlendiğimizi hatırlıyordum. jongho, wooyoung, mingi, hongjoong ve ben akşam olana kadar koştururduk insanların arasında. çok yorulurduk, o kadar yorulurduk ki kafamı yastığa nasıl koyduğumu bile hatırlamadan uyuyakalırdım. geceleri ise bambaşka olurdu ortalık. biz çocuklar uyurken gençler ışıklarla süslenmiş meydanda gürültülü müzik eşliğinde eğlenirlerdi. o gece ne yaşlılar karışırdı onların eğlenmesine ne de aileleri eve çağırırdı. gelenekselleşmişti artık burada. çocukken gidemediğim o eğlenceye ilk defa katılacaktım bu sene. jongho ve diğerleri çoktan iki defadır katılıyorlardı zaten.

"heyecan var mı?"

saçlarımı son kez aynada düzeltirken kapıdan beni süzen jongho'ya baktım.

"eh... çocukken evden kaçmaya çalıştığımızı hatırlıyorum oraya gitmek için. sonunda elimi kolumu sallaya sallaya gidebilirim."

jongho kıkırdarken yanıma gelip boy aynasından kendini süzdü. ben siyah, kolları dirseğimin biraz daha altında biten ince bir gömlek giyip uçlarını siyah kotumun içine sıkıştırmıştım. jongho ise benim aksime daha renkli giyinmişti. buz mavisi bol gömleği ve beyaz pantolonu içinde şirin gözüküyordu. gömleğinin düğmelerinden birini açtıktan sonra yakalarını düzelttim.

"yakışıklı oldun. mingi bugün ayrılmaz yanından."

koluma vurdu.

"dalga geçme."

"dalga geçmiyorum. gerçekten yanından ayrılmıyor. bize baktığı gibi bakmıyor sana, bir farklı sanki."

iç çekti.

birkaç saniyelik sessizliğin ardından aniden konuştu.

"sana bir şey söylemem gerek."

yüzündeki ifade pek de güzel bir şey söylemeyeceğinin göstergesiydi.

hafiften endişelenirken elini tutup yatağıma götürdüm ve oturttum onu ben de yanına otururken. anlatması için yüzüne bakarken dokunsam ağlayacak gibi gözüküyordu. avcumdaki elini sıktım.

"bana her şeyi anlatabilirsin jongho. biz sırdaşız."

derin bir nefes aldı.

"mingi... beni öptü."

gözlerim şaşkınlıkla açılırken o başını eğmiş utançla yanan yüzünü elleriyle kapatmıştı.

"ne zaman?" diye sorarken heyecandan dolayı istemsizce yüksek çıkan sesime şaşkınlığım da yansımıştı.

"ge-geçen sene. yine şenlikte. çok sarhoştu, onu evine götürmeye çalışıyordum. ne oldu anlamadım birden öptü beni."

açılan ağzımı elimle saklarken konuştum.

"peki ya şimdi? neden böylesiniz, arkadaş olmaya mı karar verdiniz?"

sonunda ellerini yüzünden çekip bana baktı.

"hiçbir şey hatırlamıyor. ben de hatırlatmadım. korktum."

şimdi anlayabiliyordum jongho'nun mingi'ye arkadaşça ama bir yandan da kendini ele veren aksi davranışlarını. kızgındı mingi'ye. o gece jongho'ya verdiği buseyi unuttuğu için, tek bir dokunuşuyla bir yıldan beri çaresizce yandığı için kızgındı.

"başka biri biliyor mu?"

"sadece seonghwa hyung. dayanamayıp ona anlattım, içimde tutamadım."

jongho'yu kendime çekip sırtını sıvazladım. ilk duyduğumda gençliğin getirdiği bir şey sanmıştım ancak meselenin bu denli ciddi olduğunu pek kavrayamamıştım.

choi jongho yanıyordu ve song mingi'nin bundan haberi bile yoktu.

kendimi kalp kırıcı bir roman okuyormuş gibi hissetmiştim.

birkaç dakika sonra jongho benden ayrılıp ayağa kalktı. gözlerini ovdu, tekrar aynaya bakıp saçlarını düzeltti.

"duygusallaşmak için iyi bir zaman değil. bu gece her şeyi unutup eğlenmek istiyorum, bayağı kafayı bulacağım o yüzden eve gelirken beni taşımak zorunda kalabilirsin. çıkalım hadi."

onun hızlı değişen ruh haline gülümseyip ayağa kalktım. şimdilik unutmak istiyorsa ona yeniden hatırlatmayacaktım.

"hadi."

babaannemin çok içmeyin uyarılarına karşı kafamızı sallarken
sokağa inip yürümeye başladık aşağıya doğru. kasaba meydanı uzak değildi, arabaya gerek yoktu. üstelik jongho'nun kör kütük sarhoş olacağı daha gece başlamadan belli olmuştu ve ben araba sürmeyi bilmiyordum.

meydana geldiğimizde içime dolan bu his ne bilmiyordum. sanırım heyecanlanmıştım. ilk kez böyle bir ortama giriyordum ve burası çok... hayat doluydu.

renkli ampuller her yeri kaplamışken içki dağıtılan yer ve dans pisti gözünüze çarpıyordu ilk bakışta. büyük hoparlörlerin arasında kulaklıklı birkaç kız ve erkek bilgisayarda bir şeyler inceliyordu, herhalde biraz sonra çalacak olan müziklere göz atıyorlardı. çok kalabalıktı. her yerden gülüşme sesleri geliyordu. bazı insanlarla göz göze gelmiştim ama hızla kafamı çevirmiştim. pek alışkın değildim insanlara. jongho ise biraz ötede çoktan birkaç kişiyle tokalaşmaya başlamıştı. ben de etrafıma bakınmaya devam ettim.

ardından gözüme o çarptı. park seonghwa; giydiği bol, beyaz keten gömleği kavruk teniyle tezat oluştururken yetmezmiş gibi önündeki ilk üç dört düğmeyi de cesurca açmıştı. bileğine kadar gelen krem rengindeki bol, kumaş pantolonu ve siyah spor ayakkabıları giydiklerini tamamlarken siyah saçlarının bir kısmını kafasının sol kısmına yapıştırmış bir kısmının ise sağ taraftan alnına dökülmesine izin vermişti.

nefesim kesildi. evet, seonghwa hep yakışıklıydı fakat bu gece tamamen farklıydı. belki de farklı olan o değildi, belki de farklı olan ona olan hislerimin dün ve bugün arasındaki farktı. her geçen gün ona daha fazla kapılmaktan alamıyordum kendimi.

kalbimin atışı hızlanırken elimi kaldırıp beni fark etmesini sağladım. elini salladı. bir adım attı bana doğru; fakat gelemedi. koluna dokunan bir çocukla ona döndü. onunla konuşmaya başladı, beni unuttu, uzaklaştı, gözden kayboldu.

peki ya ben mi? ah, çok da önemli değil. sadece kalbim kırıldı.

nasıl gidiyoruz? düşüncelerinizi merak ediyorum.

bir, iki, üç: atla! - seongsangHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin