Mumya Kalbi: Atmayan Kalpler...

By Mavimsi-Melek

1.3M 106K 21.2K

ACIMASIZ VE GÜZEL... Sadece nefesinizi kesmekle kalmayacak, aynı zamanda sizi sonuna kadar götürecek bir zam... More

TANITIM
🔸GİRİŞ: MASKENİN ARDINDA
🔸1.BÖLÜM: YER DEĞİŞTİRME
🔸2.BÖLÜM: YAŞLI GARİP FALCI
🔸4.BÖLÜM: TARİHİ ESER KAÇAKÇILARI
🔸5.BÖLÜM: YASAK DEHLİZE GİRİŞ
🔸6.BÖLÜM: MERKEZDEKİ ATEŞ
🔸7.BÖLÜM: HORUS'UN GÖZÜ
🔸8.BÖLÜM: GEÇMİŞİN YÜZÜ
🔸9.BÖLÜM: ZAMAN DÖNGÜSÜ
🔸10.BÖLÜM: GERÇEK ZAMANLAR
🔸11.BÖLÜM: PİRAMİDE GERİ DÖNÜŞ
🔸12. BÖLÜM: ÖLÜMCÜL KARŞILAŞMA
🔸13.BÖLÜM: SAVAŞ YA DA ÖL
🔸14.BÖLÜM: MİSTİK GÜÇ
🔸15.BÖLÜM: HANÇER VE BAĞ
🔸16.BÖLÜM: IOLANA'NIN KALBİ
🔸17.BÖLÜM: HARİKALAR DİYARINDA
🔸18.BÖLÜM: ADAYA YOLCULUK
🔸19.BÖLÜM: ŞİDDETLİ DÜŞÜŞ
🔸20.BÖLÜM: ANTİK ÇAĞLAR
🔸21. BÖLÜM: TEB ŞEHRİ
🔸22.BÖLÜM: AKREP YILI
🔸23.BÖLÜM: YÜZLEŞME
🔸24.BÖLÜM: SALDIRI
🔸25.BÖLÜM: İSİS'İN BİLEZİĞİ
🔸26.BÖLÜM: NEKHBETH
🔸27.BÖLÜM: KIZ KARDEŞ
🔸28.BÖLÜM: TEHLİKELİ SEÇİM
🔸29.BÖLÜM: ÇÖLLERİN HAKİMİ
🔸30.BÖLÜM: YERALTI MAĞARASI
🔸31.BÖLÜM: YILAN KORKUSU
🔸32.BÖLÜM: NEFRETİN ATEŞİ
🔸33.BÖLÜM: PARÇALANMIŞ GÜVEN
🔸34.BÖLÜM: CAN DÜŞMANI
🔸35.BÖLÜM: İKİLİ OYUN
🔸36.BÖLÜM: JUDAS ÖPÜCÜĞÜ
🔸37.BÖLÜM: GİZLENMİŞ GERÇEKLER
🔸38.BÖLÜM: GÜZEL BİR GECE
🔸39.BÖLÜM: NEFRETİN ARASINDA
🔸40.BÖLÜM: YALANLARIN GÖLGESİ
🔸41.BÖLÜM: DERİN BELİRSİZLİK
🔸42.BÖLÜM: YALAN VE GERÇEK
🔸43.BÖLÜM: ACI
🔸44.BÖLÜM: AŞK
🔸45.BÖLÜM: AV VE AVCI
🔸46.BÖLÜM: YÜZLEŞME
🔸47.BÖLÜM: KALICI İZLER
🔸48.BÖLÜM: ZEHİR VE PANZEHİR
🔸49.BÖLÜM: SAVAŞ YA DA ÖL
🔸50.BÖLÜM: UYANIŞ VE SAVAŞ
🔸51. BÖLÜM: WAJDET'İN ÖFKESİ
🔸52.BÖLÜM: BUZ VE ATEŞ
🔸53.BÖLÜM: ATEŞ MUHAREBESİ
🔸54.BÖLÜM: SAKLI GERÇEKLİK
🔸55.BÖLÜM: MAZİNİN KALINTILARI
🔸56.BÖLÜM: BARİS VE EVA
🔸57.BÖLÜM: GERÇEK KÖTÜLER
🔸58.BÖLÜM: İNTİKAM ATEŞİ
🔸59.BÖLÜM: HER ŞEYİN BAŞLANGICI
🔸60.BÖLÜM: SONUN BAŞLANGICI
🔸FİNAL: HAYATTA GÜZEL ŞEYLER DE OLUR

🔸3.BÖLÜM: LUXOR MÜZESİ

34.5K 2.3K 589
By Mavimsi-Melek

Düşünme. Düşünme. Düşünme. O çılgın, yaşlı cadıya ait bir düşünce, onu düşünmemek için sarf ettiğim tüm çabalara rağmen düşüncelerimin derinliklerine sızdığında dudaklarım tiksintiyle gerildi. Bunu kendime yapmamalıydım. Düşündükçe daha kötü oluyor, hasta olacak gibi hissediyordum. Niye fal baktırmıştım ki zaten? Ben fala inanmazdım ki! Burçlara, bakla taşlarına ve tarot kartlarına da. Başım zonkluyor ve şakaklarım fazla düşünmekten olsa gerek sızlıyordu. Kadının nasıl bu kadar çabuk ortadan kaybolduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama Tanrı biliyordu ya, bilmek için can atıyordum. Ve orada söyledikleri, en az ortadan kaybolması kadar tuhaftı. Hatta daha bile tuhaftı. Tek ümidim, ertesi gün televizyonu açtığımda o korkunç şaka programlarından birine konuk olduğumu görmemekti. Bu ihtimal, nedense bunağın gerçek bir falcı olduğunu kabul etmekten çok daha kötü geliyordu bana.

"Bir falcı, hah?"

Bu iki basit sözcüğü kendi kendime tekrar ederken, farkında olmadan sanki iğrenç bir şeymiş gibi söylemiştim. Masanın üzerinde duran elimi çevirdim ve dikkatle, avcumun içindeki çizgilere baktım. Ama başta da olduğu gibi, çizgiler bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Mantıkçı ve gerçekçi insanlardan biriydim ben ve tüm bunlar o kadar gülünçtü ki. Yapmak ve yapmamak arasındaki bir tereddütle kadının yaşam çizgim diye bahsettiği hatta parmağımın ucunu gezdirdim. İşaret parmağımdan serçe parmağımın kenarına kadar. Dokunuşum tenimi ürpertti ve öğlenki kısık, cızırtılı ses kulaklarımın içinde çınlarken midemin artçı dalgalarla kasılmasına neden oldu.

'Genç yaşta öleceksin, bunun anlamı bu.'

Bundan daha az rahatsız edici çok az şey vardır.

İç çektim.

'Dokunmaman gereken şeylere dokunmayı seviyorsun, değil mi, seni hırsız?'

Bir kere daha iç çektim.

Huzursuz kelimesi halimi anlatmaya az kalırdı ve şimdi keşke kadını görmezden gelseydim diye düşünmeden edemiyordum. Onu görmezden gelseydim eğer çatık kaşlarla ve somurtkan bir suratla bir koltukta oturuyor olmazdım. Bekle. Hayır, olurdum çünkü içinde bulunduğum ortam benim için yeterince iyi değildi; Lengüistik, antropoloji, tarih ve bilhassa arkeoloji öğrencilerinin bulunduğu küçük bir odadaydım. Aradan iki saate yakın zaman geçmişti. Şimdi akrep ikiyi, yelkovansa tam tamına yirmi sekizi gösteriyordu. Bitişiğimdeki koltukta oturan Tony​ bu odada tanıdığım tek insandı. Yeniden karşılaştığımızda ona o ufak tefek kızla yemeğinin nasıl gittiğini soramayacak kadar hiddete kapılmıştım. Bu düşünceyle yanımdaki adama bir bakış fırlattım. Sessizdi. Fazla sessiz. Bana karşı bile. Zoraki randevusu umut ettiğim kadar iyi geçmemiş olsa gerekti.

Başımı sallayarak bir tür egyptolog olduğunu tahmin ettiğim Kloi isimli kadının söylediklerine odaklanmaya çalıştım. Kloi kırklı yaşlarının başında, uzun boylu, sarışın, lacivert takımının içinde oldukça şık görünen bir kadındı. Uzun saçları zarif bir topuzla topluydu ve öylesine düzgün bir diksiyonu vardı ki, ilk duyduğumda bana haber spikerlerini hatırlatmıştı. Şimdi, Mısır'ın erken köklerine dair ilk bulguları anlatıyordu. O bunları anlatırken Emma'nın dijital ses kayıt cihazı açık halde masanın üzerinde duruyordu. Kız kardeşimin daha sonra tüm bunları yazıya dökeceğine emindim. Ben​ olsam üşenirdim ama hey, o Emma'ydı.

Kloi, Mu ve Atlantis göçlerinin Nil Delta'sına ve Yukarı Mısır olarak adlandırılan, Afrika'nın kuzey doğusundaki Maiu bölgesine nasıl ulaştığını anlatırken bakışlarımı yüzünde tuttum. Naga kolunun Mısır'a ilk ayak basan topluluk olduğunu söylüyordu. Bu şekilde iki farklı kültür şeklinde Osiris ve Horus öğretisinin Mısır'a getirilişini ve bu Osiris rahiplerinin daha sonra nasıl 'firavunlar dönemine' dönüştüğünü anlatırken, bunun Mısır'ın şanlı tarihine ne getireceğini daha o söylemeden önce biliyordum; Anarşi, ikiyüzlü rahipler, tapınakları kirleten kralların ve asilzadelerin cesetleri... Dayanamayıp gözlerimi devirdim. Çağlar öncesinde bile olsa fark etmez, iktidar her zaman en tehlikeli oyunlardan biridir.

Sonra Kloi'nin Mu kıtası hakkında dediklerini düşündüm.

Lisedeyken Dünya tarihi dersinden geçmek için Büyük Tufan'ın Mezopotamya ile Ortadoğu üzerindeki etkileri hakkında bir araştırma makalesi yazmam gerekmişti. Mu Kıtasının adını o zaman duymuştum. Hakkında hatırladığım tek şey Tufan'dan sonra tamamen sular altına battığı ve bugün sadece birkaç küçük adacıktan oluştuğuydu. Kendi kendime 'Hayali Kıta,' diye düşündüm. Bazıları öyle derdi. Kıtanın büyük ölçüde okyanusun dibine batmış olması bana efsanevi Atlantis metropolünü andırıyordu. Ya da Titanik'in dramatik, hazin sonunu. Ancak Mu Kıtasının doğruluğu Titanik gemisinden farklı olarak su götürür bir şeydi. Günümüzde Mısır'a yapılan ilk göçlerden bahsederken, böylesine sözde bilim bir kıtanın bir medeniyetin kökeni olarak kabul gördüğünü hiç düşünmemiştim ama sonra tekrar, tarih hakkında ne biliyordum ki ben?

Kloi, konuyu aniden değiştirerek Mısırlıların ana kökenlerine inmeye başladı.

"Birçok tarihçi tarafından tarihin babası olarak kabul gören Herodot, Mısır'a yaptığı geziler sırasında birçok rahiple konuşmuştur. Heradot'un anlatımına göre Horus, Kral Menes tahta geçmeden önce Mısır'ın hiyerarşik olarak hükümdarıydı. Horus, çok daha açık bir şekilde, Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda şu şekilde tanımlanıyor: Horus, göksel babasının özünden geldi ve Mısır'ın tahtına çıktı."

Bu, kulağa tarihsel gerçeklerden ziyade mitolojik hikayelermiş gibi geliyordu.

Gözlerimi devirdiğimde Tony​ uzanıp omzuma dokundu. "Konsantre olmakta zorlanıyor musun?"

"Evet." Bana çevrili mavi gözlerine bir bakış attım.

"Sorun ne?"

Yaşlı bir cadı, mesela.

"Bu oldukça sıkıcı."

Emma, ses kayıtlarını dinlerken bunu söylediğimi duyduğunda eminim ki gözlerini devirecek ve homurdanacaktı ama zaten tarih hakkında ne hissettiğimi saklamaya çalışmıyordum. Tony​'den bile. Tony, yüzünü buruşturarak elini omzundan çekti. Yeniden Kloi'ye ve söylediklerine odaklandı. Kurşun kalemini elinde çevirip dursa da bana bir daha başka bir şey demedi. Tek parmağımla yanağımı kaşıyarak ne yapacağımı düşündüm.

Birden kararımı verdim.

"Eee?" dedim.

"Ne?" dedi, bunu derken gözlerini Kloi'den hiç ayırmamıştı.

DNA'mda pek lafımı esirgemek yoktu. O yüzden ona, "Randevun nasıl geçti?" diye sordum.

"Vay anasını." Kalem, Tony'nin elinden düşüp ayağımın ucuna yuvarlandı. Anlamıyordum. O kadar şaşıracak ne vardı? Eğilip kalemi düştüğü yerden aldım. Ona geri uzattığımda Tony'den dalgalar halinde yayılan kızgınlığı hissedebiliyordum. "Randevu falan yok! Sadece yemek yedik Eva." dedi kalemi elimden kapıp alarak. Sanki bir fark yaratacakmış gibi, suratıma ters ters baktı. "Ve hafızanı tazelersen eğer, o da zaten senin zorunlaydı."

"Hmm." dedim şu 'senin zorunla' kısmını hiç umursamadan. "Öyleyse sadece yemek yemeniz nasıldı?"

Omuzlarını silkti. Bende buna karşılık olarak gözlerimi sert bir duyguyla kıstım. Bu da​ ne demekti? Ne kaçamak, insanı sinir eden bir cevaptı bu böyle.

"Bence güzel kızdı, Tony."

Bana yandan bir bakış attı.

"Ne olmuş yani?"

İşte, kendimi garip hissettiğim o anlardan birindeydik. Hangi erkek böyle bir şey söylerdi ki? Yani yakışıklı bir adam görsem ve biri bana onun çekici olup olmadığını sorsa cevabım kesinlikle 'Ne olmuş yani?' olmazdı. Ya benden gerçekten çok hoşlanıyordu ya da... Avucumu yanağıma yasladım ve delici, yeşim rengi bakışlarımla onu dikkatle süzdüm. Sarı bukleler kulaklarını ve alnını kapatıyor, çilleri ona gerçekten yakışıyordu. Gözlerimi ağır ağır kıstım. Bakışlarımın altında, Tony'nin huzursuzca kıpırdandığını görebiliyordum.

"O bakış da ne öyle?" diye söylendi.

"Gey misin?" diye sordum.

"Ha? Ne dedin sen?"

Aman aman, ne şirin bir tepkiydi bu. Tam da bu yüzden neşeli, alçak kahkahama engel olamadım. "Tekrar mı edeyim? Tamam. Gey misin Tony?" Ah, elbette gey değildi. Bunu biliyordum zaten. Omuz silkip durmasına sinir olduğum için bir tepki alabilmek adına sorulmuş bir soruydu bu. Kızacağını düşünmüştüm ama hayır, tam tersine, eğlenerek kıkırdadı.

Hemen "Hayır," dedi. "Senden daha açık sözlü bir insan daha yoktur herhalde."

"Her neyse. Sadece bilmek istiyordum, kızdan hoşlandın mı? Biraz bile olsa?"

Bir kez daha omuz silkti.

Bunu yapmasına iyice gıcık olmaya başlamıştım.

"Tony," diye mırıldandım, dişlerimin arasından.

Aynı anda Kloi, "Emma," diye seslenerek araya girdi. Sesi o kadar sertti ki. Gözlerimi kapattım. Kendimi ilkokul dörde geri dönmüş gibi hissediyordum. Biraz sonra ceza olarak yoklama defterinde adım atlanacaktı sanki.

"Evet, efendim?" diyecek oldum.

"Bitti mi konuşmanız?" diye sordu.

"Ah!" Yakalanmıştım. Kollarını kavuşturmuş bir halde, yüzünde soğuk bir ifadeyle bana bakan kadına tatlı tatlı gülümsemeye çalıştım. "Evet. Evet, bitti. Böldüğüm için özür dilerim."

"Vay. Özrün de çok içten."

Buna karşı söyleyecek söz bulamasam da kadının sesindeki alay yüzünden daha da sırıtmadan edemezdim ve edemedim de. Neyse ki kadın bana karşı- Aslında Emma'ya karşı- büyük bir imtiyaz tanıdı ve konuyu uzatmak yerine minik bir gülümsemeyle Mısır'ın tarihini anlatmaya geri döndü. Tony​'nin yanımda kıkır kıkır güldüğünü duyabiliyordum. Sesini bastırmak için dudaklarını parmaklarıyla örtmüştü. Eğleniyordu demek. Gözlerimi Kloi'den ayırmadan masanın altından ayağımı savurarak bileğine bir tekme attım. "Kes sesini." Acı acı inledi. Sonra gülmeyi kesti. Bu, çok daha iyiydi.

"Tamam, haydi geri dönelim. Herkes bana odaklansın. Mısırlıların kökenlerine baktık. Şimdi de geride bıraktıkları en büyük eserleri inceleyelim."

Kloi bunu deyince açık pencereden çok uzaktaki piramitlere doğru baktım.

"Keops, Kefren ve Mikerinos," diye devam etti ve bende elimden geldiğince onu dinlemeye çalıştım. "Bu devasa piramitler, aslında Osiris Rahiplerinin yönetimi altında inşa edilmişlerdir. Tufan'dan çok daha sonraki dönemlere ait olan diğer piramitler ve tapınaklar sadece firavunların mezarlarını barındırmak amacıyla kullanılıyordu. Bilinen başka bir işlevleri yoktu. Ancak bunlarda durum tam olarak böyle değil. Şimdi. Öyle olsaydı bu üçü oldukça büyük bir mezar olurdu, değil mi? Bir firavun için bile."

Odada birkaç fısıltı ve gülüşme duyuldu. Ben​se bunda bu kadar komik olanın ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Yalnızca tarih bilenlerin fark ettiği bir espri olsa gerekti.

Kloi, ellerini çırparak "Sessizlik!" diye çıkıştı ve yine de sessizlik sağlanmayınca tekrar konuşmadan önce herkes susana kadar bekledi.

"Şimdi, gelin, bunu sizinle bir tartışalım... Keops... Bu meşhur piramidin​ ölçüleriyle ilgili verilere bakarsanız, Keops'un bulunduğu noktaya özellikle yerleştirilmiş olduğunu anlarsınız. Temel parçanın noktalarından her biri elli bir derece, elli bir dakika ve on dört saniyedir. Temel kenar uzunluğu 365.25'dir. Bu ise Dünya'nın Güneş Yılındaki gün sayısına eşittir ve Mısır Takvimi'ne göre bir öngörü niteliği barındırır..."

Bir kehanet mi?

Yani bugünkü gibi mi?

Bu, bir sürprizdi işte.

Piramitleri boş verdim ve bu sayede yeniden dikkatimi çekmeyi başaran Kloi'ye baktım. Kalçalarını oval şeklindeki devasa, maun masanın kenarına dayamış, gözlerini sınıftaki öğrencilerin yüzlerinde gezdiriyordu. Kısa bir süre sonra bakışları bana değdi ve benden Tony'e geçtiğinde, avuçlarını kucağında kenetleyip herkese gülümsedi.

"Piramitlerle ilgili ilginç olan tek şey tabii ki matematiksel mükemmellikleri değil. Birçok yönden, bu yapılar hâlâ gizemlerini koruyorlar. Arap tarihçilerden biri olan Masudi, Gize'deki piramitlerin altında henüz giriş kapıları keşfedilmemiş olan tünellerden ve yeraltı galerilerinden bahseder. Aynı zamanda da bu galerilerin 'mekanik heykeller' tarafından korunduğundan bahseder. Masudi'ye göre, bu heykelcikler kendilerine yaklaşanların niyetlerini fark edebilirler ve sadece içeriye kabul edilmeye layık olanları içeriye alırlar. Bu elbette işin efsanevi ve abartılı yönü. Bu galerilerin kapılarının tam olarak nerede olduğunu tespit edebilmek şöyle dursun, bir rehber olmadan piramitleri keşfetmek olanaksız ve pek çok açıdan da güvenli değildir. Peki bu devasa yapılar gerçekten de kırbaçlanmış, zorla çalıştırılmış binlerce köle tarafından mı yapıldı? Sadece kas gücü kullanarak tonlarca ağırlıktaki taşları mükemmel bir matematiksel ölçüde üst üste inşa etmek ne kadar mümkündür? Buna eninde sonunda ulaşacağız ama öncesinde sizlerle birlikte..."

🔸🔸🔸

Emma'nın kayıt cihazını cebime, zümrüt kolyenin yanına koyarken bir güneşliğin altında duruyor ve Kloi ile konuşmak için yanımdan ayrılan Tony'nin binadan çıkmasını bekliyordum. Hava hâlâ cehennem kadar sıcaktı ama neyse ki güneş öğleden sonraki kızgınlığını yitirmişti. Caddede evlerine ya da otellerine dönen bir sürü insan geçiyor, taksilerin kornaları susmuyordu. Çok gürültülü ve bunaltıcı bir ortamdı. Rengarenk tişört ile mavi kot pantolon giymiş bir kadın önünden geçerken Örümcek Adam tişörtlü çocuğu bana dil çıkardı. Derin bir nefes alıp parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. Başımı kaldırarak tek bir bulutun bile olmadığı güzel, masmavi gökyüzüne baktım. Bu beni gülümsetti ve gerçekten gülümsetti.  Muhtemelen bütün gün boyunca sahip olduğum en güzel gülümsemeydi. Biraz olsun gevşemiş bir halde başımı tekrar kalabalık caddeye çevirdim. Tony'yi gördüğümde arızalı olduğu için aşırı yavaş işleyen sensörlü kapının açılmasını bekliyordu. Ona baktığımı fark edip bana el salladı.

"Plan nedir?" Saatlerce oturmaktan kaskatı kesilmiş omuzlarımı esnetip gerdim. Rahatlama öyle ani bir şekilde geldi ki, inlememek için dudaklarımı birbirine bastırmam gerekmişti. "Emma'nın katılması gereken başka bir etkinlik daha var mı?"

Lütfen hayır de.

Başını salladı. "Hayır, yok."

"Harika!" dedim. Gitmek için sıra sıra taksilerin dizildiği tarafa doğru bir adım atmadan önce Tony'ye el salladım. "Öyleyse ben kaçıyorum. Sana iyi eğlenceler."

"Eva!"

Derin bir nefes aldım ve ondan kaçamayacağımı fark ederek ismimle birlikte olduğum yerde durdum. Omzumun üzerinden Tony'e baktım. Öyle ne diyeceğini bilmez bir hali vardı ki, ister istemez, ne diyeceğini duymak için istek duyarak kaşlarımı kaldırdım. "Bir şey mi isteyecektin?"

"Hayır. Evet. Yani... Evet, bir şey isteyeceğim." Kan yüzüne hücum etti ve bunu görünce huzursuzca yerimde kıpırdandım. "Luxor müzesi için iki biletim var." diyerek ağzındaki baklayı çıkardı nihayetinde.

"Ne güzel!" dedim sevinçle.

Ayrılmak için bir hamle daha yaptım.

Maalesef ki, istediğimi elde etmem mümkün olmadı.

Ben yola adım atmadan önce Tony etrafımdan dolanıp önümü kesti ve bunu yaparken gerçekten hızlı bir şekilde yaptı. Bu beni ürkütmüştü. Geri sıçradım. Tüm kaslarım gerildi. Kahretsin! Üzerime atlayacak falan sanmıştım! Şanslıydı. Geri sıçrama refleksim yerine tekme atma refleksim harekete geçseydi, gelecekteki yavrularına veda edebilirdi.

Dehşetle, "Tony!" dedim. "Bir daha bunu yapma. Az kalsın sana vuracaktım!"

Yüzünü buruşturdu ve hemen hemen utangaç bir şekilde ensesini kaşıdı. "Gelmek ister misin diye merak ediyordum." Bunu dedi ve ben kelimenin tam anlamıyla dondum kaldım. Sonra bilinçaltım çığlığı bastı. Hayır, hayır, hayır! Tanrı bana acısın, bana çıkma teklifi mi ediyordu? Hem de... 

"Müzeye mi?" diyerek düşüncelerimi sese döktüm.

"Müzeye." diye onayladı.

"Bilemiyorum, Tony." Onun dikkatli bakışlarının altında yüzümü buruşturma isteğiyle savaşmak zorunda kalmıştım. "Tarihi eserler pek bana göre değil."

"Haydi ama, eğlenceli olacak."

Eh, bundan cidden şüphe ediyordum.

Ve yine şüpheyle sordum. "Neden bana soruyorsun?"

Bana çıkma teklifi ediyorsa, bir bahane bulmam gerekecekti.

"Emma​ bir keresinde burada birkaç arkadaş edinmen gerektiğini söylemişti. Bu bir fırsat bence."

Bu gerçek bir rahatlamaydı. Arkadaş, ha? Demek beni arkadaşı olarak davet ediyordu. Aklıma ilk gelen şey teklifi geri çevirmekti ama Tony​ gerçekten iyi, anlayışlı ve nazik biriydi. En azından buna razı gelebilirdim, değil mi? Sanki o kadar da önemli bir şey değilmiş gibi omuzlarımı silktim. "Bana kalırsa biletini tarih severlerden birine vermeni tercih ederim ama madem ısrar ediyorsun, geleceğim, ama bir şartım var."

"Nedir?"

Tony'nin korkulu bakışlarının himayesi altında biraz ileriyi, taksilerin olduğu tarafı işaret ettim. "Taksiyle gideceğiz." dedim itiraz istemeyecek kadar net bir biçimde. "Otobüsler bu saatlerde kıyamet kadar kalabalık oluyorlar."

Galiba Tony​ benden bu kadar basit ve uygulanabilir bir şart beklemiyordu çünkü gözle görülür bir şekilde rahatlayarak bana genişçe gülümsedi.

"Arabam var." dedi.

"Araban mı var? Ne ara bir araba aldın?"

"Benim değil," diyerek düzeltti hemen. "Bir galericiden birkaç günlüğüne kiraladım ama evet, sonuçta kullanabiliriz."

"Çok daha iyi. Ben kullanabilir miyim?"

Cevabı hızlı ve özdü;

"Hayır!"

Tepkisi biraz gereksizdi çünkü yemin ederim, korktuğu kadar bir şey yoktu ve bunda ciddiydim. Şoförlük becerilerim beş yıldızı alırdı. Şimdiye dek hiç kaza yapmamıştım, ceza bile almamıştım ama Tony kiraladığı bir araba üzerinden bana pek de güvenmiyor olsa gerekti.

Israr edebilir ve onu arabayı bana vermeye ikna edebilirdim ama bununla uğraşmak istemedim. Omuzlarımı silkerek pes ettiğimi gösterdim. "Haydi, gel. Buradan." Kiralık arabasına doğru yürürken Tony'yi peşinden takip ettim. Parlak, gıcır gıcır bir Mercedes GLC'nin önünde durdu. Ön yolcu koltuğuna otururken kendi kendime en son ne zaman bir müzeyi ziyaret ettiğimi düşünüyordum. Asırlar olmuştur herhalde. Hayır. Müzeler bana yanlış bir şey yapmamıştı ama daha çok enerjimi harcayabileceğim etkinlikleri tercih ederdim, bir karnaval ya da eğlenceli bir etkinlik alayı gibi.

Ana yol yerine fazla kullanılmayan ara sokaklardan geçtiğimiz için yolculuğun düşündüğümden daha kısa geçeceğini düşünmüştüm ama hayır, şehirden ayrılmıştık ve yol neredeyse dört saatten fazla sürmüştü.

Oraya vardığımızda güneş günün son ışıklarını gönderiyordu.

Müze Luxor kentinin doğu yakasında, merkeze ve çarşıya yakın bir yerdeydi. Ön yüzünde koyu krem, uzun şeritleri olan bir binaydı. Tahmin ettiğim kadar büyük ya da gösterişli değildi. Tony, öncekinden çok daha kalabalık olan bir caddenin kenarında durdu. Kalabalık caddeye bir adım attığım anda öyle bunaldım ki, hemen Kahire'deki caddeye geri dönmek istediğimi hissettim. Tony eğlenceli olacak demişti ama bu yüksek beklentilerimi pek karşılamıyordu doğrusu. Biri omzuma çarptı ve özür dilemeyi bir kenara bırakın, iyi olup olmadığımı bile kontrol etmeden yürümeye devam edince bu kabalığı karşısında kaşlarımı çattım. İnsanlardan nefret ediyordum.

"Neye bakıyorsun, Eva?"

"Hiçbir şeye. Yolu göster." diyerek bakışlarımı bana çarpıp giden kadından uzaklaştırıp, o sırada arabadan inen Tony'ye çevirdim. Ellerini ceplerine sokarak çenesinin ucuyla şu ihtişamdan yoksun binayı işaret etti. Ufukta kaybolmaya başlayan güneş kirpiklerinin gölgesini yanağına düşürüyor ve altın rengi saçları garip, yanardöner bir renge bürünüyordu. Güneşin sıcaklığını bende yüzümün tam ortasında hissedebiliyordum.

"Bu taraftan."

Yavaşça, gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Tony'nin yanıma yetişmesi ve benimle birlikte yürümeye başlaması fazla uzun sürmedi. "Luxor'un bu kadar uzakta olduğunu neden bana söylemedin?" diye sordum ona, biraz kızgın bir şekilde.

Şaşırdı. "Sorun olacağını düşünmemiştim."

Evet. Bu bir sorundu. Hasta halde yatağında yatan kardeşimi düşündüm. Geri döndüğümüzde muhtemelen saat gece yarısını çoktan geçmiş olacaktı. O saatte bende yatağımda kıvrılmış olmayı yeğlerdim.

"Tony,​ elbette sorun. Beş yüz kilometreden fazla yol kat ettik. Ayrıca buraya neden bu kadar gelmek istediğini hâlâ anlamadım."

"Luxor'a mı? Sadece merak. Bilirsin, Luxor Yunanlıların Teb dediği yer ve..."

Gözlerimi devirmemek için alt dudağımı ısırmak zorunda kaldım. "Ah, lütfen başlama! Luxor hakkında bildiğim tek şey Tutankhamun'nun kedisi olduğu."

"O bir çizgi film Eva."

"En sevdiğim çizgi filme laf yok."

Bana pis pis sırıttığını görür görmez, canımı sıkacak bir şey söyleyeceğini biliyordum ve olan da tam olarak buydu. "Hâlâ çizgi film mi izliyorsun?" diye sordu. Şakacı bir tavır takınarak omzuna bir yumruk attım fakat yine de susmadı. "Bunun için sence de yaşın biraz geç değil mi?"

"Galiba o mumya çocuktan hoşlanıyorum."

"Daha sonra onun mezarına gitmek ister misin?" diye sordu, tereddütle.

"Değişir." dedim.

Tony, pantolonun cebindeki anahtarla oynamaya başlamıştı. Neden böyle dediğimi anlamamış gibiydi.

"Neye göre değişir?" diye sordu dayanamayıp.

"Asırlık bir mezar dışarıdan daha serin midir?"

Tony'nin iki kaşının arasında dik bir çizgi belirdi. Fazla belirgin değildi ama kafasının karıştığını anlamıştım. Bunu düşünmek için bir an duraksaması gerekti. "Şey. Evet. Muhtemelen öyledir." Sesi gırtlaktan geliyordu ve tonunda hafif bir şaşkınlık vardı. Böyle düşünmek yerine, 'Elbette Tony! Ensest ilişkiden doğan ölü bir çocuğu göreceğim için çok mutlu olurum!' diyeceğimi sanıyordu herhalde.

Hafif bir gülümsemeyle başımı sallayarak onayladım onu. "O halde gidebiliriz."

"Ah Eva, neden her zaman olabilecek en garip şeyi düşünüyorsun?" diye sordu, merakla. Şimdi gözlerini gideceğimiz müzeye doğru dikmişti. Sorduğu şey beni afallatmıştı. Öyle yaptığımın farkında bile değildim. Bahçedeki kıvrımlı, küçük patikaya geçerken "Beynin diğerlerinden farklı çalışıyor olmalı." diye bir yorum yaptı.

Olduğum yerde kaldım.

Tony durdu ve bana baktı, neden durduğumu anlamamıştı. Kendimi tutamadım. Gözlerimde bir kıvılcım çaktı ve bakışlarımı kocaman açarak ona aval aval baktım. "Sen​​ bana deli mi diyorsun?"

"Ne? Hayır!" diye haykırdı. Ben​ ona bakmaya devam edince yüzünü buruşturdu ve sanki benden özür dilemek istiyormuş gibi ellerini havada salladı. "Tanrım, hayır! Hayır! Yanlış anladın."

"Hey," Yarım bir gülümsemeyle ve biraz da suçlu bir tavırla omzuna dokundum. "Sakin ol. Sadece dalga geçiyordum."

Birkaç saniye sonra Tony​ sözlerim aldı. Gıcık olmuştu ama yakınmadı çünkü ona şaka yapmam, deli olduğumu düşündüğünü sanmamdan daha iyiydi. Kafasını eğdi ve yürümeye devam etti. 

Müze henüz kapanmamıştı. Neyse ki içerisi dışarıdan daha serindi. Heykelleri ve garip, ne işe yaradığını anlamadığım ev aletlerinin olduğu sergileri gezerken, bir süre sonra Ramses'e ait olan küçük bir heykelin yanında durduk. Ramses'in kocaman gözleri, basık ve yuvarlak bir yüzü ve uzun, ince bir sakalı vardı. Tony​ o gün oldukça konuşkandı. Bana Ramses hakkında bildiği her şeyi anlatırken elimden geldiği kadar onu dinlemeye çalışıyordum. Hangi zekayla sekiz tane eş ve yüze yakın cariye istedi bu adam, diye düşünmeden yapamadım. Bir firavunsan ve hanedan soyunun kutsal sayıldığı bir kentte yaşıyorsan, bu pek de zekice bir davranış değildir. Üçten fazla eşi düşündüğünde kafasında büyük, kırmızı harflerle şu sinyalin çakması lazımdı: 'Çok fazla varis, çok fazla tehlike!' Ya da bunun gibi bir şey işte. Ama Ramses'in hayatta kalma içgüdüleri kör bir devekuşununki kadar geliştiği için yüze yakın çocuk yapmış.

Bunu ona söylediğimde Tony​ bana​ gözlerini devirdi.

"Bak, sana demiştim, beynin başkalarından farklı işliyor."

"Eh," dedim imalı bir şekilde. Hafifçe eğilip kalın, cam bir fanusun ardında korunan firavun İkinci Ramses'in heykeline dikkatle baktım. "Birileri bunun aptalca olduğunu kabul etmeliydi."

Ses yok.

Ağzımda garip bir tat vardı.

Müze gezimizin büyük bir kısmı Tony'nin bana bir şeyler anlatması, benim araya girip yorum yapmam, onun ya gülmesi ya da gözlerini devirmesiyle geçmişti.

Bir süre sonra Tony, "Peki neden deve kuşları?" diye sordu.

"Anlamadım?" dedim.

"Neden deve kuşu dedin?" Başını yana eğerken bana gözlerindeki merakla bakıyordu. Heyecanlanmışa benziyordu. "Neden panda ya da ne bileyim, tembel hayvan falan değil?"

"Şey." dedim bende. "Bir keresinde deve kuşları hakkında bir belgesel izlemiştim." Belgeseli hatırlayınca dudağım yukarıya kıvrılıp gülümseme biçimini aldı. "Bazen çok şapşal oluyorlar."

"Gerçekten Ramses'in aptalın önde gideni mi olduğunu düşünüyorsun?"

Bu sefer gözlerini deviren bendim. Tony cevabını alarak Ramses'in heykeline gözlerini dikti.

"Onun hakkında ne düşündüğünü bilmek istemem, değil mi?"

"Hem de hiç istemezsin."

Ardından müze gezimize kaldığımız yerden devam ettik. En çok ilgimi çeken de heykeller ve el yazısı yazmalardı. Mısırlıların sanattan ve görsel zevkten anladıkları aşikârdı. Sonra Tony bir bez parçasına çizilmiş resimlerin önünde firavun Akhenaten'den ve kızından bahsetmeye başladı. Aslında bunun oldukça depresif bir hikâye olduğunu düşündüm. Anladığım kadarıyla Mısırlılar öteki tarafa geçmek için uzuvların tam olması gerektiğini düşünüyormuş. Kızıyla tartışan firavun ise kızı öteki tarafa geçemesin diye kızının ellerini kestirmiş. Bunu duyduğumda öz babamdan nefret etmeme rağmen bir damla minnet hissettim. Herifin babalıktan bir halt anladığı yoktu ama hiç değilse ellerimi kesmeye çalışmıyordu. Bileğimi ovarken bunun benim başıma geldiğini hayal ettiğimde bile midem isyanlar çıkararak ayağa kalktı. Kesinlikle doğru çağda doğmuştum ben. Kolayca birilerine acımazdım ama gerçekten, kendi öz kızının ellerini kestirmek mi? Hem de​ sonsuz uykuya yattığı zaman huzur bulamasın diye? Iyy. Bu heriflerin derdi neydi?

Tony ifademden ne kadar iğrendiğimi anlamış olacak ki, elleri kesilmiş o zavallı prenses hakkında konuşmayı bıraktı. Neredeyse bunu yaptığı için ona teşekkür edecektim.

O sırada müzenin anons sistemi devreye girdi ve müzenin on dakika sonra kapanacağını açıkladı.

"Zaman çabuk geçti," dedim ve kendimi yine garip hissederek omuzlarını silktim. "İlginç ama gerçekten eğlendim."

"Evet, bende." Sesi samimi ve yumuşak, gözleri ışıl ışıldı. Bu konuda ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. O yüzden kaşlarımı çattım. Ben​ bunu yapınca Tony​ boğazını temizledi ve kol saatine baktı. "Muhtemelen gitmeliyiz. Yolumuz uzun."

"Evet. Bu arada, baştan söyleyeyim, bu sefer ben kullanacağım." Lafım biter bitmez hızla ağzını açtı. Aynı hızla elimi kaldırıp dudaklarına bastırdım. Tony'nin sesi avucumun altından boğuk, anlamsız bir homurdanma olarak çıktı. Heceleyerek söyledim: "Boş, yere, itiraz, etme."

Dudaklarını elimden hışımla çekti, benden hızla uzaklaştı.

"Niye buna bu kadar taktın anlamıyorum."

"Çünkü kullanmak istiyorum. Arabam Amerika'da kaldığı için aylardır direksiyon tutmadım. Ayrıca benden bu kadar tereddüt etmen de sinir bozucu oldu."

Tony​'nin gözlerinde görmekte hiç de zorlanmadığım bir güvensizlik vardı. Ne yapacağımı hayal ettiğini merak ettim. Sonra vazgeçtim. Muhtemelen World Rally Championship'de yarışıyormuşuz gibi kullanacağımı düşünüyor olmalıydı. "Tamam ama kaza yaparsan sorumluluk alan ben olmam." diye belirttiğinde tepem attı.

"Tanrı aşkına Tony! Senin derdin ne? Niye bir kez olsun bana güvenmeyi denemiyorsun? Ben​ hayatımda kaza yapmadım. Hız cezası bile alamadım." dedim onu arabayı bana vermeye ikna etmeye çalışarak. "Öyle de muhteşem bir sürücüyümdür."

"Evet. Bir de mütevazisin, bunu unuttun."

Ama bunu duyduğu için rahatlamış görünüyordu.

Müzeden ayrıldığımızda Tony arabasını almak için yanımdan ayrıldı. Akşam çoktan şehre inmişti. Caddenin ıssız, karanlık bir tarafında şehrin ışıklarını seyrederek Tony'yi bekledim. Aradan dakikalar geçti. Bir arabayı otoparktan almanın ne kadar süreceğini bilmiyordum ama bu kadar sürmeyeceği kesindi. Keşke telefonumu yanımda getirseydim. Birilerinden rica etsem mi acaba diye düşünürken, bir el arkadan omzuma dokundu. "Nihayet!" Tony​ olduğunu sanmıştım ama onun yerine kırklı yaşlarında, polis kıyafeti giymiş olan iki adamla karşılaştım. Adamların biri oldukça uzun boylu bir esmerdi ve diğeri de benim iki katım büyüklüğünde, kaslı bir devdi. 

Tüm uzuvlarım kaçmamı söylüyordu ama şimdi bu fazla aptalca olurdu. Kaküllerimin altındaki, parlak, yeşil gözlerimi masum ve savunmasız tutmaya çalıştım. "Evet, memur bey?"

"Hanımefendi," Benimle konuşan adam zayıf olandı, iri yarı olansa gerekirse yardıma hazır bir vaziyette arkada bekliyordu. "Ben Alber, bu da Omar. Bize karakola kadar eşlik etmeniz gerekiyor. Hakkınızda hırsızlık ihbarı yapıldı."

"Emin misiniz?"

"Evet. Lütfen sorun çıkarmadan bizimle gelin."

"Bir hata olmalı." dedim. En yumuşak sesimle konuşarak onu kandırmaya çalışıyordum. İki adamı baştan aşağı süzdüm, bu işte bir terslik vardı. Yine de tatlı bir ifadeyle gülümsemek için mümkün olduğu kadar kendimi zorladım. "Ben sadece bu büyüleyici ülkenin keyfini çıkaran bir turistim."

"Eğer direnirsen güç kullanmak zorunda kalacağız." Ceketini kaldırdı ve bana kelepçesini gösterdi. Kelepçelenme fikri kesinlikle rahatsız ediciydi ama tehdit edilme fikri ondan daha da rahatsız ediciydi. Alber uzanıp koluma dokununca irkildim ve tiksinerek, "Bırak beni!" diye uyardım onu. Beni dinlemedi. Onun yerine bedenimi öyle sert bir şekilde kendine çekti ki, adamın göğsüne çarptım. Burnuma dolan kokuyla birlikte yüzümü buruşturmamak için kendimi tuttum. Şu anda en önemli derdim adamın kokusu değildi. Ona tekme atmaya çalıştığımda parmaklarını kollarıma dolayarak beni zapt etmeye çalıştı. Bedenimi sarstığında dudaklarımdan şaşkınlık dolu bir nida koptu. Ne kabalık! Aklıma gelen tek şeyi yaptım bende. Elimi Alber'in kemerinde kaydırdım ve o fark etmeden önce menteşeli polis kelepçesini çekip aldım. Avucumda, kilit kısmının tam olarak nerede olduğunu anlamaya çalışarak kelepçeyi çevirdim. Adam hâlâ beni sarsıyordu. Bakışlarım uzun, ince bir gövdeye sahip olan sokak direğine kaydı. Adamın kafasını alıp direğe çarpmak istedim. Bence bunu kesinlikle hak ediyordu. "Seni pislik!" diyerek daha da kışkırttım onu. Sonuna kadar direneceğimi fark edince Alber dediğini yaptı ve elini hızla kemerine attı. Parmaklarını kaydırdı, kelepçeyi aradı. Nafile bir çabaydı. Yüzüme bakarken kelepçenin yokluğunu fark ederek kaşlarını çattı.

"Sen..."

"Ah," diye mırıldandım geri çekilirken.  Saçımı yanağımdan çekerek kulağımın ardına sıkıştırdım. "Bir şey mi oldu?"

Ondan sonra Alber müthiş bir öfkeyle üzerime atıldı. Eli yanağımın birkaç milim ötesini sıyırdı. Sokak direğine kelepçelenmiş olan bileği yüzünden bana ulaşamadı, aksi halde şimdi ikimiz de yerde yuvarlanıyor oluyorduk. Ama canı feci yanmış olmalıydı. Acı acı haykırıp kelepçeli elini çılgınca zorlayarak kurtulmaya çalıştı. Bence aşırı salaktı çünkü akıllı bir insan, anahtarı olmadığı ya da baş parmağını yerinden çıkarmadığı sürece bir kelepçeden kaba kuvvetle kurtulamayacağını bilir.

"Dostum," diye araya giren Omar, kollarını geniş göğsünün üzerinde çaprazlamıştı. Başını iki yana sallarken gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. "İnanamıyorum."

"Gevezelik etmeyi kesecek misin?"

"Nasıl keseyim? Az önce bir kız tarafından haklandın. Hem de iki saniyede. Etkilendim doğrusu."

Şimdi Alber'in yanakları biraz kızarmıştı. Utancını bastırmak için bağırdı. "Topuklamadan önce yakala şunu!"

Şu derken bana atıfta bulunuyordu. Bunu biliyordum zaten. Kaçmak için bir adım attım ama bunu denediğim anda Omar'ın olduğu taraftan öfkeli bir haykırış yükseldi. Adamın elini ceketinin içine, beline attığını fark ettim. Ne buna olacağına dair çok iyi bir tahminim olduğu için tüylerim diken diken oldu. Ne olursa olsun, buna cesaret edemeyeceklerini düşünüyordum ama hayır! Omar el tabancasını çıkardı ve kaldırıp yüzümün tam ortasına nişan aldı. Ona şaşkın gözlerle baktım. Bir silah? Gerçekten mi? Tam burada, bir sokağın ortasında mı? Etrafta tek tük insanlar olmasına rağmen kimsenin caddenin bu karanlık tarafına baktığını zannetmiyordum. Nabzım kulaklarımda atıyor, göğsüm hızla inip kalkıyordu. Damarlarımda dolaşan adrenalini zapt etmek için ellerimi iki yanımda sıkı birer yumruk yaptım. "Benim silahım yok. Bana silah doğrultman yasal mı?" diye sordum, soğukkanlılığımı korumaya çalışarak.

"Bizimle geliyorsun, seni küçük kaltak."

Kaşlarımı çattım. "Ya da ne? Ateş etmeyi mi planlıyorsun?"

"İçimden bir ses koşmaya başlarsan eğer seni yakalayamayacağımı söylüyor." derken başını yana eğdi. Benim içimdeki ses de aynısını söylüyordu. Kaşlarımı daha da çattım. "Bunun dışında, gerçekten arkadaşını bizimle bırakıp gidecek misin?"

Önce neden bahsettiğini anlamadım ama sonra yüzüm tiksintiyle buruştu.

Tony! Tony'den bahsediyordu!

İşte bu, çocuğun neden geç kaldığını açıklıyor.

Ve bir adım daha geri çekildim. Omar buna hazırlıksız yakalanarak kaşlarını çattı. "Ciddi misin?" diye sordu, hayretle. Ah, evet. Tüm​ bencil içgüdülerim bana kaç git diyordu. Neden böyle bir şey yapacaktım ki? Evet, müzeyi gezmiştik, harika vakit geçirmiştik ama Tony benim için hiçbir şey değildi. Üstelik ben hiçbir zaman bir süper kahraman olduğumu idea etmedim. Kaçmam gerekiyordu. Bu adamlarda bir terslik vardı, baştan beri biliyordum... Ama Tony'i burada kaderine bırakırsam, Emma benden nefret ederdi. Sadece bununla kalsa iyiydi, bende kendimden nefret ederdim. Arada sırada kendini gösteren ahlaki yargılarım şimdi paçayı kurtarmama engel oluyordu. O yüzden, bunun korkunç bir aptallık olduğunu bile bile ellerimi havaya kaldırdım. Omar teslimiyetim karşısında yavaşça gülümsedi. Silahını kemerindeki tabanca kılıfına geri koyarken bana doğru çenesini salladı. Sonra kelepçelerin anahtarını çıkarıp Alber'e fırlattı. Alber emri hemen aldı. Anahtarları havada yakaladı. Hemen kelepçeyi çözüp bana yaklaştı ve az önce ona taktığım kelepçeyi ellerime geçirmeye çalıştı. Oh, hayır! Hayır, bu asla, asla olmayacaktı! Bu adamların karşısında kendimi savunmasız bırakmayacaktım. Bileğimi kavradığı anda kolumu çekip kendimi Alber'den kurtardım. Yeniden uzandı ama ondan daha hızlı bir şekilde geri çekilerek ters bir bakış attım. "O kelepçeyi bana takamazsın."

Alber yüzüme derin bir nefretle baktı. "Hiç şansın yok, kızım."

Tehdit ederek, "Dene beni." dedim. "Avazım çıktığı kadar bağırırım."

Omar "Bırak, kalsın." diyerek araya girdi. Kolumdan tuttu ve beni karanlık bir ara sokaktan geçirerek polis arabasına doğru götürmeye başladı. Hızına ayak uydurmaya çalışırken bir yandan da ona tekme atıp atmamam gerektiğini düşünüyordum. Adam tamamen kas yığınından oluşuyordu ama eminim ki sıkı bir tekme onu birkaç dakikalığına hareketsiz kılardı. Fakat sonra Tony'yi hatırladım. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bu düşünceyi aklıma kazımaya çalışırken Omar polis arabasının kapısını açtı ve beni arka koltuğa itti. Gerçekten itti ve bu adam tamamen kastan oluşuyordu! Sendeledim. Omzumu başka birinin omzuna sertçe çarptım. Tony'ydi bu. Polis memurunun bu kabalığı karşısında şaşkınlıkla soludu. "Dikkat et!" dedi, bu endişe edeceğimiz son şey olmasına rağmen. Omar, Tony'i görmezden gelerek kapıyı üzerimize kapattı. Arabanın etrafından dolanarak sürücü koltuğuna geçti. Hemen yola çıkmadı. Yandaşını gelmesini bekledi. Albert, sürücü koltuğunun yanındaki yolcu koltuğuna otururken telefonuyla birilerine mesaj yazıyordu. "Tamamdır," dedi. Bu 'tamamdır'ın ne anlama geldiğini düşünürken hafifçe sızlayan omzumu ovdum. Omar arabayı çalıştırıp trafiğe daldığında hem öfkeden hem de şaşkınlıktan başım ağrıyordu.

"Lanet olsun!" diye soludum. Tony'nin gözleriyle karşılaşmak için başımı kaldırdım. "Merhaba Tony. Seni tekrar görmek çok güzel."

Onaylamayan bir tavırla, "Ukalalık etmeyi keser misin?" diye çıkıştı. Kollarımdan tutup koltukta doğrulmama yardım ederken bana surat astı ve biraz geri çekilip beni süzerek iyi olup olmadığımı kontrol etti. "Ne yaptın sen? Neden polis peşinde?"

Yüzümü sertçe buruşturdum, ona küfür etmemek için elimden gelen tek şey buydu.

"Tamam. Tony, başımız ciddi bir şekilde belada."

"Evet! Senin yüzünden karakola düştüğüme inanamıyorum!"

Bir anlığına her şeyi unutarak ona şaşkın şaşkın baktım. Aynı şaşkınlıkla bana bakan Tony'e, "Öyleyse rahatlayabilirsin çünkü karakola gitmiyoruz." dedim.

"Ne?" diye fısıldadı, ağır ağır.

"Duydun beni." O tanıdık suratında beliren endişeyi görünce dilimi ısırdım. Belki de alıştıra alıştıra söylemeliydim. Dikiz aynasından Omar'a çatık kaşlarla baktım. Omar kaşlarını kaldırdı. Yüzüne yayılan garip, rahatsız edici gülümseme beni tedirgin etmişti ama bunu belli etmemek için elimden geleni yaptım. Yine de Tony'e söylemem gerekiyordu. "Bu adamlar polis değiller. O üniformaları büyük ihtimalle bir kostüm mağazasından bulmuşlardır."

"Ne demek istiyorsun?" Tony, belli ki hiçbir şey anlamayarak sordu. Sesi beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. "Eva, neler oluyor?"

"Fark etmiş." Omar'ın göğsü sıkıntıyla kabardı.

"Evet, fark ettim." diye hemfikir oldu Albert ve tüm sinirlerimi uyaran bir sırıtmayla "Biz polisiz." diye yalan söyledi.

"Öyle mi? O halde polis kimliğinizi görmek isterim. Haydi."

"Ne zaman anladın? Nazik, yerel polis yüzünün ortasına silah doğrulttuğunda mı?" diye sorarak benimle alay etti. Dudaklarından bu durumdan ne kadar keyif aldığını gösteren bir ses çıktı ve elini ceketinin iç cebine atıp yokladı. Oradan bir sigara paketi çıkarıp bir tane yaktı. Cömert bir yandaş olduğu için Omar'a paketi uzattı ama Omar kafasını iki yana sallayarak bu teklifi geri çevirdi.

"Biliyorsun Alber, gerçekten bir polis olsaydın berbat bir polis olurdun." Bunu deyince Alber hiddetli bir ifadeyle kafasını kaldırdı. Aynada göz göze geldiğimizde aynı hiddetin gözlerinde parladığını görebiliyordum. Konuşmaya devam etmeden önce alnım kırıştı. "Polisler görev başındayken içmezler. Yasak. Sense leş gibi içki ve sigara kokuyorsun. Gerçi şikayetçi değilim. Ayık olsaydın seni o direğe kelepçelemem o kadar kolay olmazdı."

Ses yok.

Tony, dehşetle soluğunu tuttu. "Eva!"

Sonraki tepkiyse Omar'dan geldi, adamın şaşkınlıkla karışık bir keyifle kahkaha attığını işittim. "Seni çok fazla alkol tüketmemen konusunda uyarmıştım, dostum. Sözlerime kulak asmalıydın."

Bunun üzerine Alber'in boz rengi gözlerinde hoşnutsuzluk belirip kayboldu. Alkolün de etkisiyle rahat bir sesle konuştu. "Demek seni tuttuğumda anladın."

Hayır, diye düşündüm; O zaman değildi.

Otomatik olarak, yavan bir şekilde, bunu söyledim.

"Hayır. O zaman değildi."

Bu dediğim, Alber'i şaşırttı. "Ne?"

Omar bile merakına yenik düşerek kulak kesilmişti.

"Ah, lütfen." derken gözlerimi yuvarlamış, sesimdeki küçümsemeye engel olmamıştım. "Bana saygısızlık etmeyin. Başından beri farkındaydım zaten." Düşünceli gözlerle camdan dışarı baktım. Karanlık yüzünden pek bir şey göremiyordum ama şehrin ışıkları giderek soluyordu, o yüzden şehirden ayrıldığımıza ve otobana doğru yol aldığımıza emindim. "Ne de olsa Kahire teşkilatının Luxor polisine haber vermesine neden olacak kadar önemli bir şey çalmadım."

Sadece bir kolye. Bu düşünceyle havaya bakarak gözlerimi devirdim ve sıkıntıyla inledim. Yüzünden şaşkınlık ve büyük ihtimalle bilinmezlik korkusu geçerken Tony​ gözlerini kıstı. Hırsız olduğum ya da başını belaya soktuğum için mi böyle yaptığını kestiremedim. Muhtemelen her ikisiydi de. Huzursuz bir şekilde yerinde kıpırdandıktan sonra koltukta bana döndü.

"Bu adamların kim olduğunu biliyor musun?"

"Hayır." Duygularımı elimden geldiği kadar gizlemeye çalışarak fısıldadım. Kaçmak için bir strateji geliştirmem gerektiğini biliyordum ama şu an bunu yapamayacak kadar kafam karışmıştı. Tony parmak boğumları beyazlayana kadar ellerini sıkarak küfretti, ki onu daha önce hiç küfür ederken görmemiştim. Gerçekten öfkelenmiş görünüyordu. O yüzden "Sakın aptalca bir şey yapıp onlara saldırmaya kalkışma." diye uyardım onu. "Birinin silahı var, diğerinin de vardır ve eminim üzerinde kullanmaktan çekinmezler."

"Anlıyorum." Tony'nin sesi daha sakin bir hâle geldi. O esnada Omar'ın dikiz aynasına baktığını ve bizi kontrol ettiğini fark ettim. Kaşlarını çatmıştı. Neyse ki duyamayacağı kadar alçak sesle konuşuyorduk. "Ama Eva, bizi zaten öldürmeye de götürüyor olabilirler."

"Biliyorum. Şimdilik ayak uydur. Onlara saldırırsan ya araba kontrolden çıkar ya da silahlarını kullanırlar. Yüz elli milin üzerinde gittiğimizi düşünürsek, her iki şekilde de ölürüz."

Bunu söylerken kucağımda birleştirdiğim parmaklarıma bakıyordum. Çenem de ellerim gibi kaskatıydı. Tony'e göstermemeye çalışıyordum ama bende en az onun kadar allak bullaktım: Allak bullak ve endişeli. Luxor müzesini onunla birlikte gezerken bu gecenin iki sahte polis ile sonlanacağını hiç düşünmemiştim. Bu o kadar trajikomikti ki. Gözümün ucuyla Omar ile Alber'e bir bakış daha attım. İsimlerinden adamların yerel halktan olduklarını anlayabiliyordum. Alber neredeyse bitmek üzere olan sigarasından son bir nefes alarak izmaritini açık camdan dışarı fırlattı, rüzgar ve kül kokusu burnuma çarptığında dudaklarım tiksintiyle gerildi. Öte yandan, Omar tamamen akıp giden otobana odaklanmıştı. 

Tony olmasaydı bu ikisinden kurtulmanın bir yolunu mutlaka bulurdum. Bunu yapardım çünkü fazla zeki görünmüyorlardı, özellikle de​ şu Alber. Neyin nesi olduklarına dair en ufak bir fikrimin olmadığı bu iki sahte polis, Luxor'a, o sokağa beni bulmak için gelmişlerdi. Amaçlarının beni öldürmek ya da bana zarar vermek olmadığını anlamıştım. En azından şimdilik. Bu da​ hiç yoktan iyiydi. Kaçmaya çalışsam büyük ihtimalle ateş etmezlerdi ve içinde bulunduğumuz şu durumda söylemeliyim ki, bu denemek istediğim bir ihtimaldi. Umutsuzluktan omuzlarım çöktü. Keşke Tony için de aynı şeyi söyleyebilseydim! Bana ayak bağı oluyordu ve şansıma küseyim, bu adamlar bunun gayet farkındaydı. Tony'i sırf beni kontrol altında tutabilmek için yanlarında getirdiklerine kalıbımı basabilirdim. Tanrı biliyordu ya, hiç hoşuma gitmemişti bu.

Gerçekten de​ bu adamlar kimdi? Neden beni arıyorlardı? Daha da önemlisi, bizi hangi kahrolası cehenneme götürüyorlardı?

Continue Reading

You'll Also Like

899K 52.1K 41
Acımasız bir katilin dolaştığını bildiğiniz bir ormanda kaç gün kalabilirsiniz? Bir grup arkadaşın yaşam mücadelesine tanık olacaksınız. Daha ilk böl...
2.7K 187 12
Bir kulaklığın onları bu kadar bağlayacağı kimin aklına gelirdi ki?
976 190 29
Karanlık adamın , Deniz gözlü dolunaya aşkı.. Ikisini bi araya getiren sırlar.. (Kendimce yazdığım ilk hikayem. Herkesin içinde bir karanlık vardır.o...
178 40 5
Bir ses doldu mu kulağına bil ki orada ben varım, topuk sesimden korkacak koca bir masa önümde arşı diz çöktüreceğim ben adım gibi İz bırakacağım bu...