Bölüm İki: Zalim Kraliçenin Masum Kurbanı

121 9 16
                                    

   
Orada bulunan insanların şaşkın ve meraklı bakışları beni bulduğunda ben de aynı ifadeyle onları seyrediyordum. Bu insanlar kimdi ve buraya ne için gelmişti? En merak ettiğim de, kuyunun kapısını neden açmışlardı? Başları olduğunu düşündüğüm adam hariç herkesin arasında bir uğultu başladı. O ise afallamış bir ifadeyle bana bakıyordu. Burada benim gibi birini görmeyi beklemiyor olmalıydı.

Bir süre sonra "Sessizlik!" Diye bağırınca herkes süt dökmüş kedi kesildi ve sesler bir anda kesildi. Genç adam yanındaki bir adamın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Bu sırada ise bakışlarını benden ayırmıyordu. Yanındaki adamla konuşması bittiği an tekrardan tam olarak bana döndü ve aşağı bir ip sarkıttı. "Şuraya tutun ve yukarı çık." Diye seslendi bana doğru.

Söylemlerine cevap vermeyip biraz daha geriye çekildim. Hayatımda ilk defa gördüğüm bu adama hemen güvenemezdim. Yukarı çıkmayacağımı anlayınca yine yanındaki adama bir şeyler fısıldadı ve ipe tutunarak aşağı inmeye başladı.

O yavaş yavaş ipe asılı bir şekilde aşağı doğru inerken ben şok içerisinde onu seyrediyordum. Neden dışarı çıkmamı bu kadat istiyordu? Yere ayak basmasına yaklaşık bir metre üç santimetre kalınca ipi bırakıp aşağı atladı.

Yanıma inmesiyle içimdeki korku artmıştı.

Bu adam kimdi ve benden ne istiyordu?

Ürkekçe sırtımın değdiği duvarda istemsizce biraz daha geriledim ve çıplak bedenimin bazı bölgelerini kollarımla kapatmaya çalıştım.

Bu uğraşımı farketmiş olacak ki hızla Arkasına döndü "Ah, affedersin." Ağır, kahverengi paltosunu omuzlarından indirdi. Bir eliyle iki gözünü de kapatıp hafifçe bana doğru döndü tekrardan. Kahverengi, kürklü paltosunu görmediği boşluğa uzattı. "Bunu giyebilirsin."

Dili ingilizceydi, bu dili biliyordum. Castom ülkesinden geliyor olmalıydı, çünkü yalnızca orada ingilizce konuşulurdu. Benim ülkem Geripca'da ise İsveççe.

Ana dilim İsveççe olmasına rağmen diğer ülkelerdeki çoğu dili de akıcı bir şekilde konuşabiliyor ve anlayabiliyordum. Sahip olduğum bir yetenekti bu da.

İlk başta tereddüt etsem de sonradan onun bedenine tam olarak oturan ancak benim bedenimde büyük bir kalıpta duran paltoyu omuzlarıma geçirdim ve iri düğmelerini ilikledim, karşısında çıplak kalmak istemezdim.

"Giyindin mi?" Sorusuna yanıt vermedim. Geniş omuzlarının kalkıp inmesinden derin bir nefes aldığını anladım. "Dinle, cevap vermemen senin aleyhine olur. Sana zarar vermeyeceğim bu yüzden lütfen soruma cevap ver."

Susmakla yetindim. Çünkü oldukça korkuyordum ve hâlâ şaşkındım. Yüzyıllardır bu topraklara kimse adım dahi atmamıştı. Anlayacağınız, bu her zaman şahit olduğum bir durum değildi.

"Pekala, arkamı dönüyorum." Önce kafasını yarım çevirip göz ucuyla giyinip giyinmediğimi kontrol etti. Sorusunun cevabını alınca arkasını döndü. "Tek söylemen gereken evet diye bir kelimeydi, daha önce duymuş muydun?" Diye sordu.

Bacaklarım titremeye başlamıştı. Sarsılarak dar kuyuda geriye birkaç adım daha attıktan sonra ellerini beni yatıştırmak istercesine kaldırdı. "Sakin ol, sana istemediğin hiçbir şey yapmayacağım." Gözlerimdeki endişeyi gördü ve sakin olmam adına bir şeyler daha söyledi. "Ben Castom'un veliaht prensi William Aaron Castom,"

Bana doğru ufak bir adım attı. "Sadece ülkemizden çalınan hazinenin nerede olduğunu merak ediyordum."

Suratımı kirli avuç içlerime aldım. "Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum." Dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimi yüzümden çektiğimde yavaşça onun da tek dizinin üstüne çöktüğünü gördüm. "O zalim kraliçenin kurbanlarından birisi de sensin demek," Fısıltılı çıkan sesi garip bir şekilde korkumun biraz da olsa azalmasına sebebiyet veriyordu.

"Ailen nerede?" Diye bir soru daha yöneltti. Gözlerim dolmuştu. Ailem neredeydi? "Senin bir ailen yok." Dedi iç sesim acımasızca. "Senin hiçbir zaman bir ailen olmadı." İçimdeki bu sesi susturmaya çalıştım, ancak başarılı olamadım. Doğruydu, benim bir ailem yoktu ve hiçbir zaman olmamıştı, olmayacaktı, olamayacaktı.

"Bilmiyorum, bir ailem var mı onu bile bilmiyorum." Anlamaz bir tavırla bakan açık yeşil gözlerini kuyunun derin karanlığında zar zor seçebilmiştim.

Parmaklarını beklemediğim bir anda gözlerimin önüne tuttu. "Gözlerin," diye fısıldadı hayran hayran biri turkuaz, biri kahverengi gözlerime bakarken. "Çok güzeller." Sağ gözümü gösterdim. "Görünüm olarak öyleler ama kahverengi gözümün doğal rengi mavi ve kahverengine dönüştüğü zaman o gözüm etrafı bulanık görüyor."

Tebessüm etti. "Her güzelliğin bir kusuru mutlaka olur." Elini uzattı bana doğru.

"Pekala, eğer sakinleştiysen artık
gidelim." 

"Neden ve nereye?"

"Güvende olabileceğin bir yere."

Her konuştuğunda içim biraz daha rahatlıyordu ancak ona hâlâ tam anlamıyla güvenemiyordum, sonuç olarak o bir prensti ve kellemi uçurtması tek bir sözüne bakardı.

"Sizinle gelmem için bana mantıklı bir neden söyleyin Prens William." Derin bir nefes aldı.

"Gökyüzünü görecek ve diğer ülkelerin kölesi olmaktan kurtulacaksın." Ayağa kalktı. "Yanımda hiç olmadığın kadar güvende olacaksın."


Selammmm, nasıl gidiyoooor?
İkinci bölümle karşınızdayımmm.
Diğer bölümler biraz kısa olmuştu o yüzden bu bölümü biraz daha uzun tutmaya çalıştım, umarım beğenirsiniz.
Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi ve yorumlarınızı belirtmeyi unutmayın, kendinize çok iyi bakın :)

Kimsesiz TahtHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin