Karamazov Kardeşler

By ClassicsTR

16.5K 382 73

Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe... More

Yazardan
Birinci Bölüm -1
Birinci Bölüm -2
Birinci Bölüm -3
Birinci Bölüm -4
Birinci Bölüm -5
Birinci Bölüm -6
Birinci Bölüm -8
Birinci Bölüm -9
İkinci Bölüm -1
İkinci Bölüm -2
İkinci Bölüm -3
İkinci Bölüm -4
İkinci Bölüm -5
İkinci Bölüm -6
İkinci Bölüm -7
İkinci Bölüm -8
Üçüncü Bölüm -1
Üçüncü Bölüm -2
Üçüncü Bölüm -3
Üçüncü Bölüm -4
Üçüncü Bölüm -5
Üçüncü Bölüm -6
Üçüncü Bölüm -7
Üçüncü Bölüm -8
Dördüncü Bölüm -1
Dördüncü Bölüm -2
Dördüncü Bölüm -3
Dördüncü Bölüm -4
Dördüncü Bölüm -5
Dördüncü Bölüm -6
Dördüncü Bölüm -7
Dördüncü Bölüm -8
Dördüncü Bölüm -9
Dördüncü Bölüm -10
Dördüncü Bölüm -11
Dördüncü Bölüm -12
Sonsöz

Birinci Bölüm -7

281 8 0
By ClassicsTR

IV

Ateşli Bir Kalbin Fıkralar Halinde İtirafı

— Sefahate dalmıştım. Demin babam, birkaç bin rubleye kızları iğfal ettiğimi söylüyordu. Hınzırca bir uydurma, böyle bir şey hiçbir zaman olmadı, olanlarda da "bunun" için para vermedim. Benim için para bir ayrıntı, kızıştırma unsuru, dekor! Bugün bir hanımefendiyle, yarın bir sokak kızıyla birlikteyim. Bunu da, ötekisini de eğlendirir, avuç dolusu para harcarım; müzik, gürültü, çiganlar... İsterlerse ellerine de para veririm; alırlar da, hem bayıla bayıla alırlar. Bunu itiraf etmek lazım; üstelik memnun kalırlar, teşekkür ederler. Hanımefendiler arasında beni sevenler vardı; hepsi değil ama birkaç tane çıktı. Ama ben hep sokak aralarını, meydan arkasındaki tenha, karanlık çıkmazları tercih ettim. Maceralar, sürprizler, çamurda inciler hep orada... Elbette mecazi olarak konuşuyorum. Bizim kasabada böyle sokakların sadece adı vardı. Benim gibi olsaydın bunların anlamını bilirdin. Sefahati sevdiğim kadar da bunun ayıbını seviyordum. Sertliği, şiddeti seviyordum; bir tahtakurusu, zararlı bir böcek değil miyim! Dedim ya: serde Karamazovluk var! Bir gün kasabada bir piknik hazırlandı. Yedi troyka ile çıktık. Karanlıkta, kızakta yanımda oturan genç kızın elini sıkıştırmaya başladım. Memur kızıydı; zavallı, sevimli, sessiz kızcağızı zorla öptüm. Karanlıkta çok yatkın davrandı, pek çok... Zavallıcık, hemen ertesi gün evine onu istemeye gideceğimi sanıyordu. (Hepsi bana evlenecek erkek gözüyle bakıyordu.) Oysa ben ondan sonra tam beş ay onunla tek bir kelime konuşmadım. Bazen, bizde hiç eksik olmayan danslı toplantılarda salonun bir köşesinden gözleriyle beni izlediğini, içinde alev alev yanan sessiz öfkeyi fark ederdim. Oyun sadece içimde beslenen böcek şehvetini bir kat daha kızıştırıyordu. Beş ay sonra bir memurla evlenerek buradan gitti... Hem öfkeli, hem belki de hâlâ severek... Şimdi mutluluk içinde yaşıyorlar. Bak, bundan kimseye söz etmedim ben, onurunu lekelemedim. Belki alçakça isteklerim var, adiliği seviyorum, ama onursuz değilim. Kızarıyorsun, gözlerin parladı. Bu kadar çirkef sana yetiyor. Oysa bu Paul de Kock'vari macera daha bir şey değil... İçimdeki yırtıcı böcek gitgide büyüyor, ruhumu kaplıyordu. Bir anılar albümü bu birader. Tanrı mutlu etsin sevgili çocukları! Kavgasız ayrılmayı severdim. Asla, hiçbirinin adını vermez, ağza düşürmezdim. E, bu kadarı yeter. Seni buraya bu saçmalıklar için mi çağırdığımı sandın? Hayır, sana daha ilginç şeyler anlatacağım. Yalnız senden çekinmeyişime, hatta bunları sana anlatabilmenin beni sevindirdiğine şaşma.

Alyoşa, birdenbire,

— Bunu kızardığım için mi söylüyorsun? dedi. Sözlerinden, yaptıklarından değil, senin gibi olduğum için kızardım.

— Sen mi? Amma da atıyorsun!

— Hayır, atmıyorum.

Alyoşa heyecanlandı. (Bu düşüncenin çoktandır onda yer ettiği belliydi.)

— Aynı merdivenin basamakları, diye devam etti. Ben en alttayım, sen yukarıda, on üçüncüde filansın... Ama hepsi aynı kapıya çıkıyor. Alt basamaktan nasıl olsa en üsttekine gidilir.

— Şu halde hiç ayak basmamalı, öyle mi?

— Yapabilen öyle yapmalı.

— Sen yapabilir misin?

— Galiba yapamam.

— Sus Alyoşa, sus canım; duygulandım, elini öpmek geldi içimden... Şu hınzır Gruşenka adam sarrafıdır; bir gün, seni yiyeceğini söylemişti. Peki sustum, sustum! Şimdi çirkeften, inek pisliği dolu alandan benim trajediye, yani gene inek pisliğine, daha doğrusu çeşitli adiliklere bulanmış alana geçelim. Sorun şu; moruk benim bakireleri iğfalim hakkında esasında yalan söyledi, ama aslında böyle bir şey olmadı değil, ihtiyar uydurduklarını başıma kakıyor ama, asıl sorundan hiç haberi yok. Bundan kimseye söz etmedim, ilkin sana anlatacağım. Tabii İvan başka, İvan her şeyimi biliyor. Senden çok önce biliyordu. Ama İvan mezar gibidir.

— İvan mı mezar gibi?..

— Evet.

Alyoşa dikkat kesildi.

— Taburda yedeksubaylığımı yaptığım sırada adeta sürgün hayatı yaşıyordum. Fakat şehirde epey gözdeydim. Avuç dolusu para harcıyordum, herkes beni zengin biliyordu. Galiba buna kendim de inanıyordum. Ama hoşlarına giden başka tarafım da vardı sanırım. Yaptıklarıma kınayarak baş salladıkları halde beni severlerdi. Bizim yarbay nedense bana birdenbire ters yüz davranmaya başlamıştı. Nefes aldırmıyordu, bereket kuvvetli bir pistonum vardı, ayrıca bütün şehir beni tutuyordu. Bu yüzden bana pek diş geçiremiyordu. Hoş kabahatsiz değilim: bile bile ona gereken saygıyı göstermiyordum. Kibirli davranıyordum. O ihtiyar teke aslında hiç de kötü bir insan değildi, babacan, konuksever bir adamdı. Vaktiyle iki kez evlenmiş, karıları ölmüştü. İlk karısı basit bir kadındı; ondan kalan kızı da annesi gibiydi. Ben oradayken yirmi dördündeydi; babasının yanında teyzesiyle birlikte oturuyordu. Teyzesi ağzı var dili yok, safça bir kadındı. Yarbayın kızı da saf, ama canlı bir kızdı. Onu hep iyilikle anmayı severim. Bu kız kadar iyi yaradılışlı bir dişiye şimdiye kadar rastlamadım. Adı Agafya idi, Agafya İvanovna. Rus zevkiyle fena kız sayılmazdır boylu boslu, etine dolgundu. Yüzü kabacaydı, ama gözleri çok güzeldi. Evlenmiyordu, iki isteyeni olduğu halde reddetti, ama şuhluğunu kaybetmedi. Onunla dost olduk; öyle değil, temiz, arkadaşça bir dostluktu bu. Kadınlarla sık sık günahsız, sırf arkadaşça görüştüğüm olurdu. Bazen o kadar açık konuşurdum ki, aklın durur! Beni dinlerken sadece gülerdi. Birçok kadın açık saçık konuşmaktan hoşlanır, sakın unutma: hem Agafya kızdı, en hoşlandığım yanı da buydu. Bir de şu vardı: insan ona küçük hanım gözüyle bakamıyordu. Teyzesiyle birlikte babasının evinde oturduğu halde sığıntı gibi bir hali vardı. Fakat Agafya'yı çevrede herkes sever, arardı; çok usta bir terziydi. Yetenekliydi, yaptığı işler için ücret istemez, ama verilen armağanları da geri çevirmezdi. Yarbaya gelince, yaman adamdı! Şehrin ileri gelenlerinden sayılıyordu. Dilediği gibi yaşıyor, evinde bütün şehri ağırlıyordu. Sık sık ziyafetler, danslı toplantılar düzenliyordu. Ben tabura katıldığım sırada şehirde yarbayın ikinci kızının başkentten geleceği söylentileri dolaşıyordu. Kızın güzeller güzeli olduğundan, soyluların gittiği enstitüyü henüz bitirdiğinden söz ediliyordu. Yarbayın ikinci kızı, bildiğin Katerina İvanovna idi; yarbayın ikinci karısındandı. O sıralar hayatta olmayan ikinci karısı da ünlü, büyük bir general ailesinin kızıydı. Bununla beraber, çok iyi bildiğime göre yarbaya drahoma falan getirmemişti. Anlaşılan birtakım nüfuzlu akrabaları vardı, ama elle tutulur zenginlikleri yoktu. Her neyse, kız kasabamıza gelince bütün şehirde bir yenileşme oldu, en büyük hanımefendilerimiz —ikisi general karısı, biri albay karısıydı— onların peşinden de hepsi kızın üzerine üşüştü, onu eğlendirmeye başladılar. Baloların, pikniklerin kraliçesi oldu; bilmem ne mürebbiyelerinin yararına bir de canlı tablo gösterileri uyduruldu. Ben bütün bunlara hiç karışmıyor, kendi sefih âlemimde yaşıyordum. Hatta o sıralar yaptığım bir kepazelik bütün şehir halkının ağzında çalkalandı durdu. Katerina İvanovna ile bir gün batarya komutanının evinde karşılaştık. Beni süzdüğünü fark ettim, ama tanışmaya önem vermiyormuşum gibi yanına gitmedim. Gene bir süre sonra bir toplantıda konuştuk, ama doğru dürüst yüzüme bakmıyordu. Dudaklarını küçümser bir ifadeyle büzmüştü. İçimden, "Dur bakalım, ben bunu senin yanına bırakmam!" dedim. O zamanlar kabalık içime işlemişti, bunu kendim de hissederdim. En önemlisi, "Katenka"nın saf bir enstitülü değil de, kişilikli, gururlu, gerçekten erdemli bir kız oluşuydu. En çok da, bende bulunmayan bir zevk ve öğrenime sahip olmasına içerliyordum. Onu istediğimi mi sanıyorsun? Asla, sadece onun bir türlü farkına varmak istemediği kabadayılığımı göstermek istiyordum. Bu arada vur patlasın, çal oynasın âlemlerine hiç aralık vermiyordum. Sonunda yarbay beni üç gün için deliğe tıktı. Tam o sırada bizim peder, onunla ilgili bütün haklarımdan feragat ettiğimi, yani alacağımız vereceğimiz kalmadığını gösterir bir resmi kâğıtla altı bin ruble yolladı. O zamanlar bunun anlamını kavrayamamıştım. Zaten buraya gelinceye kadar, hatta son günlerde, belki de bugüne kadar babamla aramızdaki şu para dalaşmasına akıl erdiremedim. Neyse, cehennemin dibine gitsin, bunların sözünü sonra ederiz. Altı binin elime geçtiği günlerde, bir arkadaşımdan gelen mektuptan beni pek ilgilendiren bir haber aldım: bizim yarbayın başında kara bulutlar dolaşıyormuş, üstleri kendisinden memnun değilmiş, bazı yolsuzluklardan şüpheleniyorlarmış. Kısacası, düşmanları onu bir punduna getirip alaşağı etmeye bakıyormuş. Gerçekten, bir süre sonra tümen komutanı geldi, yarbayı iyice haşladı. Az sonra istifası istendi. Sana bunun ayrıntılarını anlatacak değilim; yarbayın bizler arasında da düşmanları vardı. Şehirde, birdenbire, hem ona, hem ailesine karşı bir soğukluk başladı, çoğu kimse onlardan yüz çevirdi, ilk numaramı o zaman yaptım işte. Bir gün Agafya İvanovna ile karşılaştık. Onunla dostluğumuz devam ediyordu. "Babanızın kasasında dört bin beş yüz ruble eksik," dedim. "Aman, ne diyorsunuz!" diye telaşlandı. "Geçenlerde, general geldiği sırada her şey tamamdı..." "O zaman tamamdı ama şimdi yok," dedim. Kızcağız fena halde korktu. "Rica ederim, korkutmayın beni," dedi, "kimden duydunuz bunu?" "Üzülmeyin," diye karşılık verdim. Kimseye bir şey söylemem. Ben de size bu mesele hakkında (her ihtimale karşı) bir şey söylemek istiyordum. Pederinizden dört bin beş yüz rubleyi isteyecekleri zaman bu parayı bulamazsa mahkemeye düşeceği ve bu yaştan sonra rütbesini kaybedeceği doğaldır. Bütün bunların yerine siz bana enstitülüyü gizlice gönderin, bugünlerde evden param geldi; dört bin kâğıdı ben veririm, kimsenin de ruhu duymaz." "Ne alçak adamsınız! (aynen böyle söyledi) Alçak, kötü adamsınız! Nasıl cesaret ediyorsunuz?" Fena halde kızarak gitti. Ben de sırrımızı saklayacağımı arkasından bağırdım. Şunu da söyleyeyim: bu iki karı, yani Agafya ile teyzesi bu işte tam melekler gibi hareket ettiler. Zaten onlar kibirli Katya'ya nerdeyse tapınıyor, önünde küçülüp hizmetçilik ediyorlardı ona... Fakat Agafya gidip meseleyi, yani konuşmamızı olduğu gibi anlatmaz mı! Ben bunları sonradan bir bir öğrendim. Agafya sırrımızı saklamamıştı; bu da benim canıma minnetti. O sırada taburu devralmak için yeni komutan geldi. Devir teslim sırasında bizim ihtiyar yarbay aniden hastalandı. Evine kapandığı için kasa iki gündür devredilemiyordu. Doktorumuz Kravçenko sonradan, yarbayın o aralık gerçekten hasta olduğunu söyledi durdu. Fakat benim, gizli olarak güvenilir bir yerden çoktandır öğrendiğime göre, kasadaki para dört yıldır her denetlemeden sonra bir süre için ortadan kayboluyordu. Yarbay parayı güvendiği bir adama vererek işletiyordu. Bu, tüccarlarımızdan Trifonov'du; ihtiyar, dul bir adamdı, altın çerçeveli gözlük takardı. Trifonov aldığı parayla panayıra gidip işlerini görür, sonra borcunu aldığı gibi yarbaya geri verirdi. Elbette panayırdan birtakım armağanlar, ayrıca paranın faizini getirirdi. Ancak bu sefer Trifonov panayır dönüşü parayı geri vermedi. (Bunu tamamen bir rastlantı sonucu Trifonov'un biricik varisi ağzı salyalı, ahlaksızlıkta eşi olmayan yetişkin oğlundan öğrenmiştim.) Yarbay evlerine koştu. Trifonov, "Sizden hiçbir zaman para almadım, almama imkân yoktu..." diye karşılık verdi. Yarbay kendini eve dar attı, başı havlularla sarıldı, kadınların üçü boyuna tepesine buz koyuyorlardı. O aralık resmi emir defterini getirdiler: "Tabur kasası iki saat içinde teslim edilecek..." Defteri imzaladı; defterdeki imzasını sonradan gördüm. Kalkıp, üniformasını giyeceğini söyleyerek yatak odasına geçti. Orada çiftesini aldı, muharebe mermisiyle doldurduktan sonra sağ ayağından ayakkabısını çıkardı, tüfeği göğsüne dayadı. Ayağıyla tetiği yokladığı sırada, Agafya söylediklerimi hatırlıyor, şüphelenerek peşinden gidip gözetliyor. Agafya'nın odaya dalmasıyla arkadan babasının üstüne atılması bir oluyor. Tüfek havaya patlıyor, kurşun tavanı deliyor, yaralanan olmuyor... Ötekiler de yetişip kimi tüfeği alıyor, kimi yarbayın ellerine sarılıyor... Bunların hepsini eksiksiz olarak sonradan öğrendim. O sırada evdeydim. Akşam üzeriydi, sokağa çıkmaya hazırlanıyordum. Giyindim, tarandım, mendilime koku sürdüm, kasketimi alırken kapı ansızın açıldı; Katerina İvanovna evimde, tam karşımdaydı. Bazen garip rastlantılar olur. Katerina'nın bana geldiğini gören olmamıştı; bu yüzden şehirde duyulmadı. Evlerinde kirayla oturduğum, hizmetime bakan çok yaşlı, memur kocalarından dul kalmış iki kardeş de pek saygılı, sözümden dışarı çıkmayan kadınlardı. Verdiğim emre uyarak ağızlarını bile açmadılar. Tabii o anda her şeyi anladım. Gözlerini bana dikerek odaya girdi. Gözlerinde kesinlik, hatta küstahlık vardı. Yalnız dudaklarında ve dudaklarının çevresinde bir kararsızlık gölgesi seziliyordu. "Ablam, ben size gelirsem dört bin beş yüz rubleyi vereceğinizi söyledi. Geldim işte... verin parayı," dedi. Dayanamadan tıkandı, korktu, sesi koptu, dudakları ve uçlarındaki çizgiler titredi... Beni dinliyor musun, uyuyor musun Alyoşka?

Alyoşa, heyecanla,

— Gerçeği olduğu gibi söyleyeceğini biliyorum Mitya, dedi.

— Hem de ne gerçek!.. Bir kere başlayınca kıyasıya anlatırım artık... İlk anda kafamda Karamazovluğa özgü düşünceler uyandı. Beni bir zamanlar bir kırkayak sokmuştu; iki hafta ateşler içinde yattım. O anda da bir kırkayağın, zehirli bir böceğin kalbimi soktuğunu hissettim, anlıyor musun? Bakışlarımla kızı süzdüm. Onu gördün, değil mi? Allah için güzeldir. Ama o anda bambaşka bir güzelliği vardı, soylu bir güzelliği... Oysa ben alabildiğine alçalmıştım. O, babası uğruna kendini feda ederken ben karşısında bir tahtakurusundan farksızdım. O anda ruhu, vücudu, kısacası bütün varlığıyla benim gibi bir tahtakurusunun, alçağın birinin elindeydi, kıskıvrak yakalanmıştı. Açık söyleyeyim, kafamdaki düşünce, o kırkayak düşüncesi beni bayıltacak gibi sarmıştı. Artık her türlü mücadele gereksizdi; tahtakurusu, zararlı bir tarantula gibi, merhamet bilmeden davranmak gerekiyordu. Nefesim kesiliyordu, öte yandan hemen ertesi gün onlara giderek işi şerefli bir tarzda bağlayacak, kimsenin haberi olmasın diye kızı isteyecektim. İçimdeki kötü isteklere rağmen namuslu adamım. Ama tam o anda durup dururken, sanki birisi kulağıma, "Sen yarın evlenme teklifini yapar yapmaz arabacılarıyla kapı dışarı attırırlar," diye fısıldadı. "Beni dünyaya rezil etse umurumda değil!" gibilerden kıza baktım, içimdeki ses beni aldatıyordu, bu yüzde yüz böyle olacaktı. Yüzü, kapı dışarı edileceğimi açıkça gösteriyordu, içimi hiddet kapladı; canım adice, domuzca, tam anlamıyla esnaf işi hareket etmek istedi. Kızı alaylı alaylı süzdükten sonra ancak bir esnafın yapabileceği şekilde, "Dört bin mi?" demeliydim. "Benim şakamı ciddiye mi aldınız? Bu ne bol keseden hesap efendim. İki yüz papele diyeceğimiz yok, büyük memnunlukla... Ama dört bin kâğıt öyle ha deyince havaya atılmaz, küçük hanım. Boşuna zahmet etmişsiniz!" Bunları söylediğim anda kuşkusuz her şeyi kaybedecektim, kızcağız arkasına bakmadan kaçacaktı. Fakat bu iblisçe öç her kayba değerdi. Belki sonradan ömür boyunca pişman olurdum ama o anda ne pahasına olursa olsun bu haltı yemeliydim. İnanır mısın, ömrümde hiçbir kadına o andaki gibi nefretle bakmamıştım. Onu üç beş saniye, korkunç bir nefretle; aşka, çılgınca bir aşka kıl kalan bir nefretle süzdüm. Pencereye yaklaşarak alnımı buz tutmuş cama dayadım, alnımın ateş gibi yandığını hatırlıyorum. Ama çok bekletmedim, üzülme; kasaya giderek çekmeceyi açtım. Fransızca sözlüğün içinde sakladığım hamiline ödenecek beş binlik hisse senedini aldım. Bunu sessizce göstererek katladım, eline verdim. Sonra antreye giden kapıyı açarak bir adım geriledim, yarı belime kadar eğilerek en içten, en derin bir saygıyla onu selamladım, inan ki aynen böyle oldu. Bütün vücuduyla titredi, bir an gözlerini bana dikti, yüzü kâğıt gibi bembeyaz kesildi, sonra ansızın, o da sessizce ve pek yumuşak bir hareketle bütün vücuduyla önümde eğildi. Bu bir enstitülü reveransı değildi; tam Rus tarzında, alnını yere değdirerek ayaklarıma kapandı! Sonra doğrulup kaçtı. Kaçtığı zaman kılıcım belimdeydi; kılıcı kınından çekerek hemen orada göğsüme saplamak istedim. Bunun nedenini kendim de bilmiyorum. Coşkunlukla büyük bir aptallık yapmış olurdum tabii, insan bazen üstün bir coşkunluğa kapılarak kendini vurabilir, anlıyor musun? Ama gene de yapmadım bunu, sadece kılıcımı öptüm, sonra tekrar kınına soktum. Bunları sana anlatmasam da olurdu ya. Zaten bütün bu iç çatışmalarımı anlatırken kendimi övmek için biraz şişirdim galiba. Fakat varsın öyle olsun, insan yüreğini gözetleyenlerin canları cehenneme! İşte Katerina İvanovna "vakası" bundan ibaret. Şimdi bunu bir İvan, bir de sen biliyorsun, o kadar.

Dmitri Fyodoroviç yerinden kalktı, heyecanla bir iki adım attı, mendilini çıkararak alnındaki teri sildi, sonra tekrar oturdu. Bu kez eski yerine değil, karşı duvardaki sıraya oturmuştu.

Alyoşa ona doğru dönmek zorunda kaldı.

V

Ateşli Kalbin İtirafı

"Baş aşağı" Olarak

Alyoşa,

— Şimdi meselenin ilk yarısını biliyorum, dedi.

— Evet, ilk yarısını biliyorsun; bir dramdı, orada geçti, ikinci yarısı trajedidir ve burada tamamlanacak.

— İkinci yarısından hâlâ hiçbir şey anlamıyorum.

— Ya ben? Ben sanki anlıyor muyum?

— Dur Dmitri, burada önemli bir nokta var: sen nişanlısın onunla; hâlâ nişanlısın, değil mi?

— Hemen nişanlanmadım, bunların üstünden üç ay geçtikten sonra. Olayın ertesi günü kendi kendime, mesele kapandı, evlenme işi kaldı, dedim. Olanlardan sonra gidip Katerina'yı istemeyi kendime yediremiyordum. Beri yandan ondan da şehrimizde kaldığı altı hafta boyunca hiç ses çıkmadı. Yalnız bir kere Katerina İvanovna'nın bana gelişinin ertesi günü hizmetçileri usulcacık yanıma sokuldu, sessizce bir mektup uzattı. Filancaya diye üstüne de yazmış. Açtım, içinden beş binin üstü çıktı. Borç dört bin beş yüz olduğu için beş binlik senedi iki yüz küsur ruble zararına satmış, bana da, pek hatırımda kalmadı ama galiba iki yüz altmış ruble kadar bir şey yollamıştı. Yanında tek bir satır yazı yoktu, sadece parayı yollamıştı. Zarfın içinde kurşun kalemle bir işaret falan aradım, ne gezer! Eh, ben de kalan parayı yemeye başladım. Çok geçmeden yeni komutan da bana ihtar vermek zorunda kaldı. Yarbayımız tabur parasını kazasız belasız teslim etmişti. Paranın yerinde olduğuna kimse inanmadığı için bu işe herkes şaşmıştı. Yarbay parayı teslim eder etmez yatağa düştü. Üç hafta kadar yattıktan sonra birdenbire beyin sulanmasından beş gün içinde gidiverdi. Emekliye ayrılmasına vakit kalmadan öldüğü için askeri cenaze töreniyle kaldırıldı. Katerina İvanovna ile ablası ve teyzeleri babalarını toprağa verdikten beş on gün sonra Moskova'ya hareket ettiler. Tam yola çıktıkları gün, (onları ne gördüm, ne de uğurlamaya gittim) minnacık bir mektup aldım. Zarfın içinden kenarları oymalı mavi bir kâğıtçık çıktı. Üzerine sadece, "Size yazacağım. Bekleyin. K." diye tek bir satır yazılmıştı. Hepsi o kadar.

Uzatmayalım, Moskova'da bizimkilerin durumlarında şimşek hızıyla, adeta Arap masallarındaki gibi beklenmedik değişiklikler oldu. Katerina'nın bellibaşlı akrabalarından dul bir general karısı, en yakın iki varisini, yeğenlerini aynı hafta içinde çiçekten kaybediyor. Fena halde sarsılan ihtiyar kadın Katya'ya öz kızıymış gibi dört elle sarılıyor... İlk işi vasiyetnamesini değiştirerek onu varisi yapmak oluyor. Bir yandan da, dilediği gibi harcaması ya da drahoması için seksen bin veriyor, isterik bir kadındı. Sonradan Moskova'da onu epey inceledim. Postadan dört bin beş yüz rubleyi alınca şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Aradan üç gün geçince vaat edilen mektup da geldi. Yanımda; hep üzerimde taşırım, ölünceye kadar ayrılmayacağım ondan. Sana da göstereyim mi? Mutlaka oku; bana evlenme teklif ediyor, kendisi teklif ediyor. "Sizi çılgınca seviyorum," diyor. "Beni sevmeseniz bile razıyım, yeter ki kocam olmayı kabul edin. Korkmayın, sizi sıkmam, ev eşyanızdan biri, üzerine bastığınız halı olurum... Sizi hep sevmek, sizi kendinizden kurtarmak istiyorum..." Alyoşa, bayağı sözlerimle, bayağı sesimle, bir türlü düzeltemediğim şu bayağı sesimle o satırları sana tekrarlamaya layık değilim. Varlığımın bir parçası oldu bu mektup, ama şimdi içim rahat mı sanıyorsun, bugün rahat mıyım?.. Ona hemen yazdım. (Moskova'ya gitmeme imkân yoktu.) Gözlerim yaşlı olarak yazdım bunu. Yalnız bu arada, her zaman utanç duyacağım bir hata yaptım; paradan söz ettim. Zengin, drahomalı bir kız olduğunu, benim gibi bir serseride beş para bile bulunmayacağını yazdım. Kendimi tutmalıydım, ama kalemime hâkim olamadım. Aynı zamanda Moskova'ya, İvan'a da bir mektup yazdım. Olanı biteni elden geldiği kadar açıkladım. Altı sayfalık bir mektuptu bu; İvan'ı Katya'ya gönderdim. Bana niye öyle bakıyorsun? Evet, İvan ona âşık oldu, hâlâ da âşık, bunu biliyorum. Bizim çevrenin görüşüyle yaptığım aptallıktı, fakat belki hepimizi yalnız bu aptallık kurtaracak. Aahh, İvan'ı nasıl yüksek tuttuğumu, nasıl saydığımı görmüyor musun? İkimizi kıyaslayıp, hele burada olanlardan sonra, benim gibisini sevebilir mi hiç?

— Ben, İvan'ı değil de, senin gibisini seveceğine eminim.

— Beni değil, kendi erdemlerini seviyor.

Dmitri Fyodoroviç bu sözleri elinde olmadan, nerdeyse hırsla bağırdı. Güldü, fakat bir an sonra gözleri parladı, olanca gücüyle yumruğunu masaya indirdi. Kendisine karşı duyduğu taşkın, içten bir hiddetle,

— İster inan, ister inanma; ama sana Tanrının kutsallığı, İsa'nın tanrılığı üzerine yemin ederim ki, Katya'nın yüksek duygularına gülümsediğim halde ruh bakımından ondan milyon kere küçük olduğumu, iyi duygularının hepsinde göklerdeki melekler kadar içten olduğunu biliyorum! Zaten bütün trajedi, bunu kesin olarak bilmemde... Gerçi insan biraz şişirerek konuşuyor, ama ne çıkar bundan, ben de aynı şeyi yapmıyor muyum? Oysa ben de içtenim. İvan'a gelince, o keskin zekâsıyla bütün kainata nasıl lanet okuduğunu tahmin ediyorum. Ona kim tercih ediliyor? Nişanlı olduğu halde, herkesin gözü ondayken, nişanlısı yanı başındayken, sefahatten kendini alamayan bir canavar... Evet, benim gibisi tercih edilip o reddediliyor. Neden?.. Çünkü genç kız minnetini göstermek istiyor, bu uğurda geleceğini baltalamaya razı oluyor. Saçmalık değil mi? İvan'a bunu açmadım; şüphesiz o da bana bu konuda en ufak imada bulunmadı. Fakat kadere boyun eğilecek, layık olan hak ettiği yeri alır, değersiz mezbeleliğe dönecek; o sevgili, kendinin olan çirkef dolu mezbeleliğe... Orada çamurlar, pis kokular içinde gönüllü olarak, zevk duya duya mahvolacak. Saçmaladım galiba, kelimelerimde güç kalmadı, sanki gelişigüzel konuşuyorum. Gene de dediğim gibi olacak. Ben mezbeleliğimde boğulacağım, o İvan'la evlenecek.

Alyoşa büyük bir merakla sözünü keserek,

— Dur ağabey, dedi. Sen bana hâlâ, her şeye rağmen nişanlı olup olmadığını açıklamadın. Nişanlın istemezse nasıl ayrılırsın ondan?

— Evet, Katerina'nın resmen, kutsanmış nişanlısıyım. Bu, Moskova'ya gelişimde oldu; törenli, ikonlu, her şey istediğinden âlâydı. General karısı bizi kutsadı, hatta inanır mısın, Katya'yı kutladı bile; "İyi seçtin," dedi. "İçi dışı bir, bu oğlanın..." Hem biliyor musun, İvan'a hiç yakınlık göstermedi, kutlamadı da. Moskova'da Katya ile çok konuştuk. Kendimi olduğum gibi, tam bir içtenlikle anlattım. Hepsini dinledi...

Sevimli bir mahcupluk vardı,

Tatlı sözler vardı...

Aslına bakarsan, gururlu sözler de vardı. Islah olmam için benden söz aldı. Söz verdim. Ama şimdi...

— Ee?

— Sana seslenip buraya çağırmamın nedeni —unutma bunu— seni hemen bugün Katerina İvanovna'ya yollamak ve...

— Ne?

— Selamımla birlikte, bir daha ona asla gitmeyeceğimi bildirmek istiyorum.

— Olacak iş mi bu?

— Seni bunun için gönderiyorum zaten. Bunu kendim söyleyemem ya.

— Sen nereye gideceksin?

— Mezbeleye.

— Gruşenka'ya, öyle mi?

Alyoşa kederle ellerini birbirine vurdu.

— Yoksa Rakitin doğru mu söylüyordu? Oysa senin birkaç defadan sonra onunla ilgini kestiğini sanıyordum.

— Nişanlı bir erkek böyle yerlere gitmemeli, değil mi? Hele böyle bir nişanlısı varken ve üstelik elalemin gözü önünde! Ben de onurumu bütünüyle yitirmedim. Gruşenka'ya gitmeye başladığım anda nişanlı ve namuslu bir adam olmaktan çıktığımın pekâlâ farkındayım. Ne bakıyorsun? Biliyor musun, ben ilkin onu pataklamaya gitmiştim. Babamın vekili şu kıdemli yüzbaşının, imzamı taşıyan borç senedini bana ödetmek üzere Gruşenka'ya verdiğini işitmiştim; böylece beni dize getirmek istiyorlardı. Sözde korkutacaklardı. Gruşenka'ya iyi bir dayak çekmeye hazırlandım. Onu eskiden şöyle üstünkörü bir görmüştüm. Fevkaladeliği yoktu. İhtiyar tüccar meselesini duymuştum. Zaten herif hasta, yatalak, bir ayağı çukurda... Gruşenka bundan da iyice sebeplenecektir. Para kazanmaktan hoşlandığını, domuz karının kimsenin gözünün yaşına bakmadan amansız bir faizle para verdiğini biliyordum. Onu pataklamaya gittiğim halde yanında kaldım. Bir fırtına esti, vebaya tutuldum, hâlâ hastayım; benim için her şeyin sona erdiğini, bir daha da başlamayacağını biliyorum. Böylece bir dönem kapandı. O aralık, sanki inadına; benim gibi kokozun cebine üç bin kâğıt düşüverdi. Soluğu Mokroye'de aldık; buradan yirmi beş verst tutar. Çiganlar, çigan kızları, şampanya gırla gitti... Herifleri şampanyaya, karıları, kızları paraya boğdum. Üç gün sonra sen sağ ben selamet, metelik kalmadı. Bir şey de elde edebildim mi dersin, ne gezer! Zerre koklatmadı... Ama ne kusursuz vücudu var! Haspanın bacağından, sol ayağının serçe parmağından bile belli oluyor. Gördüm, öptüm ama o kadar, yemin ederim böyle, "Kokozsun ama, istersen varırım sana," dedi. "Beni dövmezsen, isteğimi yapmama izin verirsen seninle evlenirim belki..." Hem söylüyor, hem gülüyordu. Şimdi de gülüyor.

Dmitri Fyodoroviç nerdeyse kudurgan bir hiddetle doğruldu, sarhoş gibiydi. Gözleri kan çanağı gibi oldu.

Kardeşi,

— Onunla gerçekten evlenmek istiyor musun? diye sordu.

— O isterse şu anda hazırım, istemezse yanında kalır, kapıcısı olurum. Alyoşa... sen... sen...

Dmitri ansızın Alyoşa'nın karşısına geçti, omuzlarından kavrayarak olanca gücüyle sarsmaya başladı.

— Bütün bunların ne korkunç bir sayıklama olduğunu biliyor musun, saf çocuk? Tam bir facia içindeyiz biz. Şunu bil ki Aleksey, kötü, beni uçuruma sürükleyecek tutkularım olabilir; kendim düşük bir adam sayılabilirim. Ama Dmitri Karamazov hiçbir zaman bir yankesici, bir ev soyguncusu değildir. Bir de şunu öğren: Gruşenka'yı dövmeye hazırlandığım sabah Katerina İvanovna beni çağırdı. Son derece gizli olarak (herhalde böylesi işine geliyordu) vilayete gitmemi rica etti. Oradan, Moskova'da Agafya İvanovna'ya postayla üç bin ruble gönderecektim. Burada duyulmasın diye ile gitmem gerekiyordu. Üç binle birlikte soluğu Gruşenka'nın yanında aldım; Mokroye'ye o parayla gittik. Tabii ile gitmiş gibi göründüm, parayı postaya yatırdığımı, makbuzunu sonra vereceğimi söyledim, hâlâ veriyorum... Aklımdan çıktı güya... Bugün ona gidip "Ağabeyimin selamı var," desen; "Hani para?" diye sorunca da, "Adi ruhlu bir şehvet düşkünüdür o. Kendini tutamayıp hayvan gibi paranızı harcamış. Ama gene de hırsız değildir; üç bininizi selamıyla birlikte geri gönderiyor," karşılığını versen ne iyi olurdu. Oysa şimdi o, ansızın, "Hani para?" deyiverirse...

— Mutsuzsun Mitya, doğru. Ama gene de durum düşündüğün kadar kötü değil, umutsuzluğa düşerek kendini bu derece hırpalama, yazık!

— Ona geri vermek için üç bini bulamazsam kendimi öldürür müyüm sanıyorsun? Yapmam bunu, mesele burada zaten. Belki ileride yaparım, ama şimdilik olanaksız. Şimdilik Gruşenka'ya gidiyorum ben. Satmışım anasını!..

— Ne yapmaya?..

— Tenezzül ederse kocası olurum; âşığı gelince bırakırım ona. Dostlarının lastiklerinin çamurunu temizlerim, semaverin ateşini yelpazeler, ayak hizmetlerini görürüm...

Alyoşa birdenbire, büyük bir ciddilikle,

— Katerina İvanovna bunları anlayacaktır, dedi. Felaketini bütün soyluluğuyla anlayıp katlanacaktır. Yüksek bir zekâsı olduğu için senden daha mutsuz bir insan bulunmayacağını o da anlar.

Mitya sırıttı,

— O kadar da değil. Bu türlüsüne hiçbir kadın katlanamaz azizim. En iyisi ne, biliyor musun?

— Ne?

— Ona üç bini geri vermek.

— Nereden bulacaksın? Bana bak; iki binim var, kalanı da İvan verir, tamamlanır; kendin götürürsün.

— O dediğin üç bin elime geçene kadar... Zaten sen henüz reşit değilsin. Ayrıca senin bugün selamımla birlikte oraya yüzde yüz gitmen lazım; parayı götürsen de, götürmesen de gitmelisin. Artık dayanamıyorum çünkü, burama kadar geldi... Yarın bile geç olur. Seni babama göndereceğim.

— Babama mı?

— Evet. Katerina İvanovna'dan önce ona git. Üç bini ondan iste.

— Vermez ki, Mitya.

— Verir mi, vermez mi bilmem. Ama denize düşen yılana sarılır, Aleksey!

— Doğru.

— Dinle: yasal olarak bana hiç borcu yok. Hakkımı kuruşu kuruşuna aldım, bunu biliyorum. Fakat manen bana bir şeyler borçlu değil mi? Annemin yirmi sekiz bininin üstüne oturup, yüz binlik adam oldu. Yirmi sekizin üç binini versin yeter. Üç bini vererek hem beni cehenneme gitmekten kurtaracak, hem de kendi günahlarının çoğu bağışlanacak. Yemin ederim ki bu üç bin son olacak. Bundan sonra bir daha adımı bile duymaz. Bu ona babalığını göstermesi için son fırsat. Bu fırsatın ona Tanrı lütfu olduğunu söyle.

— Vermez Mitya, dünyada vermez.

— Vermeyeceğini biliyorum, çok iyi biliyorum. Hele şimdi. Bu aralık, pek yakında, hatta belki henüz dün; Gruşenka'nın ciddi olduğunu (ciddiliğe dikkat et!) şaka etmeden, gerçekten bir hamle yaparak benimle evlenmek istediğini de biliyorum. O bu dişi kediyi iyi tanır. Kadının delisi olduğu halde işimi kolaylaştırmak için beş gündür yüzlük banknotlar halinde üç bin rublelik bir istif yaptığını da biliyorum. Para büyük bir paket olarak, beş yerinden mühürlenmiş, üstü kırmızı bir sicimle çaprazlama bağlı... Nasıl inceden inceye bildiğimi görüyor musun! Paketin üstünde, "Meleğim Gruşenka'ya —eğer gelmek isterse..." diye yazılı. Bunu kimseye belli etmeden, gizlice karalamış. Paranın evde olduğunu uşağı Smerdyakov'dan başka bilen yok. Smerdyakov'a da kendi namusuna güvenir gibi güveniyor. Üçüncü ya da dördüncü gündür bekliyor Gruşenka'yı... Kadın, "Belki gelirim," diye haber yollamış. Moruğa gelirse onunla evlenmeme olanak kalmaz tabii. Şimdi benim burada neden saklandığımı, neyi kolladığımı anladın, değil mi?

— Onu gözetliyorsun.

— Evet. Foma, buranın sahibi sürtük karılardan ufacık bir bölme kiralıyor. Foma aslında buralı olmayan eski bir asker. İşlerini görüyor, gece bekçilik ediyor, gündüzleri de yaban horozu avına çıkıyor, böylece geçimini sağlıyor. Burası onun yeri işte, ama burada pusu kurduğumdan ne onun ne de ev sahiplerinin haberi var.

— Yalnız Smerdyakov biliyor, değil mi?

— Evet, bir o... Bizimki moruğa gelirse haberi yetiştirecek.

— Para paketini de o mu söyledi?

— Evet. Büyük bir sır bu. İvan'ın bile paradan filan haberi yok. Moruk, İvan'ı iki üç gün dolaşsın diye Çermyaşnaya'ya gönderiyor; korudaki ağaçlara müşteri çıkmış, sekiz bin rubleye almak istiyormuş. Bizimki İvan'ı, "Bana yardım et; git, göz kulak ol..." diye kandırıyor. Hani iki, üç gün için, Gruşenka o olmadan gelsin diye...

— Demek bugün de Gruşenka'yı bekliyor.

Mitya, birdenbire,

— Hayır, bugün gelmeyecek, diye bağırdı; işaret var. Yüzde yüz gelmeyecek. Smerdyakov da öyle tahmin ediyor. Babam şu anda İvan'la içki masasında keyfediyor. Git Aleksey, üç bin rubleyi iste ondan.

— Aman Mitya, ne oldun böyle?

Alyoşa yerinden fırlamış, kendinden geçen Dmitri Fyodoroviç'i dikkatli dikkatli süzüyordu. Bir an, ağabeyinin çıldırdığını sanmıştı.

Dmitri Fyodoroviç sabit bakışını kardeşine dikerek, ağır ağır,

— Korkma aklımı kaçırmadım, dedi. Seni bile bile gönderiyorum, mucizeye inancım var.

— Mucizeye mi?

— Evet. Alınyazımızı çizen Tanrı mucizesine... Tanrı yüreğimdekileri, içimdeki umutsuzluğu biliyor. Olanın bitenin farkında... Bir yıkımı önlememesine olanak var mı? Mucizeye inanıyorum ben Alyoşa, git.

— Peki, dediğin olsun. Beni burada mı bekleyeceksin?

— Evet. Tabii çabucak dönemezsin. Oraya gider gitmez, damdan düşer gibi bu lafı açamazsın. Şimdi sarhoştur o. Üç, dört, beş, altı, yedi saat bekleyeceğim; yalnız şunu bil ki bugün, gece yarısı bile olsa parayla yahut parasız Katerina İvanovna'ya gider, "Size veda selamı yolladı," dersin. Bu cümleyi aynen söylemeni istiyorum: "Size selam yolladı," dersin.

— Mitya, ya Gruşenka gelirse?.. Bugün... bugün olmazsa yarın ya da öbür gün?

— Gruşenka mı?.. Kollarım; görür görmez atılır, engel olurum.

— Ya şey...

— O olursa vururum. Dayanamam.

— Kimi vurursun?

— Moruğu. Kadını vuracak değilim.

— Ne diyorsun ağabey!

— Bilmiyorum canım, bilmiyorum... Belki vurmam, belki de vururum. O anda suratına dayanamam diye korkuyorum. Nefret ediyorum onun o sivri gırtlak kemiğinden, burnundan, gözlerinden, hayasızca alaylarından... Tiksinti duyuyorum. Beni korkutan bu. Bakarsın tutamam kendimi...

— Gidiyorum, Mitya. Tanrının bizi yıkımdan korumak için gerekenleri yapacağına inanıyorum.

— Hadi. Ben de burada mucize bekleyeceğim. Bu mucize gerçekleşmezse...

Alyoşa düşünceli düşünceli babasına gitti.

VI

Smerdyakov

Babasını gerçekten sofrada buldu. Evde bir yemek odası olduğu halde sofra her zamanki gibi salona kurulmuştu. Bu salon evin en büyük, eski tarzda özenerek döşenmiş odasıydı. Takımlar epey eski, beyazlı kırmızılı ipekle pamuk karışığı bir kumaşla kaplıydı. Duvarlarda, pencereler arasında, yaldız kaplı eski zaman işi göz alıcı çerçeveler içinde aynalar asılıydı. Yer yer patlamış duvar kâğıdıyla kaplı duvarları iki büyük portre süslüyordu. Bunlardan biri otuz yıl önce o bölgenin valiliğini yapmış bir prense, öbürü gene çoktan ölmüş bir piskoposa aitti. Baş köşede, önünde kandil yanan birkaç ikon vardı. Kandil din saygısından çok, geceleri odayı aydınlatmak için yakılırdı. Fyodor Pavloviç geceleri çok geç, üçte, dörtte yatardı. O saatlere kadar hep odada dolaşır, yahut koltukta düşünceye dalardı. Bunu âdet edinmişti. Bazı geceler hizmetkârları kulübeye gönderir, evde tek başına kalırdı, fakat çoğu zaman uşak Smerdyakov'u yanında alıkordu; adam antrede bir peykede yatardı.

Alyoşa içeri girdiği sırada yemek bitmiş, sofraya çeşitli reçellerle kahve gelmişti. Fyodor Pavloviç yemek üstüne konyakla tatlı şeyler yemeyi severdi. İvan Fyodoroviç de sofradaydı, kahvesini içiyordu. Grigori ile Smerdyakov masanın önündeydiler. Beyler de, uşaklar da son derece neşeli görünüyordu. Fyodor Pavloviç yüksek sesle gülüyordu. Alyoşa daha antreden, öteden beri bildiği tiz, cırlak kahkahasını tanıdı. Sesi, babasının henüz sarhoş olmadığını, sadece keyiflendiğini gösteriyordu.

Alyoşa'yı birdenbire görünce son derece sevinen Fyodor Pavloviç,

— İşte geldi, işte geldi! diye bağırmaya başladı. Gel, aramıza katıl, bir kahvemizi iç; sütsüzdür, sütsüz; sıcak da, pek güzel! Konyak teklif etmiyorum, perhizdesin; ama istersen... ister misin? Hayır mı?.. Sana bir likör vereyim en iyisi, enfes bir likör! Smerdyakov, git dolaptan ikinci rafta sağdakini getir. Al anahtarı, çabuk ol!

Alyoşa likörü de istemiyordu.

— Nasıl olsa getirecek. Sen istemiyorsan benim için gelecek.

Fyodor Pavloviç'in yüzü sevincinden parlıyordu.

— Dur azıcık, sen yemek yedin mi, yemedin mi?

— Yedim.

Oysa Alyoşa, manastır mutfağında yediği bir dilim ekmek, bir bardak kvasla duruyordu.

— Yedim ama, sıcak bir bardak kahveyi memnuniyetle içerim.

— Aferin oğlum. Kahve istiyormuş. Isıtsak mı acaba? Yo, istemez, hâlâ kaynıyor... Kahvemize söz yok doğrusu, Smerdyakov'un eline sağlık. Kahve yapmakta, kulebyaka açmakta benim Smerdyakov'un üstüne yoktur; ha, balık çorbasını unuttuk! Bir gün bize balık çorbasına gel, ama önceden haber ver. Şey... dur dur, ben sana demin, pılınla pırtınla hemen bugün buraya taşınmanı söylememiş miydim? Döşeğini de getirdin mi? He-he-he!

Alyoşa da gülümsedi.

— Yo, getirmedim.

— Ama korktun; korktun demin değil mi, korktun mu? A evladım, ben hiç seni kırabilir miyim? Bana bak İvan, bu çocuk şöyle gözlerimin içine bakıp güldü mü yüreğim eriyor, içim kaynıyor ona; pek severim keratayı! Buraya gel Alyoşka, gel de baban kutsasın seni.

Alyoşa ayağa kalktı, fakat Fyodor Pavloviç hemen vazgeçti.

— Yok canım, sadece bir istavroz çıkarayım, şöyle... Otur. Şimdi pek hoşuna gidecek, üstelik seninle ilgili bir şeyler duyacaksın. Katılırsın gülmekten! Bizim Valham'ın eşeği konuşmaya başladı; hem de ne konuşma, ne konuşma!..

Valham'ın eşeği uşak Smerdyakov'dan başkası değildi.

Smerdyakov henüz genç, yirmi dördünde, insanlardan bucak bucak kaçan, konuşmayı sevmez bir adamdı. Hali, vahşiliğinden ya da çekingenliğinden gelmiyordu; tersine, yaradılışça kibirliydi, adeta herkesi küçümserdi. Şimdi, özellikle şu sırada onun üzerinde durarak bir iki söz söylemeden olmayacak. Smerdyakov'u Marfa İgnatyevna ile Grigori Vasilyeviç büyütmüştü. Çocuk, Grigori'nin söyleyişiyle "hiçbir şeyin kadrini bilmeden" yetişmişti. Yabaniydi, kimseye sokulmazdı. Küçükken sevdiği eğlencelerden biri kedileri asmak, sonra da törenle gömmekti. Bunu yaparken papaz cüppesine benzetmek için çarşafa sarınır, dualar okuyarak elinde buhurdanlık yerine tuttuğu bir şeyi sallardı. Oyununu çok gizli, kimseye duyurmadan yapardı. Grigori bir gün onu suçüstü yakalayıp temiz bir sopa çekmişti. Yumurcak köşesine sindi, bir hafta somurttu durdu. Marfa İgnatyevna ile dertleşen Grigori, "Sevmiyor bizi bu canavar," diyordu, "kimseyi sevmez o." Sonra, birdenbire, Smerdyakov'a dönerek, "İnsan mısın sen? İnsan mısın sen? İnsan değilsin, hamam rutubetinden peydahlanmışsın!.." diye bağırdı. Daha sonraları, Smerdyakov'un Grigori'nin bu sözlerini asla bağışlamadığı anlaşıldı. Grigori ona okuma yazma öğretti; on ikisine basınca din dersleri vermeye başladı. Ama bunun sonu iyi gelmedi. Bir gün, daha ikinci ya da üçüncü dersteyken çocuk gülümsedi.

Grigori onu gözlüğünün altından hiddetli bir bakışla süzdü:

— Ne oluyorsun?

— Hiç. Tanrı birinci gün dünyayı; dördüncü gün de güneşi, ayı, yıldızları yaratmış, öyleyse birinci günkü ışık nerden geliyordu?

Grigori şaşkınlıktan verecek karşılık bulamadı. Çocuk öğretmenine alayla bakıyordu. Bakışında bile kendine göre bir azamet vardı. Grigori dayanamadı. "Buradan geliyordu!" diyerek, öğrencisinin yanağına olanca hiddetiyle bir şamar indirdi. Çocuk tokadı ses çıkarmadan içine attı, ama gene birkaç gün köşesine çekildi. Rastlantı bu ya, tam bir hafta sonra, ömrü boyunca yakasını bırakmayan sara illetinin ilk nöbetine tutuldu. Fyodor Pavloviç bunu duyunca çocuğa karşı biraz değişti. Eskiden de onu hiç azarlamaz, her rastlayışında eline bir iki kapik sıkıştırırdı, ama ilgisi bundan ibaretti. Neşeli günlerinde sofrasından tatlı bir şey yollardı. Hastalığını duyunca onunla yakından ilgilendi; doktor çağırdı, tedavisiyle uğraştı ve hastalığın ne olduğu ortaya çıktı. Bayılmalar ortalama olarak ayda bir, belli olmayan zamanlarda geliyordu. Nöbetlerin kimi hafif, kimi pek çetin geçiyordu. Fyodor Pavloviç Grigori'nin çocuğu dövmesini kesin olarak yasak etti, yukarıya, yanına çıkmasına izin verdi. Derslere de bir aralık son verildi. Fakat çocuk on beşine bastığı sıralar bir gün, çevresinde dolaşarak camın arkasından kitap isimlerini okuduğunun farkına vardı. Fyodor Pavloviç'in epey, yüzden fazla kitabı vardı, ama kimse onun birini bile eline aldığını görmemişti. Hemen kütüphanenin anahtarını Smerdyakov'a verdi.

— Avluda aylak aylak dolaşacağına otur, oku; kütüphanemizin memuru olursun. Al, şunu oku.

Fyodor Pavloviç Dikanka Çiftliğinde Akşamlar'ı verdi.

Delikanlı okudu, ama beğenmedi; bir kerecik olsun gülümsemedi, tam tersine kitabı bitirince suratını astı.

Fyodor Pavloviç,

— Nasıl, güldürmedi mi? diye sordu.

Smerdyakov ses çıkarmadı.

— Cevap versene, budala.

Smerdyakov sırıttı:

— Yalan dolan bunlar...

— Hadi cehennem ol, uşak ruhlu sen de! Dur, al şu Smaragdov'un Genel Tarih'ini... Bunda ne varsa gerçektir, onu oku öyleyse.

Fakat Smerdyakov, Smaragdov'un kitabından on sayfa bile okuyamadı, sıktı onu. Böylece kitap dolabı tekrar kapandı. Az sonra Marfa ile Grigori, Fyodor Pavloviç'e, Smerdyakov'un bir tiksinti illetine tutulduğunu haber verdiler: sofrada çorba içerken kaşığıyla çorbayı karıştırmaya başlıyor, eğilip inceden inceye bir şey arar gibi bakıyor, kaşığı doldurup ışığa tutuyormuş.

Grigori.

— O ne, hamam böceği mi? diye sorarmış.

— Belki de sinek, dermiş Marfa.

Titiz delikanlı asla karşılık vermez, ama her bir lokmayı ayrı ayrı incelemeden ağzına koymazmış. Grigori ona baktıkça, "Seni beyzade taslağı!.. " diye mırıldanırmış. Smerdyakov'un yeni özelliğini öğrenen Fyodor Pavloviç hemen onu aşçı yapmaya karar verdi; aşçılık öğrenmesi için Moskova'ya yolladı.

Smerdyakov birkaç yıl çıraklıktan sonra hayli değişmiş bir yüzle döndü. Birdenbire son derece yaşlanmış, yüzü yaşına uymayan bir şekilde buruşmuş, sararmış, Skopetz'lere benzemişti. Manevi bakımdan Moskova'ya gitmeden önceki gibiydi: eskisi gibi insanlardan kaçıyor, kimseye ihtiyaç duymuyordu. Sonradan anlattıklarına göre, Moskova'da da yalnız yaşamıştı. Zaten Moskova onu pek az ilgilendirmiş, bu nedenle Smerdyakov pek az şey öğrenmiş, geri kalana kulak asmamıştı. Bir kere nasılsa tiyatroya gitmiş, ama dönüşte hiçbir şey söylememiş, memnun kalmamıştı. Moskova'dan bize, güzel bir elbise, temiz bir redingotla ak pak iç çamaşırı giymiş olarak geldi. Elbisesini her gün, hem de iki kez kendi eliyle fırçalıyordu. Dana derisinden çok şık ayakkabılarını özel bir İngiliz boyasıyla ayna gibi parlatmaya bayılırdı. Çok iyi bir aşçı olmuştu. Fyodor Pavloviç ona aylık bağladı. Smerdyakov paranın hemen hemen hepsini giyimine, pomat, koku gibi şeylere harcıyordu, öte yandan, erkekleri hor gördüğü gibi kadınları da küçümsüyor, galiba hiçbirini yanına yaklaştırmıyordu. Fyodor Pavloviç bu sefer onunla başka bakımdan ilgilenmeye başladı. Çocuğun sara nöbetleri artmıştı; o günler yemeği Marfa İgnatyevna yaptığı için bu Fyodor Pavloviç'in işine gelmiyordu.

Bazen, canı sıkılarak genç aşçının yüzünü inceler,

— Neden çoğaldı bu bayılmaların? derdi. Evlen birisiyle bari... Evlendireyim seni, ister misin?

Sroerdyakov ses çıkarmıyor, sadece kızgınlığından sararıyordu. Fyodor Pavloviç de vazgeçip onu kendi haline bırakıyordu. En önemlisi, Smerdyakov'un namusuna, elinin uzun olmadığına son derece güveniyordu. Bir gün Fyodor Pavloviç sarhoşken henüz bir yerden aldığı üç tane yüz rubleliği evin avlusunda düşürmüş ve paraya bakmak ancak ertesi gün aklına gelmişti. Ceplerini karıştırıp dururken üçünü de masanın üstünde gördü. Smerdyakov bir gece önce bularak masaya bırakmıştı. Fyodor Pavloviç,

— Senin gibisini görmedim birader! dedi, on ruble hediye etti.

Şunu da söyleyelim ki Fyodor Pavloviç, Smerdyakov'un namusuna güvendiği gibi onu seviyordu da... Oysa oğlan herkese karşı olduğu gibi efendisine de yan yan bakıyor, konuşmuyordu. Kırk yılda bir ağzını açıp iki lakırdı ettiği olurdu. O arada onu gören, bu delikanlının neyle ilgilendiğini, en çok neler düşündüğünü kestiremezdi. Buna rağmen Smerdyakov'un arada bir kâh evde, kâh avluda ya da sokakta birdenbire durup düşünceye dalarak böylece beş dakika kaldığı olurdu. Yüz çizgilerinden anlayan biri ona baksa, bunun düşünme değil de, bir seyretme hali olduğunu hemen söylerdi. Ressam Kramskoy'un Seyreden adında pek güzel bir tablosu vardır. Tablo kışın bir ormanı gösteriyor. Yol kenarında, sırtında yırtık gocuğu, ayağında çarığıyla tek başına bir mujikceğiz duruyor; düşünür bir hali var, oysaki düşündüğü filan yok, sadece "seyre dalmış". Birisi dürtecek olsa silkinerek uykudan uyanmış gibi, ne olduğunu anlamadan size bakacak. Hemen o anda, orada durup neler düşündüğünü sorsanız belki hiçbir şey hatırlayamaz, ama seyrederken topladığı izlenimleri yüzde yüz saklamıştır. Bu izlenimler onun için pek değerlidir; belki belirsizce, hiç farkında olmadan —tabii niçin, ne amaçla yaptığını da bilmeden— bunları biriktirir. Sonra, yıllar yılı topladığı bu izlenimleri ve daha da başka şeyleri olduğu gibi bırakarak, ruhunun selameti için Kudüs'e gider; belki durup dururken doğduğu köyü yakar ya da her ikisini birden yapar. Halk arasında böyle "dalan"lar çoktur. Belki Smerdyakov da onlardan biriydi, kendisi farkında olmadığı halde büyük bir istekle izlenimlerini biriktiriyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

1.5M 96.6K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
967K 53.3K 41
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
5.8K 266 42
Tolstoy'un en önemli üç romanından biri olan Diriliş, insanın yozlaşmış toplum içinde geçirdiği sarsıcı değişimin, vicdanla dirilişin romanıdır. Zeng...
4M 248K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...