Karamazov Kardeşler

By ClassicsTR

16.5K 382 73

Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe... More

Yazardan
Birinci Bölüm -1
Birinci Bölüm -2
Birinci Bölüm -3
Birinci Bölüm -4
Birinci Bölüm -5
Birinci Bölüm -6
Birinci Bölüm -7
Birinci Bölüm -8
Birinci Bölüm -9
İkinci Bölüm -1
İkinci Bölüm -2
İkinci Bölüm -3
İkinci Bölüm -4
İkinci Bölüm -5
İkinci Bölüm -6
İkinci Bölüm -7
İkinci Bölüm -8
Üçüncü Bölüm -1
Üçüncü Bölüm -2
Üçüncü Bölüm -3
Üçüncü Bölüm -4
Üçüncü Bölüm -5
Üçüncü Bölüm -6
Üçüncü Bölüm -7
Üçüncü Bölüm -8
Dördüncü Bölüm -1
Dördüncü Bölüm -2
Dördüncü Bölüm -3
Dördüncü Bölüm -4
Dördüncü Bölüm -5
Dördüncü Bölüm -6
Dördüncü Bölüm -7
Dördüncü Bölüm -8
Dördüncü Bölüm -9
Dördüncü Bölüm -10
Dördüncü Bölüm -11
Sonsöz

Dördüncü Bölüm -12

366 5 0
By ClassicsTR

XIII
Düşünceye İhanet

— Sayın jüri üyeleri, müvekkilimi mahkûm eden yalnız vakaların birbirine uygunluğu değil; hayır, onu aslında tek bir şey mahvediyor, ihtiyar babasının cesedi! Basit bir cinayet olsa, toptan değil de teker teker ele alınan ayrıntıların önemsizliği, delilden yoksun oluşu ve bir yığın uydurma karşısında, ya iddiayı reddeder ya da hiç değilse, sırf olumsuz bir izlenim yüzünden —ne yazık ki böyle bir izlenim haksız değildir— bir insanın kaderine kıyamazdınız. Ama burada sıradan bir katillik değil, baba katilliği var. Bu o derece etkileyici ki, en ufak delilsiz vakalar büyüyor, sanıkla ilgili olmayanların bile gözünde önem kazanıyor. Böyle bir sanığı nasıl temize çıkarmalı? Ya öldürdüğü halde cezadan kurtulursa? Herkes içinden, ister istemez, adeta bir içgüdüye uyarak geçirmektedir bunu. Evet, baba kanı dökmek korkunç şey! Bana hayat veren, beni seven, hayatını benden esirgemeyen, çocukluğumda hastalıklarımı benimle beraber çeken, mutluluğum uğruna kendini feda eden, sırf sevincimle, başarılarımla yaşayan bir babayı öldürmek; bu insan aklına sığmaz. Sayın jüri üyeleri, baba, gerçek baba; ne büyük kelimedir bu, bu ad içinde ne muazzam bir varlık taşır. Gerçek bir babanın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini saydık. İlgilendiğimiz, içimizi yakan bu davadaki baba, ölen Fyodor Pavloviç Karamazov, kalbimizden koparak çizdiğimiz baba tipine uygun değildi. Baba değil, bela idi. Evet, bazı babalar gerçekten tam beladır. Verilecek kararın önemini düşünerek hiçbir şeyden çekinmeden şimdi bu belayı yakından inceleyelim, sayın jüri üyeleri. Özellikle şimdi; çok dirayetli Bay Savcının yerinde deyimindeki "Çocuklar ya da ödlek kadınlar gibi" bir şeyden korkmamalıyız, şöyle veya böyle düşüncelerden kaçınmamalıyız. Hararetli konuşması sırasında sayın hasmım (ben henüz ilk sözümü söylemeden), "Hayır, sanığın savunmasını kimseye, Petersburg'dan gelen avukatına bile bırakacak değilim," diyordu. "Suçlayan da, savunan da benim!" Bunu birkaç kere tekrarlarken bir noktayı gözden kaçırdı: şu korkunç sanık, çocukluğunda, babasının evinde şefkat gördüğü bir adamın verdiği bir kilo findık için tam yirmi üç yıl minnet duymasını bilmişti. Ama baba evinde, insansever doktor Herzenstube'nin dediği gibi, "evin arkalarında, pabuçsuz, pantolonunda tek düğmeyle" dolaşmasını da aklından çıkarmamıştı. Sayın jüri üyeleri, bu "bela"nın üstünde daha fazla durarak, herkesçe bilinenleri tekrarlamaya gerek var mı? Müvekkilim memleketine, babasına gelince neyle karşılaşmıştı? Müvekkilimi niçin duygusuz, bencil, canavar şeklinde göstermeli, niçin? Kabına sığmaz, vahşi, taşkın bir insandır; bunlar için burada yargılıyoruz onu. Fakat bu hallerinden kim sorumlu; temeli iyi, kadirbilir, duygulu olduğu halde böyle manasız bir terbiye görmesinde kim suçlu? Yol göstereni, eğitimiyle ilgilenen, küçükken biraz olsun onu seven var mıydı? Müvekkilim Tanrı himayesinde, yabani bir hayvan gibi büyümüştü. Uzun bir ayrılıktan sonra babasını özlemişti belki; çocukluğunu hayal meyal hatırlarken belki binlerce defa o zamandan kalma çirkin hatıraları kovalamış, babasını haklı görmek, boynuna atılmak istemişti. Ne oldu sonunda? Eve döner dönmez sinsi alaylarla, şüphelerle, miras yüzünden didişmelerle karşılaştı. Günlük "konyak sohbetlerinde" mide bulandırıcı laflar, aynı çeşit hayat öğütleri dinledi. Sonunda ondan, öz oğlundan, hem de onun parasıyla yavuklusunu ayartmaya kalkışan bir baba görüyor... İğrenç, insaf dışı bu, sayın jüri üyeleri! Ve bu ihtiyar, sağa sola oğlunun saygısızlığından, zalimliğinden dert yanıyor, çevrede onu lekeleyerek ayağını kaydırmak fırsatlarını kaçırmıyor, suç atıp hapse tıkmak için borç senetlerini satın alıyor! Sayın jüri üyeleri, müvekkilim gibi görünüşte sert, kaba, ele avuca sığmaz, isyancı insanların çoğu aslında son derece duygulu kimselerdir. Gülmeyin bu düşünceme, gülmeyin! Çok dirayetli savcımız demin müvekkilimin Schiller'i, "Güzel ve yüce şeyleri" sevmesiyle amansızca alay etti. Bay Savcının yerinde olsam alay etmezdim bununla. Ne olur bırakın, savunayım şu pek az ve çoğunda haksız anlaşılan kalpleri! Belki serkeşliklerinin, kabalıklarının karşıtıdır diye çoğu zaman güzele, doğruya aşırı bir susamışlık içindedirler. Görünüşte haşin, ihtiraslı olan bu insanlar bir kadını ıstırap derecesinde sevebilirler; hem de yüksek, temiz bir aşkla... Tekrar ediyorum, gülmeyin bana. Böyle durumlara en çok bu çeşit tabiatlarda rastlanır. Yalnız bazen kabalığa varan ihtiraslarını saklayamadıkları için bu hal hayret uyandırarak göze batar. İçlerindeki insanı gizler, ihtirasların hepsi çabuk tatmin edilip geçer, fakat asil ruhlu, güzel bir varlığın yanında bu dış görünüşü kaba, haşin adamlar bir kalkınmayla düzelip iyileşmek, yükselmek, namuslu olmak imkânını aramaktan hiç geçmezler, demin alay edilen "yüce ve güzel" deyimindeki gibi olmak isterler. Az önce, müvekkilimin Bayan Verhovtzeva ile ilişkilerine dokunmak cüretini göstermeyeceğimi söylemiştim. Gene de şu kadarını söyleyebilirim sanırım: demin dinlediğimiz, sıradan bir tanık ifadesi değildi, sadece hiddetten gözü kararmış, öce susamış bir kadının haykırışıydı bu. Oysa ihanetten yakınmaya hakkı yoktu, çünkü o da ihanet etmişti. Önünde düşünecek biraz zamanı olsa bu çeşit tanıklığa kalkışmazdı. İnanmayın ona, müvekkilim onun dediği gibi "bir canavar" değildir, asla! Çarmıha gerilen büyük insansever cefaya başlamadan, "Ben iyi bir çobanım; iyi bir çobanım; iyi çoban koyunlarının bir tekinin yok olmasına katlanamaz, koyunları uğruna kendi canını verir..." diyordu. Biz de bir insan ruhunun mahvına sebep olmayalım. Az önce babalığın anlamı üzerinde durmuş, bu kelimenin taşıdığı değeri açıklamaya çalışmıştım. Bu adı ancak layık olana, şerefli bir şekilde taşıyana vermeli, sayın jüri üyeleri. Ben müsaadenizle burada herkese layık olduğu adı vererek konuşacağım. Öldürülen ihtiyar Karamazov gibi bir babaya baba denemez, bunu hak etmemiştir. Sevgi hak edilmemişse babalık da manasız, imkânsız olur. Hiçten sevgi yaratılmaz; hiçten yaratmak yalnız Tanrı işidir. Kalbi sevgi dolu havari şöyle diyor: "Babalar, çocuklarınızı incitmeyin!" Bu kutsal sözleri yalnız müvekkilim hakkında değil, bütün babalara hatırlatmak amacıyla söylüyorum. Babalara öğüt vermek yetkisini kim vermiştir bana? Hiç kimse. Bir insan, bir vatandaş gibi... vivos voco! Yeryüzünün kısa misafirleriyiz, az zamanda çok kötü şeyler yapar, kötü sözler söyleriz. Bunun için topluyken birbirimize iyi şeyler söylemek fırsatlarını kaçırmayalım. İşte şimdi ben bunu yapıyorum, karşınızda, elime geçmiş bir fırsatı kullanıyorum. Sesimi bütün memlekete ileten bu kürsü, bize şahane iradenin bağırışıdır! Sadece burada bulunanlara değil, bütün babalara sesleniyorum: "Babalar, çocuklarınızı incitmeyin!" İlkin biz İsa'nın öğüdünü yerine getirelim de çocuklarımızdan istediklerimize sıra sonra gelsin. Aksi halde baba değil, çocuklarımızın düşmanı oluruz, onlar da evlatlıktan çıkarak bize düşman kesilirler; onları bu hale getiren de bizleriz. "Kullandığınız ölçüler size de uygulanacaktır." Ben değil, İncil ölçülerde eşitliği emreder. Geçenlerde Finlandiya'da bir kız hizmetçi gizlice çocuk dünyaya getirmekle suçlanmıştı. Kızı izlediler. Evin tavanarasında bir köşede, tuğlalar gerisinde gizlenmiş bir sandık buldular. Açılınca içinden doğurup öldürdüğü yavrunun cesedi çıktı. Aynı sandıkta daha önce dünyaya getirip öldürdüğü iki çocuğun iskeletlerini buldular. Kadın suçunu saklamadı. Sorarım size sayın jüri üyeleri, çocuklarının anası mıdır bu kadın? Onları doğurmuştur, ama anaları sayılabilir mi? Bu kutsal "anne" adını aramızdan kim verebilir ona? Cesur olalım, sayın jüri üyeleri, hatta cüretli olalım; şu anda böyle olmamız gerekiyor; bazı kelime ve düşüncelerden, Moskovalı cahil tüccar karılarının "maden"den, "kükürt"ten duydukları ürkekliğe kapılmayalım. Hayır, tam tersine, son yıllardaki gelişmelerin bizim ilerlememize yaradığını ispat edelim. Hiç çekinmeden şunu ortaya koyalım: sadece hayat veren değil, hayat verip hak eden, baba adını taşıyabilir. Babalığın öbür anlamı malum, bu, bir baba çocuklarına karşı canavarca, hunharca davransa da gene hayat veren olarak babadır. Ama bu anlam bence daha çok mistik bir nitelik taşır, aklımın ermediği, fakat din kuralı olarak tartışmasız kabul ettiğim ilkeler arasındadır. Bu yüzden de gerçek hayata tam uyarlığı yoktur. Çeşitli hakların yanı sıra bize büyük ödevler yükleyen, gerçek hayatta tam bir insan ve Hıristiyan olmak istiyorsak ancak aklın ve denemenin süzgecinden geçmiş, iyice çözümlenmiş fikirleri uygulamalıyız. Kısacası, başkalarına kötülük etmemek, kimsenin mahvına sebep olmamak için aklını yitirmiş, kendini bilmez ya da hayal dünyasındaymış gibi değil, sağduyumuzla hareket etmeliyiz. Ancak böyle davrandığımız zaman mistik inançlara körü körüne bağlanmak yerine akla uygun salt insanseverliğimizi gösteren, gerçek Hıristiyan eserleri yaratmış olacağız...

Salonun birçok yerinden şiddetli alkışlar duyuldu, ama Fetükoviç, sözünü kesmemeleri için adeta yalvarırcasına ellerini salladı. Her şey yeniden sessizleşti. Avukat devam etti:

— Zanneder misiniz ki, sayın jüri üyeleri, çocuklarımız delikanlılık, daha doğrusu düşünme çağına gelince bütün bu meseleler üzerinde durmazlar? Bu asla mümkün değildir; onlardan imkânsız bir içine kapanıklık beklemeyelim. Düşkün bir babanın durumu, özellikle başka arkadaşlarının iyi durumda babalarıyla kıyaslama yaparak bir gençte ister istemez birtakım acı sorular uyandırır. "Babandır, kanını taşıdığın için onu sevmek zorundasın" gibi beylik cevaplar alır. Genç, elinde olmadan, "İyi ama, bana hayat verirken beni sevdiği var mıydı?" diye düşünmeye başlar. "O anda, ihtiras anında, belki de içkili kafasıyla ne beni, ne cinsiyetimi bildiği vardı. Bana karşı tek babalık ödevi de içki düşkünlüğünü aşılamak oldu. Ne diye seveceğim onu. Hayat verip ömrü boyunca beni sevmedikten sonra, değer mi?" Bu sorular belki size kaba, haşin gibi gelir, ama genç insanın düşünce seline set çekemezsiniz. "Tabiat kapıdan kovulursa pencereden girer..." Bu arada en önemlisi, "maden"in, "kükürt"ün uğursuzluğundan korkmayalım. Meseleyi mistik hükümlere göre değil, sağduyunun, insanseverliğin emrettiği yolda çözümleyelim. Oğul babasının karşısına geçerek ciddiyetle, "Seni sevmemin benim için bir ödev olduğunu ispat et, baba!" desin. Babası bunun karşılığını verebilecek, söylediğini ispatlayacak durumda ise bu ailenin yalnız mistik, geri düşünceler üzerine değil, kişisel sorumluluk esasına uygun, insanca temellere dayanmış normal bir aile olduğu ortaya çıkar. Baba soruyu olumlu bir şekilde cevaplayamazsa, o aile yıkılmıştır. Adamın babalık hakkı yok olur, oğlu onu kendine yabancı, hatta düşman saymaya hak kazanır. Sayın jüri üyeleri, kürsümüz gerçek ve sağlam fikirlerin yayıldığı bir okul olmalı!

Coşkunca alkışlar avukatın sözünü kesti. Dinleyiciler adeta kendilerinden geçerek alkışlıyorlardı. Şüphesiz bütün salon değil, ama salonun yarısı, en çok annelerle babalar alkışlıyordu. Yukardan, bayanların oturdukları sıralardan çığlıklar, bağrışmalar duyuldu. Mendiller sallanıyordu. Başkan çıngırağa asıldı. Salondakilerin taşkınlığına kızdığı belliydi, ama deminki tehdidine uyarak salonu boşaltmaya cesareti yoktu, çünkü alkışlayanlar, mendil sallayanlar arasında kürsünün arkasında özel koltuklarda oturan fraklı, göğüslerinde nişanlar parlayan yaşlı devlet adamları da vardı. Gürültü kesilince Başkan, deminki gibi, salonu boşaltacağını kesin bir dille tekrarlamakla yetindi. Zafer heyecanıyla coşmuş Fetükoviç konuşmasına devam etti:

— Sayın jüri üyeleri, burada bugün de hayli sözü edilen korkunç geceyi hatırlıyorsunuz sanırım. Oğul, bahçe duvarından atlayarak babasının evine dalmış, ona hayat veren düşmanla yüz yüze gelmiş. Bütün gücümle ısrar ederek tekrarlıyorum, o anda para almaya gelmemiştir o; hırsızlık suçlaması abestir. Maksadı öldürmek de değildir, asla! Önceden böyle bir tasarısı olsa bir silah sağlamayı düşünürdü, pirinçten havanelini sadece içgüdü etkisinde, ne yaptığını bilmeden kapmıştı. Diyelim ki içeri girmek için babasını bilinen işaretlerle kandırmış, diyelim ki girmiştir; asla inanamayacağım bu masalın doğruluğunu bir an için kabul edelim. Sayın jüri üyeleri, size bütün kutsallığım üzerine yemin ederim ki, orada babası değil, yabancı bir düşman olsaydı, odaları gözden geçirip kadının orada bulunmadığını görünce rakibine dokunmadan kaçardı. Belki bir şaplak indirirdi ya da iteleyiverirdi, o kadar... Çünkü bununla uğraşacak durumda değildi, vakti yoktu, yavuklusunun nerede olduğunu öğrenmesi gerekiyordu. Ama babasını, çocukluğundan beri ona rahat yüzü göstermeyen bir düşmanını, şimdiki korkunç rakibini görmek her şeyi altüst etti. Nefret duygusu elinde olmadan kabarıp bütün varlığını sardı, düşünecek zamanı kalmadı, bir anda oluverdi her şey! Bir çılgınlık buhranıydı bu, ama doğal, bozulan kanunları için (her zaman olduğu gibi) olanca şiddetiyle öç alan tabiatın hiddeti... Katil gene de öldürmemiştir, bunu ısrarla haykırıyorum. Sadece karşısındakinin suratına nefretle, tiksintiyle havanelini sallayıverdi bir kere; öldürmek istemeden, öldüreceğini bilmeden... Elinde uğursuz havaneli olmasa belki döverdi babasını, ama öldürmezdi. Kaçtıktan sonra yere serdiği ihtiyarı öldürüp öldürmediğini bilmiyordu. Buna katillik denmez. Baba katilliği hiç değil. Ancak geri fikirlilik bu fiili böyle adlandırabilir. Gerçekte ortada bir katillik var mıydı, sizlere tekrar tekrar içtenlikle soruyorum baylar? Sayın jüri üyeleri, sanığı mahkûm edeceğiz; o da kendi kendine, "Bu insanlar benim için hiçbir şey yapmadılar," diyecek. "Adam olmam için ne terbiyemle, ne eğitimimle ilgilendiler. (Aç, susuzken doyurup susuzluğumu gidermediler, hapiste çıplak yatarken gelip aramadılar beni...)Üstelik sürgüne yolladılar. Ödeştik, bundan sonra ne onlara, ne başkalarına sonsuzluğa kadar borcum yok. Onlar kötüyse ben de kötü olurum, zalimliğe zulümle karşılık veririm." Böyle diyecektir, sayın jüri üyeleri! Yemin ederim, suçlamakla onu ferahlatacak, vicdan yükünden kurtaracaksınız. Bundan sonra döktüğü kan için vicdan azabı çekmeyecek, lanetler okuyacak ona. Bir insanı temelli söndüreceksiniz. Ondan sonra ömrünün sonuna kadar içi zehir dolu, hayata karşı kör bir adam olarak yaşayacak... Sanığa en acı, en korkunç cezayı vererek ruhunu sonsuzluğa kazandırmak ister misiniz? Merhametinizle ezin onu. Nasıl sarsılacağını göreceksiniz; "Bu kadar sevgiye, iyiliğe layık mıyım?" diyecek. Evet, bu vahşi, ama soylu kalbi biliyorum ben, sayın jüri üyeleri, biliyorum. Soylu hareketiniz önünde secde edecek, büyük sevgi gösterilerine susamış bu kalp yeniden canlanacak, sonsuzluğa yönelecek. Bazı miskin ruhlar başlarına gelen kötülükler yüzünden bütün dünyayı suçlu görürler. Azıcık bir merhamet, biraz sevgi onları değiştirip kötülüklerinden döndürmeye yeter, çünkü içleri iyilik tohumlarıyla doludur. Bu ruh açılacak, Tanrının sonsuz merhametini, insanların iyiliğini, doğruluğunu anlayacak... Yaptığına pişmanlık duyarak insanlığa olan borcunun büyüklüğü altında ezilecek. O zaman "ödeştik" diyemeyecek. "Bütün insanlara karşı suçluyum, herkesten aşağıyım," diye tekrarlayacak. Pişmanlık, ıstırap derecesinde bir duygulanma ile, "Beni mahvetmek değil, kurtarmak isteyen insanlar benden ne kadar iyi!" diye gözyaşı dökecek. Ve sizler için bunu, bu iyiliği yapmak pek kolaydır. Çünkü ortada gerçekle ilişiği olan deliller yokken, "Evet, suçludur!" demeniz kolay sayılmaz. Duyuyor musunuz, şanlı tarihimizden yükselen yüce sesin, "Bir suçsuzu cezalandırmaktansa on suçluyu affetmek daha iyi!" deyişini duyuyor musunuz? Benim gibi bir acize sizlere, Rus mahkemesinin yalnız cezalandıran değil, düşenleri tutup kaldıran bir el olduğunu hatırlatmak düşmez! Varsın başka milletler salt kanun maddelerine dayanarak hükümlerini versinler, biz ruha, öze yönelip bahtsızları kurtarmaya, kalkındırmaya çalışalım. Böyle olursa, Rusya da, adaleti de bu yolda ilerlerse, yarınımıza güvenle bakabiliriz. Dünya milletlerinin nefretle uzaklaştığı çılgın troykalarla korkutmayın bizi! Doludizgin troykalar değil, heybetli Rus arabası, azametli, sakin yol alışıyla amacına ulaşacaktır. Müvekkilimin kaderi gibi Rus gerçekçiliğinin kaderi de sizin ellerinizde. Onu siz kurtaracak, siz savunacak, doğrulayacaksınız!

XIV
Mujikler Gösterdiler Kendilerini

Fetükoviç sözünü böylece bitirdi. Dinleyenlerin bu seferki coşkunluğu bir heyecan fırtınası halindeydi, önlemek imkânsızdı. Kadınlar ağlıyordu, erkeklerden de ağlayanlar vardı. İki yüksek devlet memurunun gözleri yaşarmıştı. Başkan boyun eğdi, çıngırağını çalmayı bile ağırdan aldı. Bayanlarımızın sonraları bar bar bağırdıkları gibi, "Böyle heyecana kıymak bir kutsallığa kıymaktı..." Konuşmacı da içten duygulanmıştı. Böyle bir anda bizim İppolit Kiriloviç "savunmayı cevaplamak" için yeniden kürsüye geldi. Onu nefretle süzen bayanlar, "A, bu da nesi? Ne demek oluyor bu? Ne yüzle karşılık verecek?" gibilerden mırıldanmaya başladılar. Ama dünyanın bütün bayanları, başta bizzat Savcı İppolit Kiriloviç'in sayın eşi bile olsa, o anda onu durdurmak imkânsızdı. Sapsarı kesilmiş, heyecandan titriyordu. Konuşmasının başlangıcında ilk kelimeleri, ilk cümleleri adeta anlaşılmıyordu; tıkanıyor, doğru dürüst söyleyemiyor, tutuluyordu. Ama çabuk toparlandı.

İkinci konuşmasından sadece birkaç cümle aktaracağım.

— ... Bize romanlar yarattığımızdan ötürü sitem ediliyor. Ya savunmanın bütün söyledikleri roman değil de ne! Bir şiir eksik içinde. Fyodor Pavloviç sevgilisini beklerken zarfı yırtıp yere atıyormuş. Hatta bu ilginç durumda neler söylediği de tekrarlanıyor. Bir destan değil mi? Parayı çıkardığına dair deliller nerede, söylediklerini duyan kim? Ya şu aklını yitirmiş, meczup Smerdyakov'un yasa dışı doğuşu yüzünden toplumdan öç almak amacıyla tam bir Byron kahramanlığı! Hele babasının evine dalıp ihtiyarı aynı zamanda hem öldüren, hem öldürmeyen oğula ne demeli? Bu artık romanın, şiirin de üstünde, kendinin bile çözemeyeceği bilmeceler söyleyen bir Sfenks... Öldürdüyse öldürmüştür; oysa burada hem öldürmüş, hem öldürmemiş, içinden çıkabilirsen çık! Sonra da bize, kürsümüzün gerçek ve sağlam fikirler kürsüsü olduğunu ilan ederler. Bu "sağlam fikirler" kürsüsünden yeminle karışık şöyle bir hikmet savruluyor: bir babanın vurulmasını baba katilliği diye adlandırmak sadece geriliktir! Biz baba katilliğine gerilik diyelim, her çocuk babasına, "Seni neden sevecekmişim baba?" diye sorsun; e, sonu ne olacak bunun, toplumun, aile temellerinin hali ne olacak? Baba katilliği sadece Moskovalı cahil tüccar karılarının "kükürt"üymüş... Sırf maksatlarına ulaşmak, beraatine imkân olmayan birisini temize çıkarmak için Rus mahkemesinin en değerli, en kutsal kurallarına yanlış, züppece bir şekilde başvuruluyor. "Aman merhametle ezin onu!" diye bağırıyor sayın avukat. Sanığın istediği de bu, ama yarın onun nasıl ezileceğini hep görecekler. Sanığın yalnız beraatini istemekle fazla tevazu göstermiyor mu bay avukat? Bence kahramanlığını milletçe ve gelecek kuşaklar boyunca yaşatmak için baba katili adına bir vakıf kurmalı... İncil'le din kurallarının da tashihine kalkışıyorlar. Bunlar hep mistisizm; bizim aklın ve sağduyunun süzgecinden geçmiş gerçek Hıristiyanlığımız var. Karşımıza yalancı bir İsa çıkarılıyor, kullandığımız ölçüler size de uygulanacaktır! Savunma, bundan, ölçülerimizi başkalarına uygulamamayı emrettiği sonucunu çıkarıyor. Bunu gerçek ve sağlam fikirler kürsüsünden duyuruyor! Biz İncil'i ancak nutuklarımızı söylemeden bir gün önce açarız, bu özgün eserden gereken bilgileri edinir, gereken yerlerde bunlardan faydalanarak karşımızdakilerin gözlerini kamaştırırız. Oysa İsa bize böyle yapmamamızı, bundan çekinmemizi emrediyor, bu, kötüler dünyasının işidir. Biz kötülük yapanları bağışlamalı, bir yanağımıza vurana öbür yanağımızı uzatmalıyız, kısasa kısas dememeliyiz. Tanrımız bize bunu öğretmiş; çocukların babalarını öldürme yasağının bir gerilik olduğunu öğretmemiş. Biz de, gerçek ve sağlam fikirler kürsüsünden savunmanın sadece "çarmıha gerili insansever" dediği, bütün Hıristiyan Rusya'daki "Tanrı"mızın İncil'ini düzeltmeye kalkışmayalım...

Başkan araya girerek fazla heyecanlanan Savcıyı konu dışına çıkmaması için uyardı, bu gibi durumlarda başkanların söylediklerini tekrarladı. Ama salonda da huzursuzluk seziliyordu. Halk kıpırdanıyor, kızgın kızgın söyleniyordu. Fetükoviç karşılık vermiyordu. Az sonra, eli göğsünde, vakar dolu bir tavırla kürsüye çıktı. Gene hafifçe alaylı bir tarzda, "romanlar"a ve "ruhbilim"e dokundurdu, bir yerinde de "Jüpiter kızıyorsun, demek haksızsın," dedi. Sözleri salondaki çoğunluğun onayan gülüşleriyle karşılandı, çünkü İppolit Kiriloviç'in Jüpiter'e benzer tarafı Allah için yoktu. Fetükoviç büyük bir vakarla Savcının, kendisinin genç kuşağın babalarını öldürmesini hoş gördüğü yolundaki suçlamasına cevap vermeyi lüzumsuz saydığını söyledi. Sözü, İsa'ya, Tanrı değil de sadece, lütfen, "çarmıha gerili insansever" deyişine; sözlerinin "Hıristiyanlığa aykırı olup gerçek ve sağlam fikirler kürsüsünden söylenemeyeceğine" getiren Fetükoviç, zararlı dokundurmalara üzüntüsünü, buradaki kürsünün onu hiç olmazsa "bir vatandaş ve dinine bağlı bir kişi" olmak yönünden uğrayacağı hücumlardan koruyacağına inancını belirtti. Ama Başkan bu defa da onu susturdu. Fetükoviç bir baş selamıyla konuşmasına son verdi, salondakilerin ondan yana fısıltıları duyuldu, İppolit Kiriloviç'in bayanlarımızın söyleyişleriyle, "ömrünün sonuna kadar işi bitti..."

Daha sonra sanığa söz verildi. Mitya ayağa kalktı ama çok konuşmadı. Maddi ve manevi bakımdan yıkılmıştı. Sabah salona girerken üzerindeki serbest, zinde hal hemen hemen kalmamıştı. Sanki o gün, ömrü boyunca bilmediği, anlamadığı önemli şeyler öğrenmiş, kavramıştı. Sesi güçsüzdü, deminki gibi bağıramıyordu. Sözlerinde kadere boyun eğiş, yenilgi, içtenlik vardı.

— Ne söyleyeyim, sayın jüri üyeleri! Yargılama günü geldi. Tanrının elini üzerimde hissediyorum. Serseri adamın sonu geldi! Ama sizlere Tanrının huzurundaymışım gibi, "Babamın kanından suçlu değilim," diyorum, "hayır, suçlu değilim!" Son olarak tekrarlıyorum, öldüren ben değilim. Serseriydim, ama iyi şeyleri severdim. Her an iyi olmaya çabaladım, gene de bir yaban hayvanı gibi yaşadım. Bay Savcıya teşekkürler, hakkımda bilmediğim birçok şey söyledi. Ancak babamı benim vurduğum doğru değil, bunda yanılıyor Savcı! Avukatım var olsun, dinlerken ağladım; ama babamı öldürdüğüm doğru değil, böyle tahminlere lüzum yoktu. Doktorlara inanmayın, aklım başımda, yalnız ruhum ezgin. Bağışlayıp bırakırsanız, dua ederim sizler için. İyi olmaya söz veriyorum. Tanrı huzurunda söz veriyorum. Mahkûm ederseniz, kılıcımı başımın üzerinde kırar, parçalarını öperim. Ama bağışlayın, Tanrımdan yoksun etmeyin beni, kendimi bilirim çünkü: isyan edeceğim! Mahvoldum, baylar... bağışlayın!

Yerine çökercesine oturdu, sesi koptu, son cümleyi güçlükle söyleyebildi.

Duruşmanın bundan sonraki kısımlarını vermeyeceğim. Sonunda jüri üyeleri karar için çekildiler. Başkan son derece yorgun olduğu için onları oldukça sudan, beylik birkaç sözle uğurladı: "Taraf tutmayın, savunmanın güzel sözlerine kapılmayın, kararınızı düşünüp taşınarak verin. Görevinizin büyüklüğünü hatırdan çıkarmayın..."

Jüri üyeleri çıktılar, duruşmaya ara verildi. Salondakiler için de kalkıp dışarda dolaşarak birbirlerine izlenimlerini anlatma, büfeye uğrama fırsatı çıktı. Vakit çok geçti, gece yarısından sonra bire geliyordu. Gene de kimse gitmiyordu. Heyecanın doğurduğu sinir gerginliği dinlenme ihtiyacını unutturuyordu. Hepsi yüreklerinde çarpıntıyla kararı bekliyordu. Hoş hepsi değil ya, bayanlar sadece isterik bir sabırsızlık duyuyordu, içleri rahattı onların. Nasıl olsa "beraat yüzde yüzdü!" Artık heyecanlı sonuca hazırlanıyorlardı. Şunu da açıklayayım ki, salonun erkeklere ait kısmında da beraatten emin olan pek çoktu. Kimi seviniyor, kimi dudak büküyor, kimi açıkça hoşnutsuzluk gösteriyordu. Fetükoviç başarısından emindi. Etrafını saran kalabalık onu kutluyor, yılışıyordu.

Gruplardan birinde, sonradan anlattıklarına göre birisi,

— Efendim, diyordu, avukatla jüri üyeleri adeta görünmez bağlarla birbirine bağlanmıştı. Savunma sırasında bu bağların varlığını hissettim ben. Dava bizimdir, hiç üzülmeyin.

Civardaki toprak sahiplerinden çatık kaşlı, şişman, çopur bir adam gruba yaklaştı:

— Bakalım bizim mujikler ne diyecek buna?

— Yalnız mujikler değil ki. Dört memur var.

Evet, memurlar, diye söze karıştı eyalet kurulu üyesi.

— Siz Nazaryev'i, Prohor İvanoviç'i tanır mısınız, şu madalyalı tüccar, jüri üyesi?

— Ne olmuş?

— Dehşetli kafalı adamdır.

— Ama ağız açtığı yok, hep susuyor.

— Sustuğuna bakmayın, böylesi daha iyi. Petersburglu ona değil, o Petersburgluya öğretir her şeyi. On iki çocuğu var, siz düşünün artık!

Başka bir grupta genç bir memur,

— Beraat ettirmez bunlar, diye bağırıyordu.

Kesin bir ses,

— Beraat yüzde yüz, diye karşılık verdi ona.

Memur,

— Ayıp, rezalet doğrusu beraat çıkmazsa! diye devam etti. Öldürmüş bile olsa bir baba, bir de bu türlü baba var. Sonra adam çılgına dönmüş... Belki gerçekten havanelini şöyle bir sallamış, öteki de yere düşüvermiştir. Uşağı bu işe karıştırmaları iyi olmadı. Bu gülünç bir iddia. Ben avukatın yerinde olsam "öldürdü, ama suçlu değil" yolunu tutar, hepsinin canını cehenneme yollardım.

— O da öyle dedi, yalnız canlarını cehenneme yollamadı.

— Yo, Mihayl Semyoniç, hemen hemen bunu da söyledi... diye duyuldu bir kadın sesi.

— Rica ederim efendim. Büyük Perhiz ayında âşığının meşru karısının boğazını kesen aktrisi beraat ettirdiler ya...

— Ama tam kesememiş.

— Hepsi bir, ha kesmiş, ha kesmeye başlamış...

— Çocuklar için söyledikleri harikulade doğrusu!

— Harikulade.

— Ya o mistisizm kısmı?

— Mistisizmi bırakın da, İppolit'in bugünden sonraki halini düşünün! diye bağırdı birisi. Karısı yarın Mitenka yüzünden gözlerini oyar onun.

— Burada mı?

— Yok canım. Burada olsa hemen şimdi oyardı. Evde; dişi ağrıyormuş. Hah ha!

— Hah ha ha!

Üçüncü gruptakiler:

— Galiba beraat edecek Mitenka...

— Olur a; yarın da "Başkent"te taş taş üstünde komaz, on gün âlem yapar.

— Şeytan herif!

— Şeytan dediniz de, bu işte şeytanın parmağı var...

— Bir şey söyleyeyim baylar: konuşma iyi, güzel, ama babaların kafaları el kantarlarıyla kırılmaz doğrusu. Bunun sonu neye varır!

— Araba bahsini hatırlıyor musunuz, araba bahsini?

— Öküz arabasını zafer arabası yaptı.

— Yarın da zafer arabasını öküz arabasına çevirir. "Duruma göre, her şey duruma göre..."

— Yaman milletiz doğrusu! Sorarım size baylar, gerçek var mı, yok mu Rusya'da?

Çıngırak çaldı. Jüri üyelerinin tam tamına bir saatlik görüşmesi sona ermişti. Dinleyenler yerlerine geçince salonu derin bir sessizlik kapladı. Jüri üyelerinin salona girişini hiç unutmam! Soruları sırasıyla hatırlamıyorum. Yalnız Başkanın birinci ve en önemli sorusu aklımda: "Sanık hırsızlık kastıyla taammüden cinayet işlemiş midir?" (Aşağı yukarı böyleydi.) Salonda çıt yoktu. Jüri başkanı, memur, en gençleri, salonun derin sessizliği içinde yüksek sesle, tane tane,

— Evet, suçludur! diye karşılık verdi.

Ondan sonraki bütün maddelere aynı şekilde "Suçlu, evet, suçlu..." cevabı verildi. Hem de en ufak bir hafifletici sebep olmaksızın!

Bunu kimse beklemiyordu. Hiç değilse hafifletici sebeplerden umutluydu çoğunluk. Salondaki ölü sessizliği sürüp gidiyordu. Gerek mahkûmiyet, gerek beraat isteyenlerin hepsi taş kesilmişti. Ama bu bir an sürdü. Ondan sonra dehşetli bir hengâme koptu. Erkeklerden memnun olanlar pek çoktu. Bazıları sevinçlerini gizlemeden ellerini ovuşturuyorlardı. Memnun olmayanlar şaşkın bir halle omuzlarını oynatarak aralarında fısıldaşıyor, sanki hâlâ durumu kavramamış gibi davranıyorlardı. Bayanların hali görülecek gibiydi. Hep birden ayaklanacaklar sandım. İlkin kulaklarına inanamamış gibiydiler. Sonra,

— Nasıl olur bu?

— Bu da ne demek? diye bağırmalar salonu çınlattı. Yerlerinden fırladılar. Galiba her şeyi değiştirip başka şekle sokmanın mümkün olduğunu sanıyorlardı.

Tam o anda Mitya yerinden doğruldu, kollarını öne uzatarak, acı bir sesle,

— Tanrı ve mahşer günü adına yemin ederim ki, babamın kanında suçum yok! diye bağırdı. Seni bağışlıyorum, Katya! Kardeşler, dostlar, ötekine merhamet edin!

Sözünü bitirmedi, bambaşka, ona tamamen yabancı, korkunç bir sesle avazı çıktığı kadar ve bütün salonu çınlatarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Balkonun en arka sıralarından tiz bir kadın çığlığı duyuldu, Gruşenka'ydı bu. Az önce birisine yalvararak duruşma salonuna yeniden girmişti.

Mitya'yı götürdüler. Kararın okunması ertesi güne bırakıldı. Salondakiler büyük gürültüyle dağılmaya başladı; ben artık ne bir şey bekliyor, ne de dinliyordum. Yalnız kapıdan çıkarken birkaç kişinin konuşmaları kulağıma çarptı:

— Maden ocaklarında yirmi yıl yer...

— En azından...

— Yaa, mujiklerimiz gösterdiler kendini!

— Mitenka'mızın hesabını gördüler!

Continue Reading

You'll Also Like

5.9K 266 42
Tolstoy'un en önemli üç romanından biri olan Diriliş, insanın yozlaşmış toplum içinde geçirdiği sarsıcı değişimin, vicdanla dirilişin romanıdır. Zeng...
2.9M 152K 17
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.
158K 10K 30
05*********: Yollarımız aynığı 05*********: Yönlerimiz aynığı 05*********: Sonlarımız aynığı 05*********: Nasıl kalalım ayrığı 05*********: Aklımız a...
35.3K 1.3K 7
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Kreutzer Sonat ve Diriliş'in büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini ins...