Sefiller

ClassicsTR

75.3K 1.3K 297

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... Еще

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-

379 8 13
ClassicsTR


Waterloo

I

NIVELLES'DEN GELİRKEN RASTLANILAN ŞEYLERE DAİR

Geçen yıl (1881), güzel bir mayıs sabahı, bir yolcu, bu hikâyeyi anlatan kişi, Nivelles'den gelip La Hulpe'e doğru gidiyordu. Yayaydı. İki sıra ağaçlar arasında, tepeler üzerinden dalgalanarak uzanan taş döşeli geniş bir yolu izlemekteydi. Birbiri ardınca gelen tepeler sanki yolu kâh kaldıran, kâh indiren muazzam dalgalar gibiydiler. Yolcu Lillois'yı ve Bois Seigneur-Isaac'ı geçmişti. Batıda, Braine-l'Alleud'ün ters çevrilmiş bir vazo şeklindeki arduvaz kaplı kulesini görüyordu. Yüksekteki bir koruluğu ve bir arayolun köşesinde, üzerinde Eski giriş kapısı No: 4 yazısı taşıyan kurt yeniği içinde bir direğin yanı başındaki bir meyhaneyi geride bırakmış bulunuyordu. Meyhanenin ön tarafında şöyle bir tabela vardı: "Dört bucağın rüzgârı. Echabeau, özel kahvehane."

Bu meyhaneden bir çeyrek fersah ötedeki küçük bir vadinin dibine geldi yolcu. Burada, yolun dolgu kısmında oyulmuş bir kemerin altından bir su geçiyordu. Şosenin bir yanında vadiyi dolduran seyrek ama yemyeşil ağaç kümeleri, öbür yanda çayırlıklar içinde dağılmakta, latif bir görünüşle ve düzensiz bir halde Braine l'Alleud'e doğru uzaklaşıp gitmekteydiler.

Orada sağda, yolun kenarında bir han, hanın kapısı önünde dört tekerlekli bir araba, şerbetçi otu için büyük bir deste sırık, bir saban, yeşil bir çitin yanında bir yığın kuru çalı çırpı, dumanı tüten dört köşe bir kireç kuyusu, samandan bölmeleri olan eski bir sundurmaya dayalı duran bir merdiven vardı. Genç bir kız bir tarlada yabani otları ayıklıyordu. Belki de bir panayır gösterisinden kalma kocaman sarı bir afiş rüzgârda uçuşup duruyordu. Hanın köşesinde, içinde küçük bir ördek filosunun yüzdüğü bir su birikintisinin yanında kötü döşenmiş bir patika, çalılıklar arasında uzayıp gidiyordu. Yolcu bir yola saptı.

Üzerinde çapraz döşenmiş tuğladan sivri bir çatı yükselen on beşinci yüzyıldan kalma bir duvar boyunca yüz adım kadar gittikten sonra, kendisini büyük bir kapının önünde buldu. Taş kemerli, düz tablalı, iki yanında iki yassı madalyon bulunan, ağırbaşlı, 14. Louis tarzında bir kapıydı bu. Kapının üstünde vakur bir cephe yükselmekteydi. Cepheye dikine gelen bir duvar hemen hemen kapıya dokunmakta ve buna sert bir dik açı eklemekteydi. Kapının önündeki çimenliğin üzerinde üç tane tırmık yatıyor, bunların arasından karmakarışık bir şekilde türlü çeşit mayıs çiçekleri fışkırıyordu. Kapı kapalıydı. Paslı bir eski tokmağın süslediği iki harap kanattı örtüsü.

Güneş pek nefisti; dallar sanki rüzgârdan çok kuş yuvalarından gelen tatlı bir ürperiş içindeydiler. Kim bilir belki de âşık bir küçük kuşcağız bir ağacın üstünde kendinden geçmiş şakıyıp duruyordu.

Yolcu eğildi ve kapının sağ kemer desteği altındaki sol taşta bir küre kovuğuna benzeyen, oldukça geniş bir oyuğu incelemeye koyuldu. Tam o sırada kapının kanatları ayrıldı ve içerden bir köylü kadın çıktı.

Kadın, yolcuyu gördü ve neye baktığını fark etti.

Ona:

- Bunu bir Fransız güllesi yaptı, dedi.

Ve ekledi:

- Orada, kapının daha yukarısında, çivinin yanında gördüğünüz de koca bir karabina deliğidir. Karabina tahtayı delemedi.

- Bu yerin adı nedir? diye yolcu sordu.

- Hougomont, dedi köylü kadın.

Yolcu doğruldu. Birkaç adım attı, gidip çitlerin üstünden baktı. Ufukta, ağaçların arasında bir tepecik ve bu tepeciğin üstünde de uzaktan aslana benzeyen bir şey gördü.

Waterloo Savaşı'nın geçtiği meydanda bulunuyordu.

II

HOUGOMONT

Hougomont, uğursuz bir yerdir; engelin başlangıcı, Avrupa'nın Napolyon adındaki o büyük oduncusunun Waterloo'da karşılaştığı ilk direniş, baltanın çarptığı ilk budaktır.

Hougomont bir zamanlar şatoydu, şimdiyse sadece bir çiftlik. Hougomont, antikacı için Hugomons'tur. Bu şato Somerel Senyörü Hugo tarafından yaptırılmıştı: Villers Manastırı'nı altıncı bir rahiplik için gelir olarak bağışlayan da bu zattır.

Yolcu kapıyı itti, bir revakın altında duran eski bir körüklü gezinti arabasının yanından geçti ve avluya girdi. Bu avluda gözüne çarpan ilk şey, 16. yüzyıldan kalma bir kapı oldu. Çevresindeki her şey yıkılmış olduğundan, bu kapı bir kemer gibi duruyordu. Anıt görüntüsü çoğu defa harabeden doğar. Kemerin yanında, bir duvarda başka bir kapı açılıyordu; 4. Henri devrindeki gibi köşe taşları olan bu kapıdan bir meyve bahçesinin ağaçları görünmekteydi. Bu kapının yanında bir gübre çukuru, kazma ve kürekler, birkaç yük arabası, kapak tagı ve demirden çıkrığıyla eski bir kuyu, zıplayan bir tay, kabaran bir hindi, üstünde küçük bir çan kulesi yükselen bir kilise, kilisenin duvarına yaslanan çiçek açmış bir armut ağacı: İşte, fethi, Napolyon'un hülyasını tutmuş olan avlu, bu avluydu. Eğer zapt edebilseydi, bu toprak parçası belki de ona dünyayı verecekti. Şimdi burada tavuklar gagalarıyla tozları etrafa saçıyorlar. Bir homurtu işitiliyor; İngilizlerin yerini alan kocaman bir köpek dişlerini gösteriyor.

İngilizler burada hayran olunacak bir iş başarmışlardır. Cooke'un dört muhafız bölüğü burada, bir ordunun gazabına karşı yedi saat müddetle direnmiştir.

Hougomont'u bahçe ve tarlalarıyla birlikte binaları ve çevresi kapalı geometrik satıh halinde gösteren bir haritaya bakıldığında, burası bir köşesi çentilmiş düzgün olmayan bir dikdörtgen biçimi sunar. Güney kapısı İşte bu çentik köşedir ve onu doğrudan ateş altında tutan bu duvar tarafından korunur. Hougomont'un iki kapısı vardır: biri güney kapısı, yani şatonun kapısı; öbürü de kuzey kapısı, yani çiftliğin kapısı. Napolyon, Hougomont'a karşı kardeşi Jeröme'u yolladı. Guilleminot, Foy ve Bachelu tümenleri buraya çarpıp kaldılar. Reille'in hemen bütün kolordusu burada savaşa sürüldü ve başarısızlığa uğradı; Kellermann'ın gülleleri bu kahraman duvarda tükendi. Bauduin'in tugayının Hougomont'u kuzeyden zorlaması da bir işe yaramadı; Soye'un tugayı ise güneyde ancak küçük bir parça koparabildi, onu da alamadı.

Çiftlik binaları, avluyu güneyden çevreliyor. Fransızlar tarafından kırılan kuzey kapısının bir parçası duvara asılmış sallanmakta. Bu kapı parçası, iki kalas üzerine çakılmış dört tahtadan ibaret; üzerinde hücumdan kalma yara izleri fark ediliyor.

Fransızların göçerttikleri ve duvardaki parçanın yerine bir başkasıyla kapatılan kuzey kapısı, avlunun dibinde aralık duruyor; avluyu kuzeyden kapayan altı taş, üstü tuğla bir duvara kare biçiminde asılmış. Her çiftlikte olana benzer basit bir araba kapısı bu: iki geniş kanadı kaba tahtadan yapılmış; ötesinde çayırlar uzanıyor.

Bu girişin kavgası pek müthiş oldu. Kapının pervazları üzerinde uzun süre çeşit çeşit kanlı el izleri görüldü. Bauduin burada öldürüldü.

Savaşın fırtınası hâlâ bu avluda varlığını sürdürür; dehşet gözle görülebilir haldedir; çarpışmanın kargaşalığı orada taş kesilip kalmıştır. Bütün bunlar hem canlı hem ölüdür; daha dün olmuştur. Duvarlar can çekişmekte, taşlar düşmekte, çatlaklar bağırmaktadır; delikler birer yaradır; ağaçlar eğilmiş, titrek, kaçmaya uğraşır gibidirler.

Bu avlu 1815'te, bugün olduğundan daha mamurdu. Bu arada alaşağı edilen yapılar, o zamanlar muntazam çıkıntılar, girintiler, köşeler meydana getiriyorlardı.

Burada İngilizler mevzilenmişlerdi: Fransızlar girdiler, fakat tutunamadılar. Kilisenin yanında şatonun bir kanadı, Hougomont Malikânesinden kalan tek enkaz, tabir caizse bağrı deşilmiş bir halde, harap, yükseliyordu. Şato, kale işi görmüştü, kilise de istihkâm. Burada insanlar karşılıklı birbirlerini telef ettiler. Her yandan, duvarların gerisinden, çatı tepelerinden, mahzen diplerinden, bütün pencerelerden, bütün bodrum deliklerinden, bütün taş aralarından üzerlerine kurşun yağdırılan Fransızlar, çalı çırpı demetleri getirip duvarları ve insanları ateşe verdiler; topların kustuğu demir parçalarına yangınla cevap verildi.

Harap kanatta, demir parmaklıklı pencerelerden, binanın tuğladan yapılmış ana kısımlarından birinin yıkık dökük odaları fark ediliyor. İngiliz muhafızlar bu odalarda mevzilenmişlerdi. Zemin kattan çatıya kadar çatlayıp yarılmış olan sarmal merdiven, kırılmış bir böcek kabuğunun içi gibi görünüyor. Merdiven iki katlı; merdivende sıkışıp kalan ve üst basamaklarda toplanan İngilizler alt basamakları kesmişlerdi. Bunlar mavi taştan geniş levhalar ve ısırgan otlan arasında bir yığın teşkil ediyorlar. On kadar basamak hâlâ duvara yapışık duruyor, birincisinin üzerine üç dişli bir yaba resmi kazılmış. Erişilemeyen bu basamaklar yuvalarında sapasağlam duruyorlar. Geri kalan kısım dişleri dökülmüş bir çene kemiğine benziyor. Şurada iki yaşlı ağaç var; biri kurumuş, öbürü ayağından yaralanmış, ama her nisan yeşerip 1815'ten beri merdiven aralıklarından büyümeye koyulmuş.

Kilisede herkes birbirini boğazlamıştı. Yeniden sükûna kavuşan kilisenin içi bir garip. Katliamdan bu yana burada hiç ayin okunmamış. Ama mihrap hâlâ duruyor, ham taştan bir zemine dayalı kaba tahtadan bir mihrap bu. Beyaz badana çekilmiş dört duvar, mihrabın karşısında bir kapı, kemerli iki küçük pencere, kapının üzerinde tahtadan büyük bir haç, haçın üst tarafında da bir demet kuru otla tıkanmış dört köşe bir nefeslik penceresi, yerde bir köşede paramparça olmuş eski bir pencere çerçevesi: İşte kilise. Mihrabın yanına on beşinci yüzyıldan kalma tahtadan bir Azize Anne Heykeli çakılmış; çocuk İsa'nın başını bir karabina kurşunu alıp götürmüş. Kısa bir süre kiliseye hakim olup sonra atılan Fransızlar burayı yakmışlar. Alevler bu harabeyi doldurmuş, fırına çevirmiş; kapı yanmış, döşeme yanmış, tahtadan İsa yanmamış. Ateş onun ayaklarını kemirmiş, sonra durmuş. Şimdi yalnızca bu ayakların kararmış kalıntıları görülüyor. Memleket halkının dediğine bakılırsa bir mucize... Başı kopan çocuk İsa'nın talihi İsa kadar da yaver gitmemiş.

Duvarlar yazılarla kaplı. İsa'nın ayakları dibinde şu ad okunuyor: Henquinez. Sonra daha başkaları: Conde de Rio Maıor, Marques y Marquesa de Almagro (Habana). Fransız adları da var; yanlarında öfke anlamına gelen ünlem işaretleriyle. 1849'da duvarlar yeniden aklandı. Milletler birbirlerine küfrediyorlardı bu duvarlarda.

Elinde balta tutan bir ceset kaldırılmıştır bu kilisenin kapısından: Asteğmen Legros'nun cesedi.

Kiliseden çıkılınca sol tarafta bir kuyu görülür. Bu avluda iki tane kuyu vardır. Sorarsınız: Bu kuyuda niçin kovayla makara yok? Çünkü artık ondan su çekilmiyor. Niçin artık su çekilmiyor? İçi iskelet dolu da ondan. Bu kuyudan sön su çekenin adı Guillaume Van Kylsom'dur. Hougomont'da oturan bir köylüydü bu ve bahçıvanlık ediyordu. Ailesi 18 Haziran 1815'te kaçıp ormanlarda saklanmış.

Villers Manastırı'nın çevresindeki orman, çil yavrusu gibi dağılan bu ahaliyi pek çok günler, geceler boyunca barındırdı. Bugün dahi, eski yanmış ağaç kütükleri gibi bazı tanınabilir kalıntılar, fundalıkların dibinde titreşen bu zavallı konak yerlerini belli eder.

Guillaume Van Kylsom "şatoyu korumak için" Hougomont'da kaldı ve bir mahzene saklandı. İngilizler onu orada buldular. Gizlendiği yerden çekip çıkardılar ve savaşçılar, kılıçlarının yassı tarafıyla vura vura bu ürkek adamı kendilerine hizmet ettirdiler. Susamışlardı; bu Guillaume onlara içecek su getiriyordu. Suyu İşte bu kuyudan çekiyordu. Birçoğu son yudumlarını buradan içtiler. Bunca ölünün suyunu içtiği bu kuyunun da ölmesi gerekirdi.

Savaştan sonra herkesi bir telaş sardı: cesetleri gömme telaşı. Ölümün, zaferi örselemek için kendisine has bir usulü vardır; şan ve şerefin peşinden vebayı getirir. Tifüs, galibiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Derin bir kuyuydu bu. Onu bir kabristan yaptılar. İçine üç yüz ölü attılar. Belki aşırı bir telaşla yaptılar bu işi. Hepsi de ölmüş müydü acaba? Efsane, "Hayır," diyor. Söylentiye göre, definden sonraki gece kuyudan imdat isteyen zayıf sesler geldiği duyulmuş.

Bu kuyu avlunun ortasında, tecrit edilmiş haldedir. Yarı taş yarı tuğladan üç duvar, bir paravanın kıvrılmış kanatları gibi ve dört köşe bir kuleyi taklit edercesine onu üç yandan çevirir. Dördüncü yan açıktır. Suyu bu yandan alırlardı. Dipteki duvarda şekilsiz bir çatı penceresine benzer bir şey var, belki bir obüs deliği. Bu küçük kulenin bir de tavanı varmış ama sadece kirişleri kalmış. Sağdaki duvarın takviye demirleri bir haç resmediyor. Eğilip bakıldığında, bir yığın zifiri karanlığın doldurduğu tuğladan örülmüş, derin bir borunun içinde göz alabildiğine gidiyor. Kuyunun etrafındaki duvar dipleri, ısırgan otlan arasında kaybolmakta.

Belçika'daki bütün kuyularda sahanlık vazifesi gören geniş, mavi taş levhalardan yok bu kuyunun önünde. Mavi taş levhanın yerini bir travers tahtası almış; buna beş altı tane biçimsiz kalas dayanıyor; budaklı, kaskatı kesilmiş kalasları kocaman kemiklere benziyor. Kuyunun ne kovası ne zinciri ne de makarası var, ama sunak vazifesi gören taş yalağı hâlâ duruyor, burada yağmur suları toplanıyor ve ara sıra komşu ormanlardan bir kuş su içmeye geliyor, sonra uçup gidiyor.

Bu harabenin içinde bir ev, çiftlik evi hâlâ mesken. Bu evin kapısı avluya açılıyor. Bu kapının üzerinde gotik tarzında güzel bir kilit levhasının yanı sıra, çaprazlamasına konulmuş yonca yaprağı şeklinde bir demir tutamak bulunuyor. Hanoverli Teğmen Wilda, çiftliğe sığınmak için bu tutamağa yapıştığı sırada bir Fransız istihkâmcısı bir balta darbesiyle onun elini koparmıştı.

Evde oturan ailenin büyükbabası, öleli uzun zaman olan, eski bahçıvan Van Kylsom'dur. Kır saçlı bir kadın bize şöyle diyor: "Buradaydım. Üç yaşındaydım. Ablam korkmuş ağlıyordu. Bizi koruluğa götürdüler. Annemin kucağındaydım. Kulaklarını toprağa yapıştırıp sesleri dinliyorlardı. Ben top seslerini taklit ediyordum; bum, bum diyordum."

Söylediğimiz gibi, avludaki kapılardan biri meyve bahçesine açılıyor.

Meyve bahçesi korkunç.

Burası üç kısma ayrılmış, hatta üç perdeye denilebilir: birinci kısım bir bahçe, İkincisi meyve bahçesi, üçüncüsü ise bir koruluk. Her üç kısmı da ortak bir sınır çevreliyor: giriş yönünde şatonun ve çiftliğin binaları, solda bir çit, sağda bir duvar, dipte yine bir duvar. Sağdaki duvar tuğladan, dipteki taştan. Önce bahçeye giriliyor. Bahçe aşağıda kalıyor; frenküzümleri dikilmiş, yabani bitkilerle dolu, korkuluğunun parmaklıkları çift göbekli yontma taştan, muhteşem bir teras önünü kapatıyor. Lenötre öncesi Fransız stilinde bir asilzade bahçesiydi bu, bugünse harap ve dikenlik. Baştaki parmaklıkların üstünde taştan gülleleri andıran yuvarlaklar bulunuyor. Hâlâ küp şeklindeki kaideleri üzerinde duran kırk üç tane korkuluk parmaklığı sayılmakta, ötekiler otların arasına devrilmiş. Hemen hepsinin üzerinde kurşun sıyrıkları var. Kırık bir parmaklık, kopuk bir bacak gibi setin üzerine konulmuş.

İşte meyve bahçesinden daha aşağıda olan bu bahçeye sızan ve bir daha da çıkamayan birinci hafif piyade alayından altı avcı, inlerinde sıkıştırılan ayılar gibi burada yakalanmış ve biri karabina olmak üzere, iki Hanover bölüğüne karşı çarpışmayı kabul etmişlerdi. Hanoverliler bu parmaklıklara sıralanmış, yukarıdan ateş ediyorlardı. Avcılar aşağıdan karşılık veriyorlardı, iki yüze karşı altıydılar; frenküzümlerinden başka siperleri olmayan bu yiğit insanlar ölmek için bir çeyrek saat çarpıştılar.

Birkaç basamak çıkınca, bahçeden meyve bahçesi denilen yere geçiliyor. Burada, bu birkaç kulaç karelik yerde, bir saatten daha az zamanda bin beş yüz kişi devrildi. Duvar sanki savaşa yeniden başlamaya hazır gibi. İngilizler tarafından gelişigüzel yüksekliklerde açılmış otuz sekiz mazgal deliği hâlâ duruyor. On akıncısının önünde, granitten iki İngiliz mezarı uzanmakta. Yalnız güney tarafındaki duvarda mazgal delikleri var, çünkü taarruz o taraftan geliyordu. Bu duvarı dışarıdan büyük bir yeşil çit gizliyor. Buraya gelen Fransızlar, önlerinde yalnızca çitin bulunduğunu sanarak onu aştılar ve duvarla yüz yüze geldiler. Duvar hem bir engel hem de bir pusuydu; gerisinde İngiliz muhafızlar bulunan otuz sekiz mazgal deliği birden ateş ediyordu; bir salkım ve mermi fırtınasıyla birlikte Soye Tugayı burada kırıldı. Waterloo böyle başladı.

Fakat meyve bahçesi yine de zapt edildi. Elde merdiven yoktu, Fransızlar tırnaklarıyla tırmandılar. Ağaçların altında göğüs göğüse dövüşüldü. Bütün bu otlar kana bulandı. Bir Nassau Taburu, yedi yüz kişi burada kırıldı. Dışarıda, Kellermann'ın iki bataryasına hedef olan duvar, mitralyözle kemirildi.

Her meyve bahçesi gibi, bu da mayıs ayına karşı duyarlıdır. Onun da sarı amberleri, koyungözleri vardır; otları yüksek yüksek olur, sapanın öküzleri otlar orada; üzerinde çamaşırlar kurutulan kıldan örülme ipler ağaç aralarında dolaşır ve geçenleri başlarını eğmek zorunda bırakır; bu sürülmemiş toprakta yürürken insanın ayakları köstebek yuvalarına batar. Otların ortasında uzanmış yatan, kökünden sökülmüş yeşil bir ağaç gövdesi görülüyor. Binbaşı Blackman, son nefesini ona dayanarak vermişti. Onun yanındaki büyük bir ağacın altında da Alman generali Duplat vurulup ölmüştü. Kendisi Nantes Fermam'nın yürürlükten kalkması sırasında iltica etmiş bir Fransız ailesine mensuptu. Bunun hemen yanı başında, saman ve balçık çamurundan bir sargıyla sarılmış hasta bir elma ağacı eğiliyordu. Hemen bütün elma ağaçları, yaşlılıktan devrildi devrilecekti. İçlerinde bir tane bile yok ki kurşun ya da biskaye yememiş olsun. Ölü ağaç iskeletleri pek bol bu meyve bahçesinde. Dallarda kargalar uçuşuyor, dipte menekşelerle dolu bir koruluk var.

Bauduin vurulup ölmüş, Foy yaralanmıştı. Yangın, kınm, katliam; İngiliz, Alman ve Fransız kanının çılgınca birbirine kanşmasından meydana gelen bir ırmak, cesetlerle dolu bir kuyu... Nassau ve Brunsvvick alayı mahvedilmiş, Duplat ve Blackman ölmüş, İngiliz muhafızlar kırılmış, Reille'in kolordusundaki kırk Fransız taburundan yirmisi telef olmuş, sadece bu Hougomont harabesinde üç bin insan kılıçtan geçirilmiş, doğranmış, boğazlanmış, kurşunlanmış, yakılmış ve bütün bunlar bugün, köylünün biri bir yolcuya, "Mösyö, bana üç frank verin, isterseniz size Waterloo denen şeyi anlatırım!" desin diye olmuş.

III

18 HAZİRAN 1815

Şimdi, hikâye anlatanlara tanınan haklardan birini kullanarak geriye dönelim ve tekrar 1815 yılma gelelim, hatta bu kitabın birinci kısmında anlatılan olayların başladığı devirden biraz öncesine inelim.

17-18 Haziran 1815 gecesi yağmur yağmamış olsaydı, Avrupa'nın geleceği başka türlü olurdu. Birkaç damla suyun fazla veya eksik olması, Napolyon'un zevaline yol açtı. Waterloo'nun, Austerlitz'in sonu olması için ilahi takdir biraz yağmurdan başka bir şeye ihtiyaç duymadı ve gökyüzünden mevsime uygun olmayan bir yönde geçen bir bulut, dünyanın yıkılmasına yetti.

Waterloo Savaşı, Blücher'e yetişme fırsatı verecek şekilde, ancak on bir buçukta başlayabildi. Niçin? Çünkü toprak ıslaktı. Topçunun manevra yapabilmesi için toprağın biraz sertleşmesini beklemek icap etti.

Napolyon topçu subayıydı ve bunun sıkıntısını çekiyordu. Bu harikulade kumandan, aslı itibariyle, Aboukir hakkında Direktuvar Hükümeti'ne verdiği raporda, "Güllelerimizden biri altı kişiyi öldürdü," diyen adamdı. Bütün savaş planları gülle ve mermi bakımından hazırlanmıştı. Onun zaferinin anahtarı, topçu kuvvetini belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmaktı. Düşman generalinin stratejisini tıpkı bir kale gibi ele alıp yerle bir ediyordu. Zayıf noktayı gülleyle eziyor, savaşları topla başlatıp topla bitiriyordu. Dehasında yıkıcı bir taraf vardı. Taburları düşman saflarına daldırmak, alayları tuz buz etmek, hatları kesmek, yığınakları ezip dağıtmak: Bütün bunlar onun için vurmak, vurmak, sürekli olarak vurmakla mümkündü ve o bu işi gülleye emanet ediyordu. Müthiş bir yöntemdi bu, ve bunun deha ile birleşmesi, savaş güreşinin bu karanlık pehlivanını on beş yıl süreyle yenilmez kıldı.

18 Haziran 1815 günü, sayı üstünlüğü kendi tarafında olduğundan, topçu kuvvetine fazladan güveniyordu. Wellington'un yüz elli dokuz topu vardı, Napolyon'un ise iki yüz kırk.

Farz edin ki toprak kuruydu; toplar kolayca hareket edebildiğinden, harekât sabahın altısında başladı. Böylece savaş, talihin Prusyahlarca değiştirilmesinden iki-üç saat evvel kazanılmış olurdu.

Bu savaşın kaybedilmesinde Napolyon'un hata payı nedir? Batışın sorumluluğu kaptana yüklenebilir mi?

Napolyon'un o devirde açıkça görülen bedenî çöküntüsüne bir de iç çöküntü mü ekleniyordu? Yirmi savaş yılı boyunca kılıcının kınım aşındırması gibi ruhu da bedenini aşındırmış mıydı? Kumandanın içindeki emektar asker, temenni edilemeyecek bir şekilde kendisini hissettirmeye mi başlamıştı? Kısacası, birçok önemli tarihçinin zannettiği gibi, bu deha sönmekte miydi? Kendi zaafını kendisinden saklamak için çılgınca işlere mi kalkışıyordu? Bir macera esintisinin yanıltmasıyla yalpalamaya mı başlamıştı? Bir general için vahim bir şey olan tehlikeyi fark etmez hale mi gelmişti? Devinimin devleri diyebileceğimiz bu çeşit büyük adamlarda dehanın miyoplaştığı bir yaş var mıdır? Fikri dehalar üzerinde yaşlılığın bozucu bir etkisi yoktur. Dante'ler için, Michelangelo'lar için yaşlanmak büyümektir; Hannibal'ler için, Bonapart'lar için neden küçülmek olsun ki? Acaba Napolyon, zaferi doğrudan doğruya hissetme melekesini mi kaybetmişti? Artık su altına gizlenmiş kayaları teşhis edemeyecek, tuzakları tahmin edemeyecek, uçurumların kayan kenarlarını fark edemeyecek bir halde miydi? Felaketleri kokusundan anlayamaz mı olmuştu? Evvelce, muzafferiyete götüren bütün yolları bildiği, yıldırım hızındaki savaş arabası üzerinden azametli bir parmak işaretiyle onları gösteriverdiği halde, şimdi artık arabasını çeken muhteşem lejyonları uçurumlara sürecek uğursuz bir şaşkınlığa mı düşmüştü? Kırk altı yaşında bir yücelik deliliğine mi tutulmuştu? Kader arabasının bu dev sürücüsü, artık kellesi koltuğunda büyük bir cüretkârdan başka bir şey değil miydi? Biz hiç de böyle düşünmüyoruz.

Herkesin teyit ettiği gibi, onun savaş planı bir şaheserdi: doğruca müttefik hattının merkezine saldırmak, düşmanın içinde bir delik açmak, onu ikiye bölmek, İngilizlerden meydana gelen yarısını Hal'e, Prusyalılardan meydana gelen öbür yarısını Tongres'e sürmek, Welligton'la Blücher'i iki parçaya ayırmak, Mont-Saint-Jean'ı ele geçirmek, Brüksel'i zapt etmek, Almanları Ren Nehri'ne, İngilizleri de denize dökmek. Bütün bunlar, Napolyon'un nazarında bu savaşın içindeydi. Sonrası, sonra görülecekti.

Burada Waterloo'nun tarihini yazmak iddiasında olmadığımızı söylemeye hacet yok. Anlattığımız dramın kaynağını meydana getiren sahnelerden biri bu savaşla ilgili, ama savaşın tarihi bizim konumuz değil.

Kaldı ki bu tarih zaten bizzat Napolyon tarafından yazılmıştır; başka bir bakıma da bütün bir sıra seçkin tarihçiler tarafından, ustaca bir şekilde yazılmıştır. Bize gelince, biz tarihçileri çekişmelerinde kendi başlarına bırakıyoruz. Biz ancak uzaktan bakan bir tanık, oradan geçen bir yolcu; insan etiyle yoğrulmuş bu toprağa eğilen, belki görünüşleri gerçek olarak kabul eden bir araştırmacıyız. Bizim, hiç kuşkusuz içinde serapların da bulunduğu bir hadise topluluğuna, bilim adı altında kafa tutmaya hakkımız yok, bir sistem kurmamıza izin verecek ne bir askeri pratiğe ne de bir strateji uzmanlığına sahibiz. Bize göre, Waterloo da bir tesadüfler silsilesi her iki kumandanı da hükmü altında tutar; ve kader, şu esrarlı sanık söz konusu oldu mu, biz de tıpkı halk gibi, o safdil hakim gibi hüküm veririz.

IV

A

Waterloo Savaşı'nı açıkça göz önüne getirmek isteyenlerin, zihinlerinde büyük bir A harfi çizmeleri yeter. A'nın sol bacağı Nivelles yolu, sağ bacağı Genappe yolu, A'nın ara çizgisi Ohain'den Braine-l'Alleud'e giden çukur yoldu. A'nın tepesi Mont-Saint-Jean'da Wellington, sol alt nokta olan Hougomont'da, Jeröme Bonapart'la birlikte Reille; alt sağ uç olan Belle-Alliance'da Napolyon duruyor. A'nın ara çizgisinin sağ bacağa rastladığı ve onu kestiği noktanın biraz altı Haie-Sainte'tir. Ara çizginin ortası, savaşta son sözün söylendiği kesin noktadır. İmparatorluk hassa alayının üstün kahramanlığının —elinde olmayarak— simgesi haline gelen aslan oraya yerleştirilmiştir.

A'nın tepesinde, iki bacağıyla ara çizgisi arasındaki üçgen Mont-Saint-Jean yaylasıdır. Bütün savaş, bu yaylaya sahip çıkma mücadelesi halinde geçmiştir.

Her iki ordunun da kanatları Genappe ve Nivelles yollarının sağında ve solunda uzanır; Picton'un karşısında Erlon, Hill'in karşısında Reille vardır.

A'nın sivri ucunun, Mont-Saint-Jean yaylasının arkası Soignes Ormanı'dır.

Ovaya gelince, dalgalı geniş bir arazi tasavvur edilmelidir; öyle ki her kıvrım bir sonrakine hakim olsun ve bütün dalgalar Mont-Saint-Jean'a doğru çıksın ve orada ormana varsın.

Bir savaş meydanında iki düşman ordusu, tıpkı iki pehlivan gibidir. Birbirlerinin beline sarılmışlardır. İkisi de birbirini yere çalmaya çalışır. Rastgele her şeye yapışılır, bir çalılık bir dayanak noktası olur, bir duvar köşesi bir göğüs siperi vazifesi görür, sırtını verecek bir istihkâm parçası bulamayan bir alay tabanları yağlar, ovadaki küçük bir çöküntü, arazideki bir engebe, tam yerinde enlemesine geçen bir patika, bir koruluk, bir sel yatağı ordu denen devi topuğundan yakalayabilir ve onun geri çekilmesini engelleyebilir. Savaş meydanının dışına çıkan yenilmiş demektir. Bu yüzden sorumlu kumandanın en ufak bir ağaç kümesini bile incelemesi, en küçük bir topografya kabartısı üzerinde bile derinlemesine düşünmesi gerekir.

İki general de, bugün Waterloo Ovası denen Mont-Saint-Jean Ovası'ın dikkatle incelemişlerdi. Wellington, daha bir yıl önceden, zekice bir ileri görüşlülükle, bu ovayı muhtemel bir büyük savaşta kullanılabilecek bir meydan olarak incelemişti. 18 Haziran günü, bu arazi üzerinde, bu kapışma için en elverişli mevkiyi Welligton almış, Napolyon'a kötüsü kalmıştı. İngiliz ordusu yukarıda, Fransız ordusu aşağıdaydı.

18 Haziran 1815 günü şafak vakti, Napolyon'u Rossome tepelerinde, at üstünde, elinde dürbünüyle resmetmeye kalkışmak burada fazla olur. Göstermeye gerek kalmadan herkes gördü onu. Brienne askeri okulunun küçük şapkası altındaki bu şahin profil, bu yeşil üniforma, nişanlarını örten beyaz astarlı devrik yaka, apoletleri örten redingot, yelek altından gözüken kırmızı lejyon kordonunun köşesi, deri pantolon, dört köşesine üzeri taçlı N harfleri işlenmiş al kadifeden örtüsüyle beyaz at, ipek çoraplar üzerine çekilmiş süvari çizmeleri, gümüş mahmuzlar... Bütün bu görüntüsüyle Sezarların sonuncusu, bugün hayallerde canlı durmakta; bazıları bu görüntüye alkış tutarken, bazıları da ona ters ters bakmaktadır.

Bu görüntü uzun zaman ışığa gömülü kaldı. Nedeni de çoğu kahramanın etraflarına yaydıkları ve daima az ya da çok uzun bir süre gerçeği gözlerden saklayan bir çeşit efsanevi karanlıktır. Ama bugün artık tarih yazılıyor, gündoğuyor.

Tarih, bu aydınlık, merhametsizdir, garip ve ilahi tarafı şudur: Işık olmasına rağmen ve özellikle de ışık olduğu için, evvelce aydınlık görülen yere çok defa gölgeler düşürür; aynı insandan iki farklı hayalet ortaya çıkarır ve bunlardan biri ötekine saldırır, onu yargılar; zorbanın karanlığı kumandanın parlaklığıyla cebelleşir. Böylece halkların nihai değerlendirilişinde daha doğru bir ölçü ortaya çıkar. Tecavüze uğrayan Babil, İskender'i küçültür; zincire vurulan Roma, Sezar'ı küçültür; katledilen Kudüs, Titus'u küçültür. Zorbanın ardından zorbalık gelir. Ardında kendine benzer bir karanlık bırakmak, bir insan için felakettir.

Продолжить чтение

Вам также понравится

Suç ve Ceza Klasikler | Türkiye...

Художественная проза

164K 3.9K 41
Yoksulluktan öğrenimine devam edemeyen üniversite öğrencisi Raskolnikov, toplumun yararı için kuralların ve kanunların yok sayılabileceği düşüncesiyl...
76.1K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...
8.9K 195 10
Kitap kapağı için soylemeniz gerekenler; -Kitap adı, -Türü, -Konusu, -İstediğiniz bir yazı varsa o yazıyı, -Yazarı. (şu an yapılmamaktadır.)
37.4K 1.2K 20
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış... Beyaz Diş Alaska'nın sert doğa k...