cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)

Start from the beginning
                                    

"jisung, lütfen hemen buraya gel." başka bir şeyler de söyledi. eminim söylemiştir çünkü benim yalnızca bu cümleden nerde olduklarını, ne olduğunu, anlamam imkansızdı. ben duymadım sadece. hiçbir şey duymadım. nasıl evden çıktım, nasıl sokakta deliye dönmüş bir şekilde bir taksi çevirdim ya da nasıl o hastanenin adresini verdim hatırlamıyorum. ben o telefonu nasıl kapattığımı bile hatırlamıyordum.

sonra zaten -nasıl geçtiğin anlayamadığım ve kesinlikle sayamadığım bir sürenin ardından kendimi hastanede buldum. ve ben o asansörden inip iğrenç turuncu koltukları görene kadar o gece canım daha çok acıyamaz sandım. gerçekten hayatımın en kötü gecesini yaşadığımı o ana kadar anlamıştım.

hastaneleri sevmezdim diyebilirim size ama zaten kim severdi ki? kim içinde changbin'in yere çökmüş bağırdığı bir koridor olan binayı sevebilirdi? ben değil. ben nefret ediyordum.

koştum sanırım. koridorun sonuna changbin'e koştum. chan hyunga sarılıyordu, chan hyung ona sarılıyordu ya da. emin değildim göremiyordum bile. ve ben ne olduğunu da bilmiyordum. bilmiyordum ama göğsüm bugüne kadar hiç canımız yanmamış gibi sıkışıyordu. daha bu sabah nefes alamıyor olmama rağmen şimdi hiç başıma gelmemiş gibi acıyordu canım.

koştum sanırım dedim çünkü hyunjin kolumu yakaladığı için durdum. sonra o benim gözlerime baktı ve ben unuttum. her şeyi unuttum. o kıpkırmızı gözlerini benimkilerden ayırmadan kafasını iki yana sallarken ben bir saniye önce ne yaptığımı unuttum.

ve anladım. anladım yani. başka ne olabilirdi herkesi bu hale getiren? ama beynim izin vermedi. tam bir cümle şeklinde geçiremedim beynimden. "ne? ne oldu?" diye sormadan yapamadım.

hyunjin ağlamaya başladı. kolumu tutan eli zaten hafiflemişti sanırım ama bu sefer bıraktı. kendi vücuduna doladı o eli ve arkasını döndü. ve benim mantıklı jisunglarım çoktan olan biteni anladıkları için yasa çekilmişlerdi bu yüzden kontrolüm bana ve bir iki manyak jisunga daha kaldı. onlara da nasıl söz geçireceğimi bilemediğimden bağırdım ben. yoksa hyunjin'e bağıramazdım ki. "ne oldu hyunjin?!"

bir kere daha bağırdım ama bu sefer seungmin elini doladı omuzlarıma. arkamda duruyordu ve bir elini saçımda hissediyordum ama o da konuşmuyordu. hyunjin kafasını duvara gömmüştü, seungmin yalnızca saçımı okşuyordu, chan hyung hala ağlayan changbin'i tutuyordu ve jeongin o iğrenç koltuklardan birinde yüzü ellerinin arasında oturuyordu. kimse bana bir şey söylemiyordu. hiçbiri konuşmuyordu.

"bir şey söyleyin! biriniz bir şey söylesin!" diye bağırdım tekrar. dediğim gibi, canları en az benim kadar acıyan arkadaşlarıma bağırmazdım normalde ama kontrol edemiyordum ki. duymadan inanmazdım. belki duysam da inanmazdım.

sonra minho geçti karşıma. belki de minho'yu tanıdığım bunca yıl boyunca ilk kez yüzünü görmek kalbime parande attırmadı. ilk kez karşıma aşık olduğum minho olarak çıkmadı. "doktorlar pıhtı attığını söylediler." dedi.

gözlerim odaklarını kaybettiler sanırım. minho'nun suratı yerine ayakkabılarıma bakıyordum. o bana felix'in beyninde aptal bir pıhtı oluştuğunu ve bir anda, spesifik olmak gerekirse o changbin'le televizyon izlerken, o aptal pıhtının bir damarını tıkamaya karar verdiğini ve benim en yakın arkadaşımın, yanında en rahat olduğum insanın artık hayatta olmadığını söylerken ben ayakkabılarımı ters giydiğimi farkettim.

ve kabul etmek zorunda kaldı beynim. her hücrem tek tek durdular.

ben felix'in öldüğünü öğrenene kadar canım acıyor sandım. kayıp nedir biliyorum sandım. ama en yakın arkadaşımın sesini bir kez daha duyamayacak olduğumu öğrenene kadar kayıbın anlamını da anlamamışım meğer.

someone's someone | minsungWhere stories live. Discover now