Karamazov Kardeşler

By ClassicsTR

16.5K 382 73

Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe... More

Yazardan
Birinci Bölüm -1
Birinci Bölüm -2
Birinci Bölüm -3
Birinci Bölüm -4
Birinci Bölüm -5
Birinci Bölüm -6
Birinci Bölüm -7
Birinci Bölüm -8
Birinci Bölüm -9
İkinci Bölüm -1
İkinci Bölüm -2
İkinci Bölüm -3
İkinci Bölüm -4
İkinci Bölüm -5
İkinci Bölüm -6
İkinci Bölüm -7
İkinci Bölüm -8
Üçüncü Bölüm -1
Üçüncü Bölüm -2
Üçüncü Bölüm -3
Üçüncü Bölüm -5
Üçüncü Bölüm -6
Üçüncü Bölüm -7
Üçüncü Bölüm -8
Dördüncü Bölüm -1
Dördüncü Bölüm -2
Dördüncü Bölüm -3
Dördüncü Bölüm -4
Dördüncü Bölüm -5
Dördüncü Bölüm -6
Dördüncü Bölüm -7
Dördüncü Bölüm -8
Dördüncü Bölüm -9
Dördüncü Bölüm -10
Dördüncü Bölüm -11
Dördüncü Bölüm -12
Sonsöz

Üçüncü Bölüm -4

175 2 0
By ClassicsTR

IV
Karanlıkta

Mitya koşarak nereye gitmişti? Belliydi: "Gruşenka Fyodor Pavloviç'ten başka nerede olabilirdi? Samsonov'dan doğruca ona gittiği apaçıktı artık. Bütün dolap, yalan gün gibi meydandaydı..."

Bu düşünceler Mitya'nın kafasında kasırga gibi birbirini kovalıyordu. Avluya girince Marfa Kondratyevna'ya uğramadı: "Gerek yok, oraya asla gitmemeli... ortalığı gürültüye vermemeli... Hemen yetiştirip ele verirler... Marfa Kondratyevna da işin içinde besbelli... Smerdyakov da, o da, hepsi parayla satın alınmış!" Başka bir şekil düşündü: büyük bir yarım daire çizerek sokaktan koştu, Fyodor Pavloviç'in evini, Dmitrovskaya Sokağı'nı, küçük tahta köprüyü geçti ve sokakların arkasındaki tenha bir arsada buldu kendini. Boş arsanın bir yanı komşu bostanın çitiyle, öbür yanı Fyodor Pavloviç'in bahçesinin yüksek sağlam duvarıyla çevriliydi. Mitya bir yer seçti; söylentilere göre, vaktiyle Lizaveta Smerdyaşçaya'nın duvardan atladığı yerdi burası. Nedense, aklından, "O atladıktan sonra ben de atlayamaz mıyım?" diye geçti. Gerçekten, hız alarak duvara koştu, elleri üstünde yaylanıp ata biner gibi duvarın üstüne çıktı. Bahçenin o kısmında, duvara yakın bir hamam vardı, ama evin aydınlık pencereleri duvardan görünüyordu. "Tamam, ışık ihtiyarın yatak odasında, orada o!" Mitya duvardan bahçeye atladı. Grigori'nin hastalığını, belki Smerdyakov'un da gerçekten hasta olduğunu, böylece gelişini kimsenin duymayacağını bildiği halde bir içgüdüyle durduğu yere sinerek hiç kımıldanmadan ortalığı dinlemeye koyuldu. Her yanda tam bir ölü sessizliği vardı, sanki mahsus gibi ortalıkta çıt çıkmıyordu.

Dmitri, nedense "Sadece sessizliğin fısıltısı duyuluyor" mısraını hatırladı. "Duvardan atladığımı duyan olmasa bari; galiba duymadılar da..." Bir an durduktan sonra çimenlikten yürüdü, ağaçları, çalılığı yavaşça geçti. Elinden geldiği kadar gürültüsüz, adımlarının sesini dinleye dinleye gidiyordu. Aydınlık pencereye kadar beş dakikalık yol vardı. Tam pencerelerin altında birkaç iri mürverle ak kahkaha fidanı bulunduğunu hatırlıyordu. Evin cephesinde, sol yandaki bahçeye çıkan kapı kapalıydı. Mitya geçerken bunu mahsus dikkatle inceledi. Sonunda yeşilliğe ulaşarak geriden sokuldu. Soluğunu tutarak bekliyordu. "Biraz beklemek gerek," diye düşündü. "Ayak sesimi duyup kulak kabartırlarsa aldandıklarını sanmalılar... Allah vere de aksırığım öksürüğüm tutmasa!.."

Bir iki dakika bekledi, kalbi öyle hızlı atıyordu ki, Mitya tıkanacak gibi oldu. "Bu çarpıntının biteceği yok," diye düşündü, "daha çok bekleyemem!" Bir fidanın siperinde duruyordu. Fidanın ön kısmı pencereden gelen ışıkla aydınlanmıştı. Nedenini bilmeden "Ak kahkaha, taneleri kıpkırmızı..." diye mırıldandı. Ağır, sessiz adımlarla pencereye yaklaşarak parmak uçlarında yükseldi. Fyodor Pavloviç'in yatak odası tabak gibi önünde seriliydi. Hayli ufak oda, Fyodor Pavloviç'in "Çin işi" adını verdiği kırmızı bir paravanayla ortadan bölünmüştü. Mitya, içinden, "Çin işi..." diye tekrarladı. "Gruşenka da paravananın arkasında olmalı..." Fyodor Pavloviç'i incelemeye başladı. İhtiyarın sırtında şimdiye kadar hiç görmediği yeni, çizgili bir ipekli sabahlık vardı, belini püsküllü, gene ipekten bir kuşakla sıkmıştı.

Sabahlığın yakasından temiz, zarif fanilası, altın kol düğmeleriyle ince Hollanda bezinden gömleği görünüyordu. Fyodor Pavloviç'in başında, Alyoşa'nın gördüğü kırmızı sargı vardı. "Süslenmiş," diye düşündü Mitya. Fyodor Pavloviç pencerenin yakınında, görünüşte düşünceye dalmış duruyordu. Birdenbire, başını kaldırarak bir şeye kulak kabartır gibi oldu. Ses duymayınca masaya yaklaştı, sürahiden yarım kadeh konyak koyarak içti. Ardından derin derin iç çekti, gene bir an durdu; dalgın dalgın, iki pencere arasına asılı aynaya yaklaştı. Alnındaki kırmızı sargıyı sağ eliyle kaldırarak henüz geçmemiş çürüklerle bereleri incelemeye koyuldu. "Yalnız!" diye düşündü Mitya, "yalnız olmalı..." Fyodor Pavloviç aynadan çekildi, ansızın pencereye dönerek baktı. Mitya hemen gölgeye attı kendini. "Belki de paravananın arkasında, uyuyordur..." diye düşündü. Fyodor Pavloviç pencereden uzaklaştı. Hayır, onu kolluyordu, demek ki içerde değil; olsa ne diye karanlığı gözleyecekti. "Sabırsızlıktan kendi kendini yiyor besbelli..." Mitya yeniden pencereye sokulup içeri bakmaya başladı. İhtiyar, masanın başında garip garip oturuyordu. Bir aralık dirseğini masaya dayayarak yanağını sağ avucuna yasladı. Mitya gözlerini ayırmadan ona bakıyordu. "Yalnız, yalnız!" diye tekrarlıyordu. "O burada olsa yüzü bambaşka olurdu." İşin tuhafı Gruşenka orada olmadığı için ansızın garip, anlamsız bir öfkeye kapıldı, öfkesini hemen açıkladı: "Burada olmadığına değil, burada olup olmadığını kesin olarak bilemeyişime kızıyorum." Mitya sonraları hatırladığına göre o anda zihni son derece açıktı, her şeyi en ufak ayrıntısına kadar düşünebiliyordu. İçinde bilmemenin, kararsızlığın verdiği üzüntü kabardıkça kabarıyordu. "Burada mı, değil mi?" sorusu bütün benliğini yakıyordu. Ansızın kararını verdi, elini uzatarak pencerenin pervazına hafifçe vurdu. İhtiyarın Smerdyakov'la sözleştiği gibi, iki kere ağır ağır, arkasından üç kere daha hızlı "tık, tık, tık" diye vurdu. Bu, "Gruşenka geldi" işaretiydi. İhtiyar silkindi, başını kaldırarak yerinden fırladı, pencereye koştu. Mitya gölgeye çekildi.

Fyodor Pavloviç pencereyi açtı, başını uzattı.

Titrek bir fısıltıyla,

— Sen misin Gruşenka? diye seslendi. Sen misin? Neredesin hayatım, meleğim, neredesin?

Son derece heyecanlanmıştı, tıkanıyordu. Mitya, "Yalnız!" diye kesin olarak karar verdi.

İhtiyar,

— Neredesin? diye yeniden seslendi, pencereden büsbütün dışarı sarkarak sağa sola bakınmaya başladı.

— Gel artık, sunacağım bir şey var sana. Gel, göstereyim!

Mitya, "Üç binlik zarfı kastediyor..." diye düşündü.

— Neredesin? Kapıda mı yoksa?.. Gidip açayım.

İhtiyar sağdaki bahçe kapısını görebilmek için nerdeyse yarı beline kadar sarkacaktı. Bir saniye sonra Gruşenka'nın karşılığını beklemeden mutlaka kapıyı açmaya koşacaktı. Mitya yandan bakıyor, kıpırdamıyordu. İhtiyarın nefret ettiği profili, sarkık gıdığı, çengel burnu, şehvetli bekleyişle sırıtmış ağzı odadan vuran lambanın ışığıyla iyice aydınlanmıştı. Mitya'nın kalbinde birdenbire korkunç, şiddetli bir öfke kabardı: "İşte rakibim, canavarım, hayatımı zehirleyen adam!" Dört gün önce kameriyede Alyoşa ile konuşurken, kardeşi: "Babanı öldürme lafını nasıl ağzına alabiliyorsun?" demiş, onu yanıtlarken Dmitri bu ölçüsüz öfke nöbetini sanki önceden kestirmişti.

"Bilmiyorum, bilmiyorum," demişti o zaman. "Belki öldürürüm, belki de öldürmem. Korkarım, o anda suratına dayanamayacağım. Gıdığından, burnundan, gözlerinden, hayasızca sırıtmasından nefret ediyorum. Görünüşünden nefret ediyorum. Buna dayanamayacağımdan korkuyorum."

Dmitri'nin içindeki nefret dalgası kabardıkça kabarıyordu. Kendinden geçerek cebinden pirinç havanelini çıkardı.

"Tanrı koruyordu beni o zaman!" diye anlatıyordu sonraları Mitya. Tam o anda hasta yatan Grigori Vasilyeviç uyanmıştı. Aynı günün akşamüzeri Smerdyakov'un İvan Fyodoroviç'e sözünü ettiği tedaviyi yapmış, karısının yardımıyla, sır olarak sakladıkları kuvvetli şurubu votkayla karıştırıp her yanını ovdurmuştu. Karısı okuyup üflerken ilacın kalanını içti, sonra da uykuya yattı. Marfa İgnatyevna da içkiden payını aldı, ama alışık olmadığı için kocasının yanında sızıverdi. Grigori gece ansızın uyandı: beline şiddetli bir ağrı saplanmıştı; yatağından kalktı. Sonra bir şeyler düşünerek acele acele giyindi. Belki böyle "tehlikeli zamanda" evi bekçisiz bırakıp uyuduğu için vicdan azabı duymuştu. Sara nöbetinden bitkin düşen Smerdyakov başka bir odada kıpırdanmadan yatıyordu. Marfa İgnatyevna'da da hareket yoktu. Grigori Vasilyeviç ona baktı, "Kendinden geçmiş kadıncağız..." diye düşündü, oflaya puflaya dış kapıya yollandı. Eşikten bir bakacaktı, o kadar; belinde ve sağ bacağındaki ağrıdan yürüyecek hali yoktu. Ama, birdenbire, o akşam kapısını kilitlemediğini hatırladı. Grigori Vasilyeviç son derece düzenli, dikkatli, yıllardır kurulu düzene bütün varlığıyla bağlı bir adamdı. Topallayarak, sancıdan kıvranarak merdivenleri indi, bahçeye yürüdü. Sanki içine doğmuştu: kapı ardına kadar açık duruyordu. Belki bir şeyler sezinleyerek doğruca bahçeye yürüdü, ama sol yana bakınca efendisinin odasında açık bir pencere fark etti. Pencere boştu, önünde kimse yoktu. "Niye açık, yaz değil ki?" diye düşündü Grigori. İşte o anda bahçeden, tam karşısından, kırk adım kadar ilerden bir adam koşarcasına geçti, bir gölge hızlı hızlı kıpırdanıyordu. Grigori, "Aman Yarabbim!" diye mırıldandı, sonra her şeyi, bel ağrısını bile unutarak koşanın yolunu kesmek için öne atıldı. Kestirmeden gidiyordu, anlaşılan bahçeyi kaçandan daha iyi biliyordu. Adam hamama doğru koşuyordu; hamamı geçip duvara yöneldi. Grigori gözlerini ondan ayırmadan izliyor, kendinden geçmiş bir halde arkasından koşuyordu. Kaçan, duvarın karşı tarafına atlamaya hazırlanırken Grigori ona ulaştı. Adamın üstüne atılarak bacağına asıldı, çığlığı bastı. Tahmini doğru çıkmış, önsezisi aldatmamıştı onu: kaçanı tanıdı, oydu bu, o... "Canavar, baba katili!.."

İhtiyarın,

— Baba katili! diye haykırması ortalığı çınlattı. Ama sadece bu kadar bağırabildi; o anda yıldırımla vurulmuş gibi yere yıkıldı. Mitya yeniden bahçeye atlayıp yerde yatanın üzerine eğildi; pirinçten havanelini ne yaptığını bilmeden çimenliğe fırlattı. Havaneli Grigori'den iki adım öteye, ama otlara değil, yolun en görünür yerine düştü. Mitya önünde serili yatan adamı birkaç saniye inceledi, ihtiyarın başı kan içindeydi. Elini uzatarak başı yoklamaya başladı. Sonraları çok iyi hatırladığına göre o anda mutlaka öğrenmek istediği şuydu: ihtiyarın kafatasını kırmış mıydı, yoksa sadece havaneliyle sersemletmiş miydi onu? Mitya'nın eli oluktan boşanır gibi akan kana bulanmıştı. Bayan Hohlakova'ya giderken yanına bir beyaz mendil aldığını hatırlıyordu; bunu ihtiyarın başına bastırarak anlamsız bir hareketle alnındaki, yüzündeki kanları silmeye çalıştı. Mendil o anda sırsıklam oldu. Birdenbire toparlandı: "Tanrım, ne diye yapıyorum bunu?" diye umutsuzca mırıldandı. "Kırılıp kırılmadığını nasıl anlarım? Zaten hepsi bir değil mi artık? Öldürdümse öldürdüm..." Sonra yüksek sesle, "Madem başına geldi, çekeceksin," dedi, bir sıçrayışta duvardan çıkmaza atladı, koşmaya başladı. Kanlı mendil topak halinde yumruğundaydı, koşarken redingotunun arka cebine soktu. Alabildiğine koşuyordu. Karanlık, ıssız şehir sokaklarında karşılaştığı tek tük yoldan geçenler o gece delice koşan adamı sonraları hatırladılar. Gene Morozova'nın evine gidiyordu. Fenya, Dmitri Fyodoroviç'in deminki gidişinden sonra kapıcı Nazar İvanoviç'e, yüzbaşıyı ne o gün, ne de ertesi gün içeri almaması için Tanrı adına yalvarmıştı. Nazar İvanoviç razı oldu. Ama aksilik bu ya, bir aralık ansızın yukarıya çağıran ev sahibesinin yanına gitti. Köyden yeni gelen yeğenine avluda kalmasını tembihlediği halde yüzbaşıdan söz etmeyi unutmuştu.

Koşa koşa gelen Mitya kapıya vurdu. Delikanlı hemen tanıdı onu: Mitya'nın epey bahşişini almıştı. Avlu kapısını açıp içeri aldı, güleryüzle, olanca nezaketiyle, Agrafena Aleksandrova'nın şimdilik evde olmadığını haber verdi.

Mitya birden duruverdi.

— Nereye gitti, Prohor?

— Demin, bir iki saat kadar önce Timofey'le Mokroye'ye gittiler.

— Neden? diye haykırdı Mitya.

— Bilmiyorum, efendim. Bir subaya mı ne gittiler; birisi çağırmış, atları da oradan göndermişler...

Mitya çılgın gibi içeri daldı, Fenya'ya koştu.

V
Ani Karar

Fenya büyükannesiyle mutfaktaydı, ikisi de yatmak üzereydiler. Nazar İvanoviç'e güvendikleri için içerden kilitlememişlerdi. Mitya dalar dalmaz Fenya'nın gırtlağına yapıştı. Kendinden geçerek,

— Söyle, nerede o, Mokroye'ye kiminle gitti? diye haykırdı. Söyle! Çabuk!

Kadınlar çığlığı bastılar.

— Amanın, söyleyeceğim kuzum Dmitri Fyodoroyiç, hepsini söyleyeceğim, bir şeyciği saklamayacağım! diye bağırdı Fenya. Mokroye'ye, o subayın yanına gitti...

— Hangi subaya?

Fenya hep öyle hızlı hızlı konuşarak,

— Eski subaya, dedi. Hani bir subayı vardı ya onun... Beş yıl önceki subay... sonra bırakıp gitmişti onu...

Dmitri Fyodoroviç, ellerini kızın boynundan çekti, ölü gibi sapsarı duruyor, ses çıkarmıyordu. Ancak gözlerinden, her şeyi başından sonuna kadar, birdenbire anladığı belli oluyordu. Ama zavallı Fenya o anda onun meseleyi anlayıp anlamadığını düşünecek halde değildi, Mitya'nın içeri daldığı andaki gibi bir sandığın üstünde oturakalmış, zangır zangır titriyordu. Kendini korumak ister gibi ellerini öne uzatmış, kaskatı kesilmişti. Dehşetten iri iri açılmış gözleri Mitya'ya dikiliydi. Mitya'nın elleri kan içindeydi. Yolda koşarken besbelli yüzündeki teri silmek için alnına sürmüş, böylece alnı, sağ yanağı da yer yer kana bulanmıştı. Fenya sinir nöbetine yakalanmak üzereydi; ihtiyar aşçı kadın da yerinden doğrulmuş, çılgın bakışlarını ona dikmişti. Dmitri Fyodoroviç bir an ayakta durdu, sonra birdenbire farkında olmadan Fenya'nın yanındaki iskemleye bıraktı kendini.

Oturduğu yerde bir şey düşünemiyordu, şaşkınlık içinde, taş kesilmiş gibiydi. Artık her şey gün gibi açıktı: bu subayın varlığını, her şeyi çok iyi biliyordu, Gruşenka'nın ağzından öğrenmişti; adamın bir ay önce Gruşenka'ya mektup gönderdiğini de biliyordu. Demek bütün bu ay bir şeyler, bu yabancı adamın gelişi de tertipleniyor, büyük bir sır olarak ondan gizleniyordu... Bu arada Mitya aklından bile geçirmemişti bunları. Nasıl olmuştu bu, nasıl düşünememişti? Niçin unutmuş, hakkında her şeyi duyduğu halde nasıl aklından silinmişti? Bu soru bütün korkunçluğuyla önündeydi. Mitya gerçekten ürkerek, dehşetten buz kesilerek bunu düşünüyordu.

Sonra birdenbire, ağır, uysal bir çocuk gibi Fenya ile tatlı tatlı konuşmaya başladı. Demin yaptıklarıyla kadıncağızı nasıl korkuttuğunu, hakaret, eziyet ettiğini unutmuş gibiydi. Bulunduğu duruma göre olağanüstü, hatta şaşırtacak bir incelikle Fenya'yı sorguya çekmeye başladı. Fenya da bir yandan Mitya'nın kanlı ellerini dehşetle seyrediyor, bir yandan da son derece uysallıkla, çabuk çabuk karşılıklar veriyordu; hatta gerçeği bütün "çıplaklığıyla" bir an önce anlatmaya istekli görünüyordu. Yavaş yavaş, nerdeyse zevk alarak, maceranın ayrıntılarına girmeye başladı. Bunu Mitya'yı üzmek için değil de, sanki elinden geldiği kadar iyilik etmek için yapıyordu. O gün bütün olanları, Rakitin'le Alyoşa'nın gelişini, hanımının giderken pencereden Alyoşa'ya, Mitenka'ya selam götürmesini ve "Onu bir saatçik sevdiğini, ömrünün sonuna kadar unutmamasını" tembih edişini, hepsini, hepsini anlattı. Selam kısmına gelince Mitya gülümsedi, solgun yanakları alevlendi. O zaman Fenya, hiç çekinmeden,

— Ellerinize ne oldu, Dmitri Fyodoroviç, dedi, kan içinde!

— Öyle, diye dalgın dalgın karşılık verdi Mitya. Aynı dalgınlıkla ellerine baktı, sonra hemen bunu da, Fenya'nın sorusunu da unuttu, yeniden derin bir sessizliğe gömüldü.

Mutfağa dalışının üstünden yirmi dakika geçmişti. Deminki korkusundan sıyrılmış, kararlı bir tavır takınmıştı. Birden doğruldu, dalgın dalgın gülümsedi. Fenya yeniden ellerini göstererek,

— Ne oldu size böyle beyefendi? diye sordu. Üzüntüsünü paylaşmak isteyen yakın, candan bir dostu gibi acıyarak konuşuyordu.

Mitya yeniden ellerine baktı. Yüzünde garip bir ifadeyle genç kadına baktı.

— Kan bu Fenya, insan kanı... dedi. Hem ne diye döküldü sanki Tanrım! Bak Fenya... bir duvar var şurada... (Fenya'nın yüzüne bilmece söyler gibi bakıyordu.) Kocaman, görünüşte korkunç bir duvar; ama yarın "güneş kanatlanınca" Mitenka bu duvarı aşacak... Ne duvar olduğunu anlamıyorsun, ama zarar yok Fenya... Yarın duyar hepsini anlarsın... Şimdilik hoşça kal! Engel olmayacağım, çekileceğim; çekilmesini bilirim. Sen huzur içinde yaşa hayatım... Bir saatçik sevdiğin Mitenka'nı sonuna kadar hatırla! Biliyor musun Fenya, beni hep Mitenka diye çağırırdı.

Dmitri Fyodoroviç sözünü bitirir bitirmez mutfaktan çıktı. Çıkışı Fenya'yı, Karamazov'un demin içeri dalıp üstüne saldırmasından daha çok korkuttu.

Tam on dakika sonra Dmitri Fyodoroviç, az önce tabancalarını rehin bıraktığı genç memur Pyotr İlyiç Perhotin'deydi. Saat dokuz buçuktu. Pyotr İlyiç evinde çay içtikten sonra redingotunu sırtına geçirip "Başkent" Oteli'ne bilardo oynamaya gitmeye hazırlanıyordu. Mitya onu kapıda yakaladı. Adam, karşısındakini, kana bulanmış yüzünü görünce,

— Aman Yarabbi, bu ne hal? diye çığlığı bastı.

— Şey, tabancalarımı almaya geldim, paranızı da getirdim. Teşekkür ederim. Acelem var Pyotr İlyiç, lütfen elinizi çabuk tutun.

Pyotr İlyiç'in şaşkınlığı gitgide artıyordu: Mitya'nın elinde bir deste para vardı, içeri girerken paraları sağ elinde, göstermek istiyormuş gibi önünde tutuşu çok garipti. Mitya'yı antrede karşılayan memurun uşağı olan çocuk, sonraları, Mitya'nın içeri girerken de parayı hep böyle tuttuğunu anlatmıştı. Herhalde sokakta yürürken de gene sağ elini öne uzatarak taşımıştı paraları... Banknotların hepsi yüz rublelik, renk renkti, kanlı parmakları arasında tutuyordu onları. Pyotr İlyiç, ilerde, ilgili kimselerin paranın ne kadar olduğu sorularına, gözle saymanın güç olduğu karşılığını vermişti; belki iki, belki üç bindi... Herhalde büyücek, "dolgun" bir desteydi. Sonraları verdiği ifadeye göre, "Dmitri Fyodoroviç'e gelince o da tam kendinde değildi. Sarhoş olmamakla beraber bir coşkunluk içindeydi. Dalgındı, bir yandan da sanki zihni belirli bir şeye takılmış, bir şeyler düşünüp halletmek istiyor ve yapamıyor gibiydi. Acele ediyor, sert, çok garip konuşuyor, zaman zaman kederli değil, hatta neşeli bile görünüyordu."

Konuğunu şaşkınlıkla süzen Pyotr İlyiç,

— Ne oldu size? diye tekrarladı. Bu ne hal böyle? Yüzünüz gözünüz kan içinde; düştünüz mü yoksa, baksanıza!

Mitya'yı dirseğinden yakalayarak aynanın karşısına götürdü. Mitya kana bulanmış yüzünü görünce irkildi, öfkeyle kaşlarını çattı:

— Hay aksi şeytan! Bir bu eksikti! diye hırsla söylenip banknotları sağ elinden sol eline geçirdi, sinirli sinirli cebinden mendilini çıkardı. (Grigori'nin kafasıyla yüzünü sildiği mendildi bu): üzerinde lekesiz yer kalmamıştı. Kurumuş değil de çirişlenmişti sanki, topak haline gelmiş, bir türlü açılmıyordu. Mitya mendili öfkeyle yere fırlattı.

— Allah kahretsin! Çaput gibi bir şeyiniz yok mu? Sileyim bari.

— Demek yaralı değilsiniz, kana bulaştınız sadece. Yıkanın daha iyi öyleyse... Lavabo şurada, size yardım edeyim.

— Lavabo mu? İyi bu... Yalnız bunları ne yapayım? Mitya büsbütün garip bir şaşkınlıkla yüz rublelik banknotlar destesini Pyotr İlyiç'e gösterdi, sanki paraları koyacak yeri bulmak ona düşüyordu.

— Cebinize koyun, yahut masaya, buraya bırakın, kaybolmaz.

— Cebime mi? Cebime yaa... İyi olur...

Sonra dalgınlıktan sıyrılmış gibi ekledi:

— Merak edilecek bir şey yok canım, bunlar hep saçmalık. Biz önce şu işi bitirelim: siz tabancalarımı verin. İşte paranız... Çok lazım bunlar bana, çok... Hiç de vaktim yok doğrusu...

Çabuk çabuk konuşuyordu. Destenin üstünden bir yüz rublelik alarak memura uzattı.

— Üstünü veremem ki, daha ufağı yok mu?

— Yok, dedi Mitya. Banknotları yeniden gözden geçirdi. Sonra kendinden emin değilmiş gibi üstten bir iki banknotu kaldırıp baktı.

— Hayır, hepsi öyle, dedi, gene soran bakışını Pyotr İlyiç'e dikti.

— Nerden bu zenginlik böyle? Durun, bizim oğlanı bir koşu Plotnikov'lara göndereyim. Onlar geç vakte kadar açıktır, belki bozarlar. Hey Mişa!

Mitya, sanki bir şey hatırlayarak,

— Plotnikov'ların dükkânı mı? Bu mükemmel işte! diye bağırdı. Sonra küçük uşağa döndü:

— Mişa, buraya bak oğlum. Plotnikov'lara koş; Dmitri Fyodoroviç'in selamı var, şimdi kendisi de gelecek, dersin. Bak dinle: ben gelinceye kadar şampanya hazırlasınlar, şöyle üç düzine kadar... Bir sandığa koysunlar, geçen sefer Moskova'ya gidişimdeki gibi.

Pyotr İlyiç'e dönerek,

— O zaman dört düzine almıştım, dedi. Sonra tekrar çocukla konuşmaya devam etti:

— Sen üzülme Mişa, onlar bilirler. Bir de şey, peynir, ciğer ezmesi, füme balık, jambon, havyar falan, ne varsa, yüz, yüzyirmi rublelik kadar. Geçen seferki gibi koysunlar... Dur, çerez de lazım; meyve, şeker, armut, iki üç yahut dört tane karpuz... Yok, yok, karpuz bir tane de yeter. Çikolata, marmelat, akide şekeri, sütlü karamela filan alalım. Tam şu Moskova'ya gidişimdeki gibi, şampanya ile üç yüz ruble filan tutsun. Hepsini gayet iyi hazırlasınlar. Ama unutma Mişa; Mişa senin adın, değil mi?

Pyotr İlyiç'e döndü:

— Adı Mişa, değil mi?

Dmitri Fyodoroviç'i merak ve kaygıyla dinleyen Pyotr İlyiç,

— Durun canım, diye sözünü kesti. Kendiniz gidip söyleseniz daha iyi olur. Çocuk hepsini birbirine karıştırır.

— Karıştırır ya, bana da öyle geliyor. Olmadı bu Mişa, ben de seni mükafat olarak öpecektim... Bak, şaşırmazsan bir on ruble alacaksın. Yalnız elini çabuk tut. Şampanyayı, başta şampanyayı hazır etsinler; konyağı, kırmızı, beyaz şarapları da unutmazlar tabii... Kısacası, hepsi geçen seferki gibi olsun. Bilirler onlar.

— Beni dinleyin, dedi Pyotr İlyiç. Parayı bozdurup dükkânı kapatmamalarını tembihlesin yeter. Siz gidin, her şeyi kendiniz alırsınız. Verin şu yüzlüğü. Hadi Mişa, marş marş! Bir solukta döneceksin.

Pyotr İlyiç, Mişa'yı mahsus bir an önce savmış olmalıydı. Çünkü çocuk, konuğun kan lekeleri bulaşmış yüzüne, titreyen parmaklarıyla parayı tuttuğu ellerine gözleri yuvalarından fırlamış, korku ve şaşkınlıktan ağzı açık bakıyor, herhalde söylediklerinden pek azını anlayabiliyordu.

Pyotr İlyiç sert sert,

— Hadi şimdi yıkanmaya gidelim, dedi. Parayı masaya yahut cebinize koyun. Ha şöyle, buyrun. Redingotunuzu da çıkarın. Mitya'nın redingotunu çıkarmasına yardım ederken,

— Bakın, redingotunuz da kanlanmış! diye bağırdı.

— Yo... değil; kolunun yanı birazcık, o kadar... Bir de mendilden geçmiş. Fenya'dayken mendilin üzerine oturmuştum. O zaman olmuş besbelli.

Mitya'nın büyük bir güvenle anlattıklarını Pyotr İlyiç kaşları çatık dinliyordu.

— İyi becermişsiniz. Kim bilir kiminle dövüştünüz... diye mırıldandı.

Yıkanmaya başladılar. Pyotr İlyiç güğümden su döküyordu. Mitya acelesinden ellerini iyice sabunlamadı. (Pyotr İlyiç sonraları ellerinin titrediğini hatırlamıştı.)

Pyotr İlyiç doğru dürüst sabunlayıp iyice ovmasını söyledi;

Mitya üzerinde gitgide artan bir üstünlük kazanıyordu. Burada, Pyotr İlyiç'in hayli gözüpek bir delikanlı olduğunu söylemeden geçmeyelim.

— Tırnaklarınızın altında da kaldı, bakın; hadi şimdi yüzünüzü silin. Şurayı, şakaklarınızı, kulağınıza doğru... Bu gömlekle mi gideceksiniz? Gidilir mi böyle! Baksanıza sağ kolunun kenarı kan içinde.

Mitya gömleğinin yenine baktı:

— Ya... kan içinde, dedi.

— Çamaşır değiştirin bari.

— Vaktim yok. Şöyle yapsam?

Elleriyle yüzünü havluyla kurulayıp redingotunu giyen Mitya hep o güven dolu tavrıyla devam etti:

— Kolumun kenarını kıvırayım biraz, redingotun içinden belli olmaz. Bakın!

Pyotr İlyiç onu yukarıdan aşağı süzdü.

— Peki. Şimdi söyleyin bakalım, nerede benzettiniz kendinizi böyle. Biriyle mi dövüştünüz? Geçen defaki gibi lokantada mı yoksa? Gene o yüzbaşıyla çatışmış olmayasınız? Adamcağızı yerden yere çarpmışsınız... Yoksa bu sefer başkası mı ya da birini mi öldürdünüz?

— Sözünü etmeye değmez.

— Neden değmiyormuş?

— Bırakalım şunu canım.

Mitya birdenbire gülümsedi:

— Şehir meydanında bir kocakarıyı ezdim demin.

— Ezdiniz mi? Kocakarıyı mı ezdiniz?

— Yok yok, bir ihtiyarı...

Mitya, Pyotr İlyiç'e bakarak gülüyor, karşısında sağır varmış gibi bağıra bağıra konuşuyordu.

— Ee, canı cehenneme! Kocakarı mı, ihtiyar mı neyse, öldürdünüz mü onu?

— Barıştık, ilkin dalaşıp sonra barıştık. Dostça ayrıldık. Ahmağın biri... bağışladı beni... Şu anda mutlaka bağışlamıştır.

Mitya birdenbire,

— Ayağa kalkabilse bağışlamazdı, diye göz kırptı. Ama biliyor musunuz, Pyotr İlyiç, şeytan alsın canını! Duydunuz ya, canı cehenneme diyorum, umurumda değil! Artık lafını etmek de istemiyorum! diye kesin bir tavırla sözünü tamamladı Mitya.

— Siz de olur olmaz kimselerle hır çıkarıyorsunuz. Geçen gün o yüzbaşıyla, hem de hiç yüzünden dövüşe kalktınız. Şimdi dövüş bitti, içki âlemine koşuyorsunuz. Yaratılışınız böyle... Üç düzine şampanya... ne oluyor yani?

— Bravo! Artık tabancalarımı verin. Vallahi vaktim yok. Seninle biraz daha konuşurduk, ama inan, vaktim yok. Hem böyle yavan laf zamanı geçti artık. A, param nerede, nereye koydum?..

Mitya ceplerini araştırmaya başladı.

— Masaya koydunuz ya... kendiniz koydunuz... İşte. Unuttunuz mu? Öyle ya, paranın sizin için süprüntüden, akan sudan farkı yok. Bu da tabancalarınız. İşe bakın, saat altıdan önce on rubleye rehine bırakıp şimdi binlerle geliyorsunuz, iki üç bin var, değil mi?

Mitya banknotları pantolonunun yan cebine sokarken güldü.

— Üç herhalde...

— Düşürürsünüz böyle. Altın madeni mi buldunuz yoksa?

— Maden mi? Altın madenleri mi? diye olanca sesiyle haykırdı Mitya ve kahkahayla güldü.

— Madenlere gitmek ister misiniz, Perhotkin? Bir bayan var burada; tek gitmeye razı olun, size bol keseden üç bin ruble sunar. Bana da sundu. Maden ocaklarına âşık o!.. Hohlakova'yı tanır mısınız?

— Tanışmadık, ama duydum, gördüm de kendisini... Yoksa üç bini size o mu verdi? Tıkır tıkır saydı mı üç bini?

Pyotr İlyiç inanmayarak bakıyordu Mitya'ya.

— Siz yarın sabah, güneş doğar doğmaz, ölümsüz gençlik temsilcisi Phoebus, Tanrıya övgülerini sunmak için kanat açarken şu Hohlakova'ya gidip, sorun bir kere: üç bin papeli vermiş mi, vermemiş mi bana? Sorun bir kere.

— Aranızdaki yakınlığı bilmiyorum. Böyle kesin konuştuğunuza göre vermiş olmalı... Siz de paraya konunca Sibirya'ya gidecek yerde binliklerin icabına bakacaksınız. Gerçekten, şimdi nereye öyle?

— Mokroye'ye...

— Mokroye'ye mi? Gece oldu artık.

— Mastruk zenginken züğürtledi, dedi birdenbire Mitya.

— Züğürtlemek mi?.. Binlerle mi, daha neler!

— Binleri kastetmiyorum ben. Yerin dibine batsın bunlar? Kadınların kişiliğinden söz ediyorum... Hafif olur kadın tabiatı, Hem hercai hem bozuk... Odysseus doğru demiş. Yerinde söz doğrusu.

— Ne söylediğinizi anlamıyorum.

— Sarhoş muyum ben?

— Sarhoştan da kötü...

— Ruhen sarhoşum Pyotr İlyiç, ruhen sarhoşum! Ama yeter artık, yeter!

— O da ne, tabancayı mı dolduruyorsunuz?

— Evet, tabancayı dolduruyorum.

Mitya gerçekten kutudan bir tabanca aldı, barut boynuzunun kapağını açıp namluya biraz barut döktü. Sonra bir kurşun aldı, tabancaya yerleştirmeden önce iki parmağıyla tutarak mumun karşısına getirdi.

Pyotr İlyiç merakla, kaygıyla,

— Kurşuna neden bakıyorsunuz? diye sordu.

— Hiç. Hayal kuruyorum. Mesela sen bu kurşunu beynine sıkmaya karar vermiş olsan tabancayı doldururken kurşuna bakar mıydın, bakmaz mıydın?

— Ne diye bakacakmışım?

— Beynime gireceğine göre merak ediyorum nasıl olduğunu... Ama saçmalık bu, aklıma geliverdi işte... Eh, tamam.

Kurşunu tabancaya yerleştirip sıkıladı.

— Boş bunlar, aziz Pyotr İlyiç, bilsen nasıl boş! Sen şimdi bana bir parça kâğıt ver de...

— İşte kâğıt.

— Yoo, temiz, yazı kâğıdı ver. Hah, şimdi oldu. Mitya masadan bir kalem kaparak kâğıda hızlı hızlı bir şeyler karaladı, sonra dörde katlayıp yeleğinin cebine soktu. Tabancaları tekrar kutuya koydu, kutuyu anahtarıyla kilitleyip aldı. Sonra Pyotr İlyiç'e bakarak düşünceli bir tavırla uzun uzun gülümsedi.

— Gidelim artık, dedi.

Pyotr İlyiç, kaygıyla,

— Nereye gidiyoruz? dedi. Durun biraz. Sakın bu kurşunu beyninize yollamaya niyetli olmayasınız?

— Kurşun mu, boş şey! Ben yaşamak istiyorum, hayatı seviyorum ben. Altın bukleli Phoebus'u, sıcak ışığını seviyorum. Aziz Pyotr İlyiç, sen yoldan çekilmek nedir bilir misin?

— Ne çekilmesi?

— Yol vermek... Sevdiğin insanın ve nefret ettiğin birinin yolundan çekilerek... Hem nefret ettiğini de bağrına basacaksın; böylece çekileceksin yoldan! Onlara, "Güle güle gidin, Allaha emanet olun," diyeceksin, "ben de..."

— Siz de?..

— Yeter. Gidelim artık.

— Vallahi, birine söyleyeyim de sokmasınlar sizi oraya. (Pyotr İlyiç, Mitya'yı süzüyordu.) Mokroye'de ne işiniz var şimdi?

— Bir kadın var orada, kadın; anladın mı, Pyotr İlyiç. Bu kadarı yeter sana.

— Beni dinleyin, Dmitri Fyodoroviç, gerçi biraz vahşi, ele avuca sığmaz birisiniz, ama nedense öteden beri hoşlanırım sizden... bu yüzden meraklanıyorum.

— Sağol kardeşim. Vahşiyim diyorsun; öyle, vahşiyiz, vahşi! Ben de hep bunu söyledim: vahşiyiz! Aa bak, Mişa da geldi; unutmuştum ben onu...

Para bozduran Mişa soluk soluğa geldi. Plotnikov'ların hep birlikte işe koyulup şişeleri, balığı, çayı paketlediklerini, nerdeyse hazır olacağını haber verdi. Mitya, Pyotr İlyiç'e bir on rublelik verdi, birini de Mişa'nın kucağına attı.

Pyotr İlyiç itiraz etti:

— Olmaz, evimde böyle şeye izin vermem; kötü bir şımarıklık bu. Saklayın paranızı, çarçur etmenin ne gereği var! Yarın ihtiyacınız olunca gene benden istemeye geleceksiniz. Hem yan cebinize sokuşturup durmayın böyle, düşüreceksiniz.

— Bana bak aziz dostum, Mokroye'ye birlikte gidelim, olmaz mı?

— Ne işim var orada?

— Bak dinle, istersen bir şişe burada açayım, hayata içelim! Canım içmek istiyor, hem de ille seninle içmek istiyorum. Seninle hiç içmedik.

— Olur, ama lokantada; ben de oraya gidiyorum zaten.

— Lokanta uzun iş, vaktim yok. Ama Plotnikov'ların dükkânında, arka odada olur. Sana bir bilmece söyleyeyim mi?

— Söyle.

Mitya yeleğinin cebinden deminki kâğıdı çıkarıp gösterdi. Kâğıtta iri, okunaklı bir yazıyla şunlar vardı:

"Yaşadığım hayata karşılık kendimi cezalandırıyorum."

Pyotr İlyiç kâğıdı okuduktan sonra,

— Vallahi, şimdi gidip gereken bir yere haber vereceğim, dedi.

— Yetişemezsin azizim. İyisi mi gidip içelim de yola koyulalım.

Plotnikov'ların dükkânı sokağın köşesinde, Pyotr İlyiç'in oturduğu evin ötesindeydi. Şehrimizin en büyük bakkal dükkânıydı bu. Sahipleri zengin tüccarlardı, dükkân da oldukça iyiydi. Bir başkent dükkânında bulunacak çeşitlerin hepsi vardı: "Yeliseyev Kardeşler mahzenlerinden'" şaraplar, meyve, sigara, çay, şeker, kahve, vb. Dükkânda daima tezgâhtardan başka ayak hizmeti gören iki çocuk çalışırdı. Bölgemiz züğürtleyip toprak sahiplerimiz şuraya buraya dağıldığı, ticaret durgunlaştığı halde bakkaliye satışları eskisi gibi, hatta yıldan yıla artarak daha da gelişiyordu. Böyle şeylerin alıcıları tükenmiyordu.

Mitya'yı dükkânda sabırsızlıkla bekliyorlardı. Üç dört hafta önce gelip birden, peşin parayla (zaten ona veresiye vermezlerdi ya!) birkaç yüz rublelik öteberi aldığını hâlâ unutmamışlardı. Bu seferki gibi o gün de elinde bir deste yüzlük banknot tutup gerekli gereksiz, pazarlık etmeden, bunca yiyecek içeceği ne yapacağını hiç düşünmeden su gibi para harcadığını hatırlıyorlardı. Şehirdekiler ertesi gün, Mitya'nın Gruşenka'yı alıp Mokroye'ye gittiğini, o gece ve ertesi gün tam üç bin rublenin altından girip üstünden çıktıktan sonra meteliksiz, "anadan doğma" döndüğünü anlatıp durmuşlardı. O aralık kasabamızda konaklamış bir çergiyi kapatmış. Çingeneler de Mitya'nın sarhoşluğundan faydalanarak iki günde alabildiğine para sızdırmışlar; pahalı şarapları su gibi içmişler. Hımbıl mujiklere nasıl şampanya içirdiğini, köylü kızlarıyla karılarına ciğer ezmesi, şeker tıkıştırdığını Mitya ile alay ederek anlatıyorlardı.

Lokantalarımızda en çok, Mitya'nın olanları hiç saklamadan, uluorta yaptığı açıklama alay konusu olmuştu. (Yalnız yüzüne karşı kimse ses çıkaramıyordu, bu oldukça tehlikeli işti.) Gruşenka bütün bu âleme karşılık ona ancak ayağını öptürmüştü, hepsi o kadar.

Mitya ile Pyotr İlyiç dükkâna geldikleri zaman kapıda hazır bir troyka buldular. Araba halılarla örtülmüş, zillerle, çıngıraklarla donatılmıştı, arabacı Andrey Mitya'yı bekliyordu. Dükkândakiler bir sandık "düzenlemişler", çivileyip arabaya koymak için Mitya'yı bekliyorlardı. Pyotr İlyiç şaşırdı.

— Troyka işini ne zaman becerdin? diye sordu.

— Sana koşarken şu Andrey'e rastladım, doğruca buraya, dükkâna gelmesini söyledim. Vakit kaybetmeye gelmez. Geçen defa Timofey'le gitmiştik, ama bu sefer kaçırdık onu... Benden önce bir periyi alıp uçurmuş... Çok gecikir miyiz, Andrey?

— Yo, olsa olsa bizden bir saat önce varırlar. Belki o kadar da tutmaz, diye aceleyle karşılık verdi Andrey. Timofey'i ben yolladım, nasıl gittiklerini biliyorum. Bizim gibi gidemez onlar Dmitri Fyodoroviç, nerde! Bir saat bile geçemezler bizi!

Heyecanla konuşan Andrey kızıla çalan sarı saçlı, kuru, henüz pek yaşlanmamış bir arabacıydı. Sırtında beli büzgülü kolsuz kaftan vardı, sol kolunda gocuğu asılıydı.

— Bir saatten fazla gecikmezsen elli ruble bahşişin var.

— Bir saat olamaz, Dmitri Fyodoroviç. Ne diyorsunuz, bir saat değil, yarım saat bile takamazlar bizi.

Mitya, telaş içinde, karmakarışık emirler veriyordu. Başladığı sözleri sonunu getirmeden unutuyor, tamamlamıyordu. Pyotr İlyiç araya girip yardım etmeyi yararlı buldu.

Mitya,

— Dört yüz; dört yüz rubleden az olmasın, tıpatıp geçen seferki gibi olsun! diye emir veriyordu. Dört düzine şampanya, bir şişe aşağı istemem.

— Ne yapacaksın bu kadarını, ne gereği var? Dur! diye haykırdı Pyotr İlyiç. Bu sandık da ne? Ne var içinde? Dört yüz rublelik mal bu kadar mı?

Etrafta koşuşan tezgâhtarlar hemen yılışarak, ilk sandıkta sadece yarım düzine şampanya ile öncelikle gerekli mezelerle şeker, akide falan bulunduğunu söylediler. Esas erzak hemen arkasından, geçen seferki gibi ayrı troyka ile gönderilecek ve Dmitri Fyodoroviç'in varışından bir saat sonra orada olacaktı.

— Evet, bir saati sakın geçirmesinler. Akide ile sütlü karamela çokça olsun, kızlar bayılır buna! diye heyecanla tekrarlıyordu Mitya.

— Karamelayı anladık, ama dört düzine şampanya ne oluyor? Bir düzine nenize yetmez.

Pyotr İlyiç kızıyordu adeta. Pazarlığa başladı, hesap istedi, bir türlü yatışmıyordu. Gene de ancak yüz ruble kurtarabildi. Sonunda, bütün alınanların üç yüz rubleyi geçmemesine karar verdiler.

Pyotr İlyiç, ansızın, aklına bir şey gelmiş gibi,

— Aman, hepinizin canı cehenneme! diye bağırdı. Bana ne, haydan gelen huya gider.

Mitya onu dükkânın arkasındaki odaya sürükledi:

— Buraya, buraya gel pinti efendi, darılma. Şimdi bize bir şişe açarlar, birer kadeh çekeriz. Sen de gelsene bizimle Pyotr İlyiç, gel sen de... İyi adamsın sen, severim senin gibilerini!

Mitya, kirden yüzü görünmeyen bir yaygıyla örtülü ufacık bir masanın önündeki hasır iskemleye oturdu. Pyotr İlyiç karşısına ilişti; onlar oturur oturmaz şampanya geldi. Beylerin istiridye isteyip istemedikleri soruldu, "en taze, en âlâ istiridyelerden..."

— Cehennemin dibine istiridyeleriniz! diye tersledi Pyotr İlyiç. Yemem ben, hiçbirine gerek yok.

— İstiridyelerle uğraşamayız zaten. Benim de canım bir şey istemiyor.

Mitya birden duygulanarak,

— Biliyor musun dostum, dedi, ben de öteden beri böyle karışıklıktan hoşlanmazdım.

— Hoşlanacak şey mi? Elin köylülerine üç düzine şampanya ısmarlarsan kim olsa çatlar!

— Onu kastetmiyorum. Manevi düzeni kastediyorum; bu yok bende kahrolası! Hayatım baştan aşağı düzensizlik içinde geçti, bir çekidüzen vermem gerekiyor hayatıma... Bak, nasıl konuşuyorum!

— Saçmalıyorsun sen. Bak dinle:

"Ulu Tanrıya yeryüzünde övgü

İçimdeki Ulu Tanrıya övgü!"

Bu ufacık şiir bir zamanlar içimden kopuvermişti, şiir değil, bir damla gözyaşı... ben yazdım. Tabii yüzbaşıyı sakalından sürüklediğim zaman değil...

— Onu da ne diye hatırladın şimdi?

— Neden mi? Hiç, saçma. Sonunda her şey olacağına varıyor.

— Vallahi, şu tabancaların gözümün önünden gitmiyor, Dmitri Fyodoroviç.

— Tabancalar da saçma. İç, hayal kurmayı bırak şimdi. Hayatı severim ben, öylesine severim ki, gına geldi artık! Yeter! Hadi hayat için içelim dostum. Hayata kadeh kaldırmayı öneriyorum. Neden kendimden memnunum ben? Alçağın biriyim, ama kendimden memnunum. Alçaklığım yüzünden acı duyduğum halde kendimden memnunum. Yaratılmış her şeyi kutsal sayıyorum; şu anda Tanrıyı da, yaratıklarını da kutsamaya hazırım ama... zararlı bir böceği yok etmek gerekiyor, ortalıkta sürünüp başkalarının hayatını zehirlemesin diye... Hayata içelim aziz kardeş! Hayattan daha değerli ne var? Hiç, hiçbir şey. Hayat için, kraliçeler kraliçesi için!

— Hay hay. Hayata da, şu senin kraliçenin şerefine de içelim.

Birer kadeh içtiler. Mitya bütün coşkunluğuna rağmen hayli hüzünlüydü. Giderilmez, ağır bir kaygının yükü altında gibiydi.

— Mişa! Şu gelen senin Mişa değil mi? Mişa, oğlum, buraya gel Mişa. Al, iç şu kadehi; yarınki altın saçlı Phoebus'un şerefine...

Pyotr İlyiç sinirlendi.

— Ona ne diye veriyorsun? diye söylendi.

— Öyle işte, içimden geldi; izin ver.

— Aman sen de!

Mişa uzatılan kadehi dikti, beylerin önünde eğildikten sonra savuştu.

— Böylece beni daha çok hatırlar... Azizim, kadını severim ben, kadını... Nedir kadın? Yeryüzünün ecesi! Öf, canım sıkılıyor, Pyotr İlyiç. Hamlet'i hatırlar mısın: "Canım sıkılıyor Horatio, öyle canım sıkılıyor ki... Vah zavallı Yorick!'' Yorick belki de benim. Tamam, şimdi Yorick, sonra da kafatasıyım.

Pyotr İlyiç dinliyor, ses çıkarmıyordu. Mitya da sustu. Köşede duran şirin, kara gözlü finoyu görünce tezgâhtara,

— Kimin köpeği bu? diye sordu dalgınlıkla.

— Patronun karısı Varvara Alekseyevna'nın finosu... Demin buraya gelip unutmuşlar. Götürelim bari.

Mitya dalgın dalgın:

— Böyle bir fino vardı, dedi, alayımızda... yalnız onun arka ayağı kırıktı... Bak, sana bir şey soracaktım Pyotr İlyiç: sen hayatında bir şey çaldın mı hiç?

— Ne biçim soru bu!

— Sordum işte. Bak nasıl: birisinin cebinden, başkasına ait bir şey... Devletin parasını demek istemiyorum, onu herkes çalar, tabii sen de...

— Allah belanı versin.

— Başkasının malını kastediyorum. Doğrusu cebinden, cüzdanından aşırdığın oldu mu?

— Bir kere, dokuz yaşındaydım; annemin masasından bir yirmi kapiklik çaldım. Usulcacık aldım, avucumda sakladım.

— Sonra?

— Dayağı yedim tabii. Ne oluyor sana Allah aşkına, yoksa bir şey mi çaldın?

Mitya kurnazca göz kırptı:

— Çaldım ya.

Pyotr İlyiç meraklandı:

— Ne çaldın?

— Anamdan yirmi kapik çaldım, dokuz yaşındaydım; üç gün sonra geri verdim...

Mitya sözünü tamamlayınca birden yerinden doğruldu. O anda Andrey,

— Biraz acele etsek, Dmitri Fyodoroviç, diye dükkânın kapısından seslendi.

Mitya telaşlandı:

— Tamam mı? Gidelim. Son bir söz daha, bir de şey... Andrey'e yolluk olarak bir bardak votka; çabuk! Bir kadeh konyak da ayrıca. Bu kutuyu (tabanca kutusunu) minderin altına koyun. Hoçça kal, Pyotr İlyiç, hakkını helal et.

— Yarın dönersin ya?

— Elbette.

— Hesabı şimdi mi göreceksiniz? diye sokuldu tezgâhtar.

— Ne hesabı? Ha evet, hemen şimdi.

Mitya yeniden cebinden banknot destesini çıkardı, üç tane yüz rublelik ayırıp tezgâhın üstüne fırlattı, hızlı adımlarla dışarı çıktı. Dükkândakiler peşinden koştular, önünde eğilerek selamlarla, iyi yolculuk dilekleriyle uğurluyorlardı. Konyaktan genzi yanan Andrey öksürdü, arabaya atladı. Mitya tam arabaya binecekken karşısına yerden bitmiş gibi Fenya çıktı. Soluk soluğa yetişen kız bir çığlıkla Mitya'nın ayaklarına kapandı. Kollarını ona doğru uzatarak,

— Beyim, Dmitri Fyodoroviç, velinimetim, hanımıma kıymayın! diye yalvarmaya başladı. Size hepsini olduğu gibi anlattım. Ötekini de mahvetmeyin, ilk gözağrısı onun. Artık nikâhla alacak Agrafena Aleksandrovna'yı; Sibirya'dan bunun için geldi... Bir cana kıymayın, anam babam Dmitri Fyodoroviç!

— Bak, bak, bak... Demek böyle ha! Ne haltlar karıştırmaya niyetin var! diye kendi kendine mırıldandı Pyotr İlyiç. Mesele şimdi anlaşıldı!

Sonra, Mitya'ya, yüksek sesle,

— Dmitri Fyodoroviç, insansan, ver bana şu tabancaları! dedi. Duydun mu, Dmitri?

— Tabancaları mı? Bırak canım, ben onları yolda bir su birikintisine atarım. Kalk Fenya, ayağıma kapanma. Bundan sonra Mitya kimsenin canına kıyacak değil, kimseyi mahvetmez bu akılsız adam.

Arabaya yerleştikten sonra, kıza,

— Bak Fenya, dedi, demin incittim seni, kusura bakma, bağışla bu alçağı... Bağışlamazsan kendin bilirsin! Çünkü bundan böyle fark etmez benim için! Çek Andrey, çabuk! Kuş gibi uç!

Andrey troykayı sürdü, çıngırakların sesi duyuldu.

— Hoşça kal Pyotr İlyiç! Son gözyaşım sana olsun!

"Sarhoş değil ama neler zırvalıyor?" diye düşündü Pyotr İlyiç. Bir aralık, dükkândakilerin kalan yiyeceklerle içkileri öbür troykaya yüklemelerini beklemeyi düşündü: Mitya'ya kazık atacaklarını tahmin ediyordu. Sonra birdenbire kızdı kendi kendine, omuz silkti: "Tasası bana mı düştü!" diyerek her zamanki lokantasına bilardo oynamaya gitti. Yolda,

— İyi çocuk iyi olmasına ama aptal... diye mırıldanıyordu. Gruşenka'nın o "ilk gözağrısı" hakkında bir şeyler duymuştum ben. Mademki gelmiş... Şu tabancalar yok mu... Aman, canı cehenneme, dadısı değilim ya! Dilediğini yapsın. Zaten bir şey olacağı da yok ya... Farfaradır bunlar... İçip içip saç saça baş başa gelir, sonra barışırlar. Ciddi adam işi mi bu: Yok "çekileceğim," "kendimi yok edeceğim!" Sonunda hiçbir şey çıkmaz; sarhoşken kaç kere dinledik bu nağmeleri... Ama şimdi sarhoş değil. "Manen sarhoş"muş; büyük laflara da bayılır keratalar! Lalası mıyım ben onun? Ziftlenmeden yapamadı, yüzü gözü kan içindeydi. Kim bilir gene kiminle dalaştı? Lokantada öğrenirim. Mendili de kana bulanmıştı. Tüh evde, yerde kaldı... Adam sen de!

Lokantaya geldiği zaman iyice neşesizdi, burnundan soluyordu. Hemen oyuna başladı. Bilardo oynarken neşelendi. Bir parti daha yaptı, sonra ansızın oyunculardan birine Dmitri Karamazov'dan söz açtı. Mitya'nın eline yeniden üç bine yakın para geçtiğini, bunu gözüyle gördüğünü, gene Gruşenka ile Mokroye'ye âlem yapmaya gittiğini anlattı. Oradakiler haberi beklenmedik bir merakla dinlediler. Hepsi gülmeden, garip bir ciddiyetle konuşmaya başladı. Oyunu bile kestiler.

— Üç bin mi? Üç bini nereden bulacak o?

Hohlakova hakkındaki sözleri kuşkuyla karşıladılar.

— İhtiyarı soymuş olmasın?

— Üç bin... İş var bunun içinde...

— Babasını vuracağını söylüyordu ya boyuna, burada duymayan kalmadı. Hep üç binden söz ediyordu...

Pyotr İlyiç konuşulanları dinledi, sonra birdenbire sorulanlara soğuk, kısa karşılıklar vermeye başladı. Mitya'nın yüzündeki ve ellerindeki kanın sözünü etmedi; oysa oraya giderken anlatmak niyetindeydi. Üçüncü partiye başladılar. Mitya konusu yavaş yavaş kesildi. Ama Pyotr İlyiç üçüncü partiyi bitirdikten sonra tekrar oynamak istemedi, istekayı bıraktı, niyetlendiği gibi yemek de yemedi, lokantadan çıktı. Şehir meydanına gelince şaşkınlıkla, sanki hareketine kendi de şaşıyormuş gibi durdu. Birdenbire, Fyodor Pavloviç'in evine gidip bir şey olup olmadığını öğrenmek istediğini düşündü. "Aman, sonu saçmaya varacak bir iş için elin evini ayağa kaldırıp rezalet mi çıkaracağım, cehennemin dibine; lalası değilim ya!"

Hiç neşesi kalmamıştı, doğruca eve yollandı, ama birden Fenya aklına geldi. "Hay aksi şeytan, demin bu kıza sorsaydım her şeyi öğrenirdim..." diye öfkeyle düşündü. İçinde, Fenya ile konuşup her şeyi öğrenmek isteği öyle dayanılmaz bir hal aldı ki, yarı yoldan dönerek kesin adımlarla Gruşenka'nın oturduğu Morozova'nın evine doğru yürüdü. Eve gelince kapıya vurdu, gecenin sessizliğini bozan bu ses onu hem kendine getirdi, hem kızdırdı. Zaten karşılık veren olmadı, ev halkı uykudaydı. Pyotr İlyiç, "Burada da bir densizlik yapacağım!" diye adeta azap duyarak düşündü. Gene de oradan uzaklaşacağına olanca gücüyle kapıya vurmaya başladı. Gürültü bütün sokağı kapladı. Her vuruşta kendi kendine kudurmuşçasına kızıyor, dişleri arasından "Yoo, istediğimi yapacağım, yapacağım..." diye tekrarlayarak vuruşlarını büsbütün hızlandırıyordu.

VI

Ben Geliyorum!


O aralık Dmitri Fyodoroviç uçarcasına yol alıyordu. Mokroye'ye kadar yirmi verstten fazla yol vardı, ama Andrey bunu bir saat bir çeyrekte alabilecekti. Hız Mitya'yı ayıltır gibi oldu. Hava temiz, serindi; temiz gökte iri yıldızlar ışıl ışıldı. Bu, Alyoşa'nın yere kapanıp kendinden geçerek bu toprağı ölünceye kadar sevmeye yemin ettiği gece, hatta belki de aynı saatti. Mitya'nın içi dolu, pek doluydu; ruhu alabildiğine hırpalandığı halde, o anda bütün varlığını saran tek bir istek vardı: Son olarak yüzünü görebilmek için bir an önce ecesine ulaşabilmek... Şunu söyleyeyim ki, kalbinde bir an olsun en ufak bir bocalama yoktu. Bu kıskanç adam, o yeni gelene, yerden bitiveren yeni rakibi "subay"a karşı zerre kadar kıskançlık duymuyordu. Başka biri olsa hemen kıskanır, belki korkunç ellerini bir kere daha kana bulardı. Ama troykasında uçarken ecesinin "ilk gözağrısı"na değil kıskançlıktan doğma bir nefret, en ufak kırgınlık bile duymuyordu. Hoş henüz adamı da görmemişti ya! "Durum apaçık, ikisinin de hakkı var: Gruşenka'nın beş yılda unutamadığı ilk aşkı bu. Demek beş yıl hep onu sevdi; ne diye yoluna çıktım sanki? Neyim ben, ne işim vardı onun yolunda? Çekil Mitya başkalarının yolundan! Zaten şu halimle, o subay olmasa da her şey sona erecekti; hiç gelmemiş de olsa her şey bitecekti nasıl olsa..."

O sırada düşünebilse, duyduklarını aşağı yukarı böyle ifade edebilirdi. Ama düşünemiyordu artık, içindeki kesinlik bir anda, hazırlıksız, doğuvermişti. Daha demin, Fenya'dayken ilk sözlerini duyar duymaz her şeyi, bütün sonuçlarıyla olduğu gibi kabullenmişti. Gene de verdiği kesin karara rağmen ruhu huzursuzluk içindeydi. Istırap verecek derecede huzursuzluk duyuyordu. Karara varmak rahata kavuşturmamıştı onu... Hâlâ geride bıraktığı şeylerin baskısı altındaydı. Bazen garibine gidiyordu bu: "Kendi kendimi suçlayıp cezalandırıyorum ya!" diyordu. Evet, kararı kendi eliyle bir kâğıda yazmıştı, kâğıt cebinde hazırdı. Tabanca doluydu; yarın altı saçlı Phoebus'un ilk sıcak ışıklarını nasıl karşılayacağını biliyordu artık. Gene de eskilerin hesabını bir türlü kapatamıyordu. Mitya bunu acıyla hissediyordu, bu düşüncenin verdiği umutsuzluk bütün ruhunu kaplamıştı. Yolda bir an, Andrey'i durdurarak, troykadan atlayıp tabancasını çıkararak, şafağı beklemeden her şeyi bitirmek istedi. Ama bu düşünce kıvılcım gibi parlayıp söndü. Troyka "yolu yutarcasına" ilerliyordu, hedefe yaklaştıkça o'na, yalnız o'na ait düşünceler benliğini kaplıyor, öbür korkunç hayalleri kalbinden uzaklaştırıyordu Ah, o'nu uzaktan da olsa birazcık görmeyi nasıl istiyordu! "Şimdi ötekiyledir; eski sevgilisiyle nasıl olduğunu bir göreyim, yeter..." İçinde kaderinin uğursuz kadınına karşı hiçbir zaman bu kadar güçlü olmamış bir sevgi, yepyeni, şimdiye kadar tanımadığı, tapınma derecesinde önünde yok olmak isteği uyandıran bir duygu kabarıyordu. Birdenbire, nerdeyse kendinden geçerek, "Evet, yok olacağım!" dedi.

Hemen hemen bir saattir yoldaydılar. Mitya susuyordu, konuşkan bir adam olan Andrey de adeta ürkerek ağzını açmamıştı. "Geberiklerini" sıskalıklarına rağmen hayli çevik üç atını kamçılayıp duruyordu. Mitya bir aralık son derece kuşkulu bir tavırla,

— Andrey! Ya uyudularsa? diye seslendi.

Nedense bu o ana kadar aklına hiç gelmemişti.

— Herhalde yatmışlardır, Dmitri Fyodoroviç.

Mitya'nın yüzü acıyla buruştu. Ya gerçekten, o... İçi böyle duygularla dolu oraya giderken onlar uykudaysa... Gruşenka da uyuyordu belki, orada uyuyordu... İçinde kötü bir his kabarmaya başladı. Kendinden geçerek,

— Sür Andrey, çabuk sür Andrey! diye haykırdı.

Andrey bir süre sustuktan sonra,

— Belki de yatmamışlardır, dedi. Demin Timofey, epey kalabalık olduklarını söylüyordu.

— Konakta mı?

— Konakta değil, Plastunov'larda; hanlarında konaklamışlardı ya...

— Anladım. Kalabalık mıymış? Kimlermiş acaba?

Bu umulmadık kalabalık haberi Mitya'nın canını sıktı.

— Timofey'in dediklerine bakılırsa ikisi buralı, öbür ikisi de dışarlıklıymış galiba... Belki daha başkaları da var, pek üstelemedim ben. Kâğıt oynuyorlar diyordu.

— Kâğıt mı?

— Evet. Oyuna oturduklarına göre uyumazlar belki. Saat onbire gelmiş olmalı...

Mitya sinirli bir tavırla,

— Sür Andrey, sür! diye bağırdı.

Andrey kısa bir duraklamadan sonra yeniden konuşmaya başladı:

— Size bir şey sormak istiyorum, ama darılmayın beyim.

— Neymiş o?

— Demin Fenya ayaklarınıza kapandı, hanımına bir de başka birisine kıymamanız için yalvardı... hani sizi oraya götürüyorum da... Bağışlayın beni beyim, tutamadım kendimi, saçmalıyorum belki...

Mitya birdenbire onu geriden omuzlarından kavradı. Taşkın bir heyecanla,

— Sen arabacısın, arabacı değil misin sen? diye başladı.

— Arabacıyım ya...

— Öyleyse yol vermek nedir bilirsin. Arabacıyım diye, yollar benim, önüme geleni ezip çiğnerim mi dersin! Yağma mı var, çiğnemeden geçeceksin, insanları çiğnemeye, başkasının hayatını söndürmeye hakkın yok; bunu yaptınsa cezalandır kendini... Birisinin hayatını zehirledinse, mahvettinse, cezalandır kendini!

Mitya sinir krizine yakalanmıştı sanki. Andrey, efendisinin haline şaşkınlık duyduğu halde konuşmaya devam etti:

— Doğru Dmitri Fyodoroviç, haklısınız; insanları ezmemeli, eziyet etmemeli, hem yalnız insana değil, hiçbir canlıya yapmamalı bunu, nihayet hepsi Tanrı yaratıkları değil mi? Atı alalım mesela: bizim arabacı milletinin elinden çekmediği kalmaz... Durduramazsın artık, gider de gider...

— Cehenneme kadar ha? diye sözünü kesip ummadığı bir halde kesik kesik güldü Mitya. Sonra gene arabacının omuzlarına yapıştı:

— Söyle bakalım saf ruhlu Andrey, sence Dmitri Karamazov cehenneme gider mi, gitmez mi, ne dersin?

— Bilmem ki beyciğim, bu sizin elinizde çünkü şeysiniz... Bak beyim, Tanrıoğlu çarmıhta can verdikten sonra çarmıhtan inerek doğruca cehenneme gitmiş, orada azap çeken bütün günahkârları serbest bırakmış. Cehennem, boş kalacağını düşünerek sızlanmaya başlamış. O zaman Tanrıoğlu, "Ağlama cehennem, öteki dünyadaki unvan sahipleri, devlet büyükleri, yüksek yargıçlar, zenginler hep sana gelecekler!" demiş. "İkinci gelişime kadar hep öyle, dopdolu olacaksın!"

— Enfes bir halk efsanesi doğrusu! Soldakini kırbaçla biraz Andrey!

Andrey soldaki atı kırbaçladı.

— Cehennem böylelerine göre beyim, oysa siz çocuk gibisiniz... öyle biliyoruz sizi. Öfkecisiniz beyim, orası öyle, ama içiniz temiz olduğu için Tanrı bağışlar sizi.

— Sen de bağışlar mısın beni, Andrey?

— Neyinizi? Bir şey yapmadınız ki bana.

— Hayır, hepsi için, toplu olarak hepsi için; şimdi, şu anda, burada yolun ortasında, hepsi için bağışlar mısın beni, söyle saf ruhlu adam!

— Aman beyim, sizi götürmeye korkuyorum bayağı, söyledikleriniz bir tuhaf...

Mitya sözlerini duymadı. Kendinden geçmiş gibi, fısıldayarak dua ediyordu:

— Tanrım, beni bütün günahlarımla kabul et, cezalandırma. Yargılamadan kabul et... Ben kendi kendime hüküm giydirdim zaten, yargılama, çünkü seviyorum Seni Tanrım! Alçağım, ama seviyorum Seni. Cehenneme yollayacaksın beni; orada da seveceğim, sonsuzluğa kadar Seni seveceğimi haykıracağım! Yalnız şu sevgimi tüketmeme izin ver... Burada şimdi, sadece ilk doğacak sıcak ışığa kadar, topu topu beş saatçik izin ver... Ruhumun ecesini sevmeden edemiyorum. İçimi dışımı biliyorsun. Oraya varıp ayaklarına kapanacağım, "Yanımdan geçmekte haklıydın... Elveda, kurbanını unut, hiçbir zaman üzülme!" diyeceğim.

Andrey, kırbacını öne uzatarak,

— Mokroye! diye bağırdı.

Gecenin hafif karanlığı içinde, koyu karaltılar halinde geniş bir alana yayılmış yapı kalabalığı seçildi. Mokroye köyü iki bin kişilikti. O saatte herkes yattığı için karanlıkta sadece şurada burada tek tük ışıklar titreşiyordu.

Mitya heyecanla,

— Sür Andrey, sür, ben geliyorum! diye bağırdı.

Andrey kırbacıyla Plastunov'ların hanını göstererek yeniden,

— Uyumamışlar, dedi.

Plastunov'ların oteli köyün hemen ağzındaydı; sokağa bakan altı pencerenin hepsinde ışık vardı.

— Uyumamışlar! diye sevinçle atıldı Mitya. Hadi şıngırdat Andrey, kuş gibi uç, öttür çıngıraklarını, cakalı cakalı yanaş. Bilsinler kimin geldiğini... Ben geliyorum, ben!

Andrey, bitkin atları dörtnala kaldırdı, hanın kapısına gürültüyle yaklaştı, kan ter içinde, soluksuz kalmış hayvanları dizginlere asılarak merdivenin dibinde durdurdu. Mitya arabadan yere atladı. Tam o sırada yatmaya giden han sahibi, kimin geldiğini merak ederek kapının önüne çıktı.

Mitya seslendi:

— Sen misin Trifon Borisiç?

Han sahibi eğilerek baktı, sonra koşarak indi; taşkın, yaltaklanan bir sevinçle konuğa doğru atıldı:

— Anam babam, Dmitri Fyodoroviç! Demek gene kavuştuk size.

Trifon Borisiç tıknaz, gürbüz, orta boylu bir mujikti, yüzü kaba yapılı, görünüşü sertti. Mokroye köyü mujikleriyle arası hiç iyi değildi. Ama adamın bir özelliği vardı: bir yerden bir çıkar sezdi mi yüzü o anda tatlılaşır, yılışıverirdi. Rus usulü, yandan ilikli mintan, kolsuz hırka giyerdi. Hayli parası vardı, ama daha büyük mevkilere ulaşmayı kuruyordu. Köylülerin yarısından çoğu avucunun içindeydi, hepsi gırtlağa kadar borçluydu ona. Trifon toprak sahiplerinden arazi kiralıyor, biçimine gelirse satın da alıyordu. Bütün bu toprağı borçtan bir türlü kurtulamayan mujikler işliyorlardı. Trifon duldu, dört yetişkin kızı vardı. Biri evlenip dul bile kalmıştı, iki küçük kızıyla babasının yanında barınıyor, gündelikçi hizmetçi gibi hizmetini görüyordu. İkinci kızı, yazıcılıktan yetişme bir memurla evliydi. Hanın odalarından birinde, aile fotoğrafları arasında bu memur bozmasının resmi elbisesi ve memur apoletleriyle ufacık bir resmi de vardı. Hancının iki küçük kızı dini bayram günlerinde kiliseye ya da misafirliğe giderken modaya göre dikilmiş, arkaları daracık, kuyruğu bir arşın uzunluğunda yeşilli mavili elbiseler giyerlerdi. Ertesi sabah, her zamanki gibi şafakla kalkarak süpürge ellerinde hanın odalarını süpürür, bulaşık suyunu, çöpleri dökerlerdi. Trifon, dünyalığını yaptığına bakmadan, âlem yapmaya gelen müşterilerini yolmaya bayılırdı. Daha bir ay kadar önce Dmitri Fyodoroviç'in Gruşenka ile eğlentisinden kopardığı iki yüzden çok, belki de üç yüz rublenin tadı damağında kalmıştı. Bu yüzden onu taşkın bir sevinçle karşıladı. Mitya'nın hanın kapısına fiyakalı yanaşma şeklinden yeni bir av kokusu sezmişti.

— İki gözüm Dmitri Fyodoroviç, gene mi kavuştuk size?

— Dur Trifon Borisiç, dedi Mitya, her şeyden önemlisi, o nerede?

Han sahibi hemen anladı.

— Agrafena Aleksandrovna mı?

Mitya'nın yüzüne dikkatle bakarak,

— Evet, o da burada, diye ekledi.

— Kiminle, kimler vardı yanında?

— Dışarlıklı konuklar... Biri memur, konuşmasına bakılırsa Polonyalı olmalı; Agrafena Aleksandrovna'yı o aldırdı, araba gönderdi buradan... Öteki arkadaşı mı, yoldaşı mı anlaşılmıyor; sivil giyinmişler...

— Âlemdeler mi? Zengin adamlar mı?

— Ne âlemi! Sözünü etmeye değmez Dmitri Fyodoroviç.

— Öyle mi? Ötekiler?

— Onlar şehirli, iki bey. Çernoy'dan dönerken uğrayıp kaldılar. Biri genç bir adam. Bay Miusov'un akrabasıymış, adını unuttum... Öbürünü siz de tanıyacaksınız: toprak sahibi Maksimov. Sizdeki manastıra giderken Bay Miusov'un o genç akrabasına takılmış, birlikte geliyor...

— Hepsi bu kadar mı?

— Bu kadar.

— Dur biraz Trifon Borisiç; asıl şunu söyle bana: o ne yapıyor, o nasıl?

— Demin geldi, öbürleriyle oturuyor.

— Neşeli mi? Gülüyor mu?

— Yo, pek güldüğü yok galiba... Hatta canı sıkkına benziyor, delikanlının saçlarını tarayıp duruyordu.

— Polonyalı genç subayın mı?

— Genç değil o beyim, hem subay da değil. Gencin —Miusov'un yeğeni var ya— adı neydi onun?..

— Kalganov mu?

— Ta kendisi, Kalganov...

— Peki, düşüneyim biraz... Kâğıt oynuyorlar mı?

— Oynadılar, ama bıraktılar; çay içtiler. Memur likör istedi.

— Dur, Trifon Borisiç, dur canım, düşüneyim azıcık. Şunu da söyle bana: çingeneler yok mu sizde?

— Çingeneler görünmüyor artık Dmitri Fyodoroviç, hükümet yaşatmıyor buralarda. Ama Rojdestvenskaya'da dümbelek, keman çalan Yahudiler var, haber salsak hemen gelirler.

— Çağıralım, hemen çağıralım! Geçenki gibi kızları da kaldıralım, hele Marya'yı, Stepanida'yı, Arina'yı falan da... Koroya iki yüz ruble!

— O parayla, zıbardıklarına bakmaz bütün köyü ayağa kaldırırım. Ama buranın yabanları böyle iltifata değer mi Dmitri Fyodoroviç? Bu aşağılığa para harcamak günah... Bizim mujikler kim, sigara kim! O gün de sigara dağıtmıştın. Haydut herifler leş kokar, kızların bitli olmayanı yok! Ben sana bu kızları bedavaya da getiririm, istedikleri kadar yatmış olsunlar, sırtlarına tekmeyi yerleştirdim mi yerlerinden zıplarlar, istediğin şarkıları da söyletirim onlara. O gün mujiklere şampanya bile içirdiniz, ah!..

Trifon Borisiç, Mitya'ya yalandan acıyordu. O gece altı şişe kadar şampanya saklamış, masanın altında bulduğu bir yüz rublelik banknotu avucunda gizlemişti.

— Yaa, bir iki bin ezmiştik burada, Trifon Borisiç, hatırlar mısın?

— Evet, beyciğim, ezmiştiniz. Hatırlamaz olur muyum, belki de üç bini bulmuştur.

— Gene bunun için geldim, görüyorsun ya...

Mitya para destesini çıkarıp han sahibinin bumuna soktu.

— Şimdi iyice dinle beni: bir saate kalmaz içki, meze, börek, çörek, şeker gelir; hepsini hemen yukarıya... Andrey'deki sandığı da şimdi çıkarıp açın ve hemen şampanya açtırın. Ama her şeyden önce kızlar gelsin, hele Marya gelsin!

Mitya arabanın yanına döndü, oturduğu sıranın altından tabanca kutusunu çıkardı.

— Gel, paranı al Andrey! İşte on beş ruble troykan için, bu elli ruble de bahşiş... hizmetin, iyiliğin için... Karamazov'u unutma.

Andrey kaygılandı:

— Korkuyorum beyim, dedi. Bahşiş olarak beş ruble bağışlayın, ondan fazlasını alamam ben. Trifon Borisiç de şahit. Saçmaladımsa kusuruma bakmayın.

Mitya onu yukardan aşağı süzdü.

— Korkacak ne var sanki, canın isterse! diye tersleyerek bağırdı, arabacının önüne beş ruble fırlattı. Hancıya dönerek,

— Şimdi beni yavaşça oraya götür, Trifon Borisiç, dedi. Onlar beni görmeden ben onlara bir göz atıvereyim... Neredeler mavi odada mı?

Trifon Borisiç ürkek ürkek Mitya'ya baktı, ama gene de sözünden çıkmadı. Gürültü etmemeye çalışarak onu sofaya götürdü. Kendisi konukların bulunduğu odanın bitişiğindeki büyük odaya geçip yanan mumu dışarı çıkardı. Sonra Mitya'yı içeri alarak öbür odada oturanları rahatça seyredebilsin diye karanlıkta kalan köşeye götürdü.

Mitya'nın seyri uzun sürmedi, seyredemiyordu: onu görünce kalbi küt küt atmaya başlamış, gözleri kararmıştı... Gruşenka masanın ucundaki koltuğa oturmuştu. Yanındaki kanepede epey yakışıklı, henüz pek genç bir adam olan Kalganov vardı. Gruşenka delikanlının elini eline almış, gülüyordu galiba. Kalganov ona bakmıyor, Gruşenka'nın karşısında oturan Maksimov'a yüksek sesle, nerdeyse öfkeyle bir şeyler söylüyordu. Maksimov hızlı hızlı gülüyordu, öteki de kanepede oturuyordu. Kanepenin yanında, duvara dayalı sandalyede bir yabancı vardı. Kanepede yayılarak oturmuş adam pipo içiyordu. Mitya kısa bir an bu tıknaz, ablak yüzlü adamın boysuz olduğunu ve bir şeye kızdığını düşündü. Adamın yabancı arkadaşı da Mitya'ya çok boylu göründü, başka şeyle ilgilenemedi. Tıkanacak gibi oldu. Orada kalışı bir dakika bile sürmedi, kutuyu konsola bıraktı, her yanı kaskatı kesilmişçesine, mavi odada oturanlara doğru ilerledi.

Onu ilkin Gruşenka gördü, korkuyla,

— Ayy! diye çığlığı bastı.

Continue Reading

You'll Also Like

5.8K 266 42
Tolstoy'un en önemli üç romanından biri olan Diriliş, insanın yozlaşmış toplum içinde geçirdiği sarsıcı değişimin, vicdanla dirilişin romanıdır. Zeng...
959K 52.6K 40
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
904K 54.1K 70
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
35.2K 1.3K 7
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Kreutzer Sonat ve Diriliş'in büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini ins...