NEFES

By tukenmisyazar

57.1K 3.6K 828

Toprağın hayat, yaşamın ölüm koktuğunun farkında mısın, küçük çocuk? More

Önsöz
0. Başlangıç ♣
1. Benim Hikayem ♣
2. Cehennem Sıcaklığı ♣
3. Yardım ♣
4. Dengesiz ♣
5. Ufuk Çizgisi ♣
6. Aşılamayan Aptallık ♣
7. İyiliklerin Sebebi ♣
9. Alakasız İnsanlar ♣
10. Meydan ♣
11. Kıyamet ♣
12. Gülümseme ♣
13. Kanser ♣
14. Sessizlik ♣
15. İyi Biri ♣
16. Mavi ♣
17. Ruhsuz ♣
18. Çökük ♣
19. Güzel Vedalar ♣
20. Merhamet ♣
21. Tutku ♣
FİNAL
♣♣♣

8. Emanet ♣

1.6K 120 29
By tukenmisyazar


Kulaklarımdan silinmeyen tehlikenin çınlaması, şiddetini arttırıp somutlaşarak karşıma dikilmişti.

Siyah gözler ruhumun tenha köşelerinde keşfe çıkmış gibi üzerimde gezinirken, uslanmayan bir çocuğun bakışlarından çalıntı gözleri parıldadı.

"Hiç yerinde durmaz mısın sen?" dedi benim tepkisizliğime karşı.

İnsanların benimle alaylı bir ifadeyle konuşması, son günlerde takıldığım konularda başı çekiyordu. Pembe yanaklarım ve çelimsiz vücudum beni gözlerinden alçaltan sebeplerden sadece bir kaçıydı fakat biliyordum ki, içimde yaşadığım fırtınanın sadece ufak bir çıtırtısını duysalar benimle böyle konuşamazlardı.

"Üzgünüm." Ağzımdan çıkan kelimelerin manaları, hissettiklerimle örtüşmezdi bazen. O anlardan biri tekerrür ediyor gibiydi.

"Geçen seferde üzgündün," diyerek gülümsedi.

Sessizce, baştan aşağıya siyah giyinen adamı süzmeye devam ettim. İçimdeki pasiflik mi buna sebep oluyordu, bilmiyordum ama karanlıkla, siyahla bir bütün oluşturmuş insanlar her zaman canımı sıkardı. Böyle insanları gördükçe içim titremezdi, aksine sebepsizce uzaklaşmak isterdim. Siyah giyinerek, gün ışığın çıkan ve aydınlıkta göze çarpmak için efor sarf eden bu tarz erkekler tamamen iticiydi. Benim gibi seçenekleri az birinin son tercihim bile olamazdı. Verilen ilaçlar hormonlarımın çalışmasını bozup beni etkisiz eleman kılıyor desem, Deniz'i neden bakılmaya değer buluyordum?

Karşımdaki adamın bakışları git gide yumuşarken arkamda beliren Deniz'in karaltısı önüme düşmüştü. Hastanenin fayanslarına iri hacimli, koyu halkalı bir gölge oluşturmuştu.

Deniz'in tek eli belime yerleştiğinde istemsizce titredim. Bugün, bana dokunma kotasını fazlasıyla aşmıştı. Karşımda bana ölümcül bakışlar atan bir adam varken Deniz'in korumacı tavırlarına karşı koymam sağlıklı olmazdı ama yine de bu kadar yakın durmasından hoşlanmamıştım. Anaç düşüncelerimin sonucunda, erkeklerle arasına mesafe koyma taraftarı biri olmuştum.

"Bizim prensesin sahibi mi varmış?" dedi adam, kelimeleri kibir kokuyordu. Üstelik abartılı kahkahası girişte biriken ziyaretçi topluluğunun bakışlarını bu tarafa çekmişti ve kendi dünyasında yaşayan biri olarak bu ilgiden dolayı tenimin karıncalandığını hissetmiştim.

Kaşlarım çatıldı, kahkaha atılacak ne vardı ki? Daha da önemlisi ben odama gidip uyusam olmaz mıydı? Şişeler dolusu içkiyi tüketmiş gibi dengesiz hissediyordum. Rahat hissetmek mümkün değildi, özellikle de davetsiz bakışlarla taciz edilirken. Resepsiyonun yanında, tam merdivenlerin başlangıcında durduğumuz için gelen geçen herkesin ilgi odağı oluyorduk. Bir kaç tanıdık yüz beni gördüğünde şaşırdığını belli etmiş, yüz ifadelerindeki değişimi koruyamamıştı çünkü bu zamana dek kaşlarımı çattığımı ve iki erkeğin arasında kaldığımı kimse görmemişti, ben bile cevap veremediğim sorular arasında boğulmak üzereydim.

"Senin sahibin nerede?" diye cevapladı Deniz. Başımı kaldırıp ona bakamasam da suratında çarpık bir gülüş, iddialı bir hava olduğuna neredeyse emindim. "Köpeğin tasma takmayı yine unutmuş."

Bu ağır laf karşısında benim bile gülesim gelmişti. Adamın sırıtışı anlık bir bozuntuya uğradı, kesinlikle geri cevabı benden bekliyor olmalıydı.

"Bu küçüğün neyi oluyorsun?" dedi adam ve çenesinin ucuyla beni gösterdi. "Annesi mi?"

Belimdeki oyuntuya yerleşen elin baskısıyla Deniz'deki öfkenin bana aktarıldığını hisseder gibi oldum. Parmakları mantığı olmayan bir güçle tenime gömülmüştü ve göz ucuyla Deniz'in boşta kalan elini de yumruk yaptığını görmüştüm.

"Kısaca ağzımı burnumu kır diyorsun,"dedi Deniz dişlerinin arasından. Ortamın gerginlik kat sayısı durmadan yükseliyordu, bunlar benim alışım olduğum şeyler değildi Ben sakince odamda kalmaya alışmış, Azrail'i bekleyen basit bir kızdım. Şuan ki tablo bunu inkar edip aksini ispatlasa da hiçbir zaman iki erkek arasında kalmamış biri olarak durumu yabancılıyordum.

Aldığım nefesi sesli bir şekilde dışarıya üfledim, omuzlarıma yorgunluk çökmüştü ve tartışmayla alakadar değildim.

"Prenses yorgun gözüküyor, daha fazla yormayalım istersen." diyerek gülümsedi adam. Bu ne tür bir geri çekilmeydi? Deniz'in göz dolduran ve işlevini göstermeden bile korku salan bedeninin yanında şansı varmış gibi konuşmuştu. Gerçi ben de bir an Deniz'in destekçisiymiş veya arkadaşıymış gibi hissetmiştim.

"Sahibine söyle bir dahaki sefere itini başıboş bırakmasın." dedi Deniz. Adam gözlerini kıstı ve ciddi bir tavır aldı. Ardından gözleri bana kaydı ve bakışları arsızca dudaklarımda gezindi. Kaşlarımı daha çok çattım, denilecek ve ortaya konacak yığınla tepkinin yanı sıra bastıran uykum her şeyden öteydi.

Deniz beni yöneten eliyle merdivenleri gösterdiğinde odama gidecek olmanın verdiği mutlulukla gülümsedim. Saç diplerimden tırnak uçlarıma kadar bedenimi saran bir yorgunluk vardı, göğüs kafesim koşmanın getirdiği nefes darlığıyla sızlıyordu. Elimi gömleğin üstüne yerleştirip hafifçe ovaladım. Geçmeyeceğini bilmeme rağmen ovmaya devam ettim. Öyle kahredici bir ağrıydı ki, önünü kesmek için yapılabilecek bir şey yoktu. Başına buyruk bu ağrı, ancak keyfi geldiğinde gidiyordu.

Koridorun başına geldiğimizde üzerimdeki ceketi çıkarmaya girişmiştim ki Deniz engelledi.

"Kalsın sende." diye homurdandı. Bir an için beni gerçekten umursadığını sanacak kadar saftım."Giydin o kadar. Yıkayıp verirsin."

Mikrop saçmadığımı ve dokunduğum şeylere ölümcül virüsler bulaştırmadığımı bilmiyorlar mıydı?

Göz devirerek odama açılan kapının kolunu tuttum. Kendimi iyi hissettiğim böyle bir günde enerjim sıfırlanmıştı ve hepsi Deniz'in suçuydu. Kimse ona çalıntı bir arabayla, arkadaş olma nedenini amaçsızca ondan sakladığın bir kızı kahvaltıya götür dememişti. Hata bendeydi, itiraz edip odamda uyumaya devam edebilirdim.

Kapıyı açmak için kulpu çevirdiğim sırada Deniz'in kemikli elleri sertçe kapıyı kapattı.

"Bana bir açıklama borçlu değil misin?" dedi ciddi ifadesiyle. Yüzümdeki baygın ifade onu vazgeçirebilir miydi? Sanmıyordum.

"Ya da bir özür." diyerek ıslak saçlarını karıştırdı. Su damlaları tenime sıçradığında yüzümü buruşturdum.

"Senin de açıklama yapman gerekiyor. Neden araba çaldığından başlayıp şu benimle arkadaş olma meselesine kadar tüm konularda bana açıklaman gerekenler var." dedim tek solukta. Kapanmak üzere olan bilincim nedeniyle kelimeler ağzımda yuvarlanmıştı.

"Sana açıklama yapmayacağım Ada, sırası değil." dedi. Gayet netti, üstelemedim. "Ama sen Savaş'la olan alakanı açıklayacaksın."

Zihnimdeki soru cevap üniteleri bir saniyeliğine durdu. Savaş? Siyahlı adam olduğunu anlamam uzun sürmüştü, Deniz'in bakışları altında olmasam çok daha kısa süreceğine emindim.

"İsmini ilk defa senden duyuyorum," dedim. Devam etmek için dudaklarımı aralamıştım ama kelimeleri yutarak sustum. Ona ulaşan sadece uyku kokan nefesimdi. Devamını bekler gibi kaşlarını kaldırdı.

Bu ikisinin bir yerlerden tanıştığını tahmin etmek zor değildi ama devamını getirip düğümü çözecek gücüm yoktu.

"Açıklamam gerekmiyor." dedim ve elini iterek kapıyı açtım. Deniz'in dalgınlığına gelmese o eli oradan itemeyeceğimi gayet iyi biliyordum.

Paytak adımlarla odaya girdim. Direkt yöneldiğim yatağımdı ama yatağıma serilen ütülü çarşaf çok ağır kokuyordu. İstemsizce burnumu kıvırmıştım. Hassas midem motor yağı kokan yatakta yatmama en büyük engeldi. Bir kaç kez daha çarşaf böyle kokmuştu, nedeninin antiseptik maddelerden kaynaklandığını biliyordum. Burnumu ceketin yakarına çevirerek ilahi kokuyu içime çektim.

Odamdaki camın hemen önüne sabitlenmiş tekli koltuğa oturdum. Odaya zaten çok az bir miktar ışık sızdıran pencerenin önüne konulan koltuğun hiç bir anlamı yoktu. Sanki beni ziyarete gelecekler varmış gibi misafirler için ayrılmıştı. Koltuğun koluna başımı koyup daracık yere bedenimi sıkıştırdım. Yorgunluk, zemine önem vermeden uyumamı sağlamıştı.

***

Göz kapaklarıma kirpiklerim bile ağır geliyor, gözlerim içine tuz ruhu dökülmüş gibi yanıyordu. Hiç o durumu yaşamamıştım ama betimlendiği kadarıyla hissettiğim soğan doğrarken gözlerin alevlenmesi gibiydi

Son şansımmış gibi derin bir nefes aldım ve gözlerimi araladım. Selin elindeki ıslak, ekşi kokulu bezi boynuma bastırıyordu.

"Ada, iyi misin?" dedi gözyaşlarını silerken. Turuncu saçlarını topuz yapmış olduğundan yüzünü ıslatan gözyaşlarını rahatlıkla görebiliyordum. Ortada gözyaşı akıtacak bir sebep bulamamıştım ama Selin dehşete düşmüş gibiydi.

"İyiyim,"dedim çatlak sesimle. Kuvvetli yalanıma rağmen ses tonum beni ele vermeye yetmişti. Aslında alevler içinde yanmamı saymazsak iyi sayılırdım, daha yolunda gitmeyen şeyin ne olduğunu bile bilmezken durumum hakkında fikir yürütemiyordum.

"Çok ateşin var, düşmüyor bir türlü." Hıçkırıkları arasından konuştuğu için cümleleri kırık döküktü ve anlamam birkaç saniye sürmüştü.

Zorla gülümsedim ve doğrulmaya çalıştım. Çok sonradan ne yapmaya çalıştığımı fark etti ve sırtımdan destek vererek kalkmama yardımcı oldu. Parmakları koruyucu bir tavırla tenime değdiğinde iç geçirdim, damarlarında yavrusuna yardım eden bir anne şefkati gizli olup olmadığı merak ediyordum. Çok fazla merhamet doluydu.

Sırtımı yatak başlığına dayadığımda etlerimin acıdığını hissettim. Anlaşılan biri tarafından yatağıma taşınmıştım, ağır koktuğu için kullanamadığım yatak şimdi pislikten arınmış tertemizdi. Kıyafetlerim de çıkartılmıştı, sadece siyah atletim ve şortumla kalmıştım.

"Endişelenme, iyiyim ben." diyerek elimi omzuna koydum. Gözyaşlarıyla ıslanan çilleri eşliğinde gülümsedi, onun çok saf ve doğal bir güzelliği varken ben bu kadar çirkin olmayı kaldıramıyordum. Sanki tüm kirli sıfatlar kimliğimin üzerinde birikmişti. En basiti beynimi hissetmememe, aşırı derecede bitkin olmama rağmen onu ikna etmeye çabalamam aptallığımın göstergesiydi. Beynimi alıp yerine koca bir ton taş koymuşlar gibi, kafamı çevirdikçe o taşın zihnimin duvarlarına çarptığını hissediyordum.

"Canan Abla da buz almaya gitti. Ne zamandır uğraşıyoruz." diyerek aniden bana sarıldı. Endişenin hüküm sürdüğü ses tonu hoşuma gitmişti. Acıdan, küçümsemeden farklı bir duyguyla karşılaşmam zordu.

Etrafıma dolanan kollarını çekti ve uzun süredir boynumdaki yerini koruyan bezi aldı, soluduğum kadarıyla sirkeye batırılmıştı ve tahminlerim doğruysa bu anaç fikirlerin sahibi Canan Abla'ydı. Odadaki hava boynumdaki ıslaklığa değdiğinde vücudumun gerçekten fazlasıyla ısındığını hissettim. Tenim alevlenmiş, derimin altı kaynamaya başlamıştı. Nefes alıp verdikçe ateş püsküreceğimi sanıyordum.

Selin'in stabil bakışları gram taviz vermeyerek üzerimde gezindiğinde ikna konusundaki yeteneksizliğim ikinci kez suratıma çarptı. Açıkça belli okuyordu ki, iyi olduğumu düşünmüyordu.

"İyiyim diyorum, abartma." diye tersledim. Kaşları çok hafifçe çatıldı ve dudakları kırıldığını belli edercesine büküldü.

Beni bu kadar sevmemeliydi. Bana değer verecekti ve kötüye doğru gitmeye başladığımda üzülecekti. O zaman onu neyle avutacaktım?

"Öyle diyorsan." diyerek iç geçirdi. Bakışları yere kaymıştı ve çehresi üzgün duruşunu tamamlayarak hüzne bulanmıştı. Gözlerimi sıkıca yumarak onun bu görüntüsünü zihnimin tozlu raflarına kaldırdım. Ensemden sırtıma akan ter damlaları Selin'e destek verir gibi beni de endişelendirmişti, bir an önce normale dönmeliydim.

Ayaklarımı yataktan sarkıtarak tabanlarımı soğuk zeminle birleştirdim. Beklemediğim bir anda hafif bir titreme uğradı, ardından ayaklarım karıncalanmaya başladı. Sıcağın peşinden gelen soğuğun hipotermiye dönüşmesi, yoluna koyduğum işleri çıkmaza sokardı. Tutarsız adımlarımla banyoya girdiğimde Selin'in çatık kaşlarının beni takip ettiğini hissediyordum.

Banyonun soğukluğu suratıma çarptığında kollarımı bedenime doladım. Lavaboya doğru attığım her adım bilincimi donuklaştırıyormuş gibi kıpırdadıkça çoğu düşüncem zemine dökülüyordu. Lavabonun mermerine tutunarak musluktan akan suyu avuçladım, damlaların yüzüme değişiyle yeni doğan bir bebek gibi hayat bulmuştum. Ellerimin tersiyle boynumu ıslattım. İşimi çabuk hallederek aynada görmekten korktuğum suratımı ferahlatmıştım, kireç renginden domates kırmızısına döndüğüme şüphem yoktu.

Selin'in giydirdiğini umut ettiğim şortu çekiştirerek baldırlarımın biraz altına indirdim. Bedenimi teşhir etmekten nefret ediyordum, idare edilebilir bir fiziğim vardı ama bu bana açık seçik giyinme hakkını tanımıyordu. Kanser felaketiyle tanışmadan önceki hayatımda bile bu kadar kısa kıyafetler yoktu dolabımda, hal böyleyken belirli yerleri morarmış bacaklarımı ortalığa seremezdim.

Odaya ilerlerken bana yabancı olan sert bakışlarımı suratıma yapıştırdım, bu ifade tamamen sahteydi. Bu sert rolün ne kadar üstesinden geliyordum, bilmiyordum ama kendimi inanılmaz hayat dışı ve mutsuz hissediyordum. İçimdeki cansızlıkla banyo kapısını aralayıp içeriye girdim. Görüş açıma giren Canan Abla da odamdaki telaş zincirine dahil olmuş, elindeki buz torbalarını koyacağı, alevler içinde yanan bir beden arıyordu. İşte, buradaydım.

Beni gördüğünde, endişeye bulanan bakışlarını vücudumda gezdirdi; iyi olup olmadığıma böyle karar veriyordu. Ona belli belirsiz bir bakış atıp yatağa ilerledim, bugün hiç havam yoktu. Kimsenin nazını çekebileceğimi sanmıyordum, bitkin kelimelerin bile kenara saklanacağı bir yorgunluk vardı üzerimde.

Yatağıma uzanıp gözlerimi yumdum. Odadaki telaş ruhumu sıkıyor, zaten gram gram aldığım nefesi zehir ediyordu. Sadece huzur ve geniş yaylalar gibi bomboş, dümdüz bir zihne ihtiyacım vardı.

Selin ıslak bir bezi alnıma bastırmak için yeltendiğinde geri çekildim, anlık hareketim yüzünden kafamı yatak başlığına çarpmıştım.

"Hayır, istemiyorum." diye huysuzlandım. Selin'in gözlerinde biriken tek duygu nefret olmalıydı, git gide benden soğuyordu.

"Tamam." dedi tüm zehirli kelimeleri içine atarak. O da benim gibi sabırlıydı ama bir yerde patlayacağını ve içinde uykuya yatan harflerin üzerime döküleceğini hissediyordum.

Canan Abla çatık kaşlarıyla beni süzmeye başladığında dikizlemesindeki amacı çözmüştüm. Huysuzluğumun nedenini merak ediyordu, ben bile bilmezken nasıl bir açıklık getireceği ilgimi çekmişti.

"Ben seninle kim uğraşır biliyorum," dedi bıyık altından gülerken. Kaşlarım alayla havaya kalkarken Selin'i kolları altına almış, çıkışa doğru yürüyordu.

"Kimmiş o?" diye cırlamama rağmen tepki vermeden gitmişlerdi. Sinirle dudaklarımı kemirmeye başladım, eğer düşündüğüm kişiyse saklanacak delik aramalıydım, olası bir soba deliği bile işimi görürdü çünkü huzuru ararken kişilik bakımından buna tamamen ters olan birini yanımda istemezdim.

Çıkardığı seslerle odadaki sessizliği baltalayan saate baktım, gecenin üçüydü. Gözlerim şaşkınlıkla irileşirken saatin doğruluğunu kanıtlamak istercesine pencereye dikkat kesildim. Hava kararmıştı ve bu uzun bir süredir uyuduğumu gösteriyordu. Odadaki hastalıklı havadan derince bir nefes aldım. İçimdeki manasız sıkıntı ruhumu dikenli teller gibi sarmıştı. Beni bu denli huysuzlaştıran gece olmalıydı. Aslında normal şartlarda gecenin karmaşasıyla iyi anlaşırdık ama sebepsiz bir sıkıntı yüklenmişti omuzlarıma. Tuhaf, yoğun bir huzursuzluk damarlarımda çağlıyordu ve bulduğu ilk fırsatta altın vuruşu yapmak için pusuya yatmıştı. Evet, gece gelmişti ama karanlık sadece benim üzerime çökmüştü. Geceyi atlatana kadar yalnızlığıma sarılıp uyumalıydım, belki bir şarkı bile söylerdi yalnızlık bana. Hatta saçlarımı da okşardı. Yalnızlık annem olur, beni geceden koruyup saklardı.

Kapı hiç bir uyarı işareti vermeden açıldı ve sakin adımlarla Deniz içeriye girdi. Neredeyse yarı çıplak olan bedenimi yorganın altına gizleyerek bağırdım. "Ne işin var senin burada?"

Tiz sesime karşı yüzünü buruşturdu. "Bende tam onu soracaktım. Neden beni buraya çağırdılar?"

"Nerden bilebilirim?" diye yalan söyledim. Bu işin kimin başının altından çıktığını tahmin edebiliyordum ama hangi kan donduran yöntemle intikam alacağıma henüz karar verememiştim. Dişlerimi birbirine bastırdım ve yorgana gömüldüm.

Gözlerime kenetlenen gözleri derinlerde gizlediğim sırları gün ışığına çıkarmak ister gibi dikkatlice süzüyordu. Benimle göz irtibatını kesmeden ağır adımlarla koltuğa oturdu.

"Az çok tahmin edebiliyorum." dedi hedefi tutturduğunu tahmin edip gülerken. Yüzüne oturttuğu gülümseme hücrelerime kadar etki edebiliyorken nasıl buna karşı koyamadığımı merak ediyordum. Sonuçta olay; kaslarının gerilip dudaklarının burkulmasıydı. Ne diye bu kadar abartılıp mısralara konuk oluyordu ki bu gülümseme? Tek yönlü kıvrılan dudaklarına baktığımı anlayınca dudaklarında dilini gezdirdi.

Gözlerimi ondan kaçırıp avuçlarıma diktim. Avuçlarım da dahil tüm bedenimdeki kan çekilmiş, yanaklarımda birikmişti. Etrafımı saran utanç duygusunun dokunuşlarıyla kıpkırmızı kesilmiştim ama tasvirlendiği gibi al al olmamıştım ya da aşırı derecede pembeleşmemiştim. Sadece utanmıştım işte.

Ne diye bakıyorum ben adamın dudaklarına? Rezalet.

"Kızardın," dedi muzipçe. Sesinde bol miktarda alay vardı. "Neden acaba?"

Cevap torbamdan imdadıma yetişecek yanıtlar aradım ama ağzı büzülen torbamdan yardım gelmemişti.

"Yorgan terletti." dedim kendi kazdığım çukurdan kurtulmaya çalışarak.

Başını hafifçe salladı. "Çık o zaman oradan. Göçük altında kalmış gibi duruyorsun."

Anında itiraz etme gereği duydum.

"Yok, hayır. Kıyafetlerim uygun değil."

Cümlemin sonuna kadar sabırla beni izleyen gözleri, susmamla devrilmişti.

"Dışarıdan bakıldığında bile çocuğum gibi gözüküyorsun. Çıplak olsan da bir önemi yok." dedi bıkkın bir ses tonuyla. Eğer cidden normal bir insan kalıbında olup, süslü kızlardan biri gibi hissetseydim, bu lafı beni üzer miydi? Sonuçta hormonları olan bir kızdım ve bu lafın beni yaralaması gerekmez miydi? Üzülmediğim için bir kez daha kendimi hatalı hissettim ve zihnimdeki mantık süzgeci, konuşmasına yeşil ışık yaktığında yorganı üzerimden ittim. düştüğüm durumdan kurtulmak için bahane ettiğim yorgan gerçekten de terletmişti. Bacaklarımı kendime çekerek rahat bir pozisyon aldım.

Uyku bu gece bana uğramayacaktı anlaşılan. Deniz de gidecek gibi görünmüyordu, belki buraya kalmasını kendi lehime döndürebilirdim.

"Sporla uğraşıyor musun?" diye sordum. Odamda gezdirdiği mavi mücevherlerini bana çevirdi.

"Evet."

Ben sormadan hakkındaki en ufak bilgiyi bile sunmayacaktı.

"Hangi dal?"

"Yüzme." dediğinde gözlerim omuzlarına kaydı. Geniş omuzların şifresi çözülmüştü.

"Peki, zengin misin?" diye devam ettim analizime. Bu sorudan her türlü anlam ve kötü niyet çıkartılabilirdi ama o sadece baktı. Belki de çok anlamlı bakmıştı ama ben o bakışları anlamsız buldum.

"Belli değil," dedi, donuk bakışlarımdan anlam veremediğimi çıkarmış olacak ki devam etti. "Önümdeki engelleri kaldırırsam Türkiye'deki seçkin insanların başına ismimi yazdıracağım ama şimdilik tek kuruşum yok."

"Engel derken?" Yudum yudum hissettiğim bir karakteri vardı. Konuşurken ağzından çıkan her harf insanı kendine bağlıyordu.

"Böyle saçları kırlaşan, bakışları itici ve boğazında kalıcı izin olan bir herif." diye betimlediği adamı gözümde canlandırdım, zihnimdeki tanıdık biriyle eşleşmişti.

"Sedat Bey'den bahsediyorsun." dedim. Göz kırparak onayladı. Sedat Bey'den bahsederken kullandığı tiksinti dolu ifadeler aralarındaki geçimsizliği sergilemişti. Nihayet Deniz'le ortak bir nokta bulmuştum, ikimiz de Sedat Bey'den haz etmiyorduk.

"Sedat Bey senin için neden bir engel olsun ki?" diye sordum. Aklımdan öylesine geçen bir soruymuş gibi dile getirmiştim ama Deniz özellikle sorduğumu anlamıştı. O, havada uçuşan toz tanelerinin varlığından bile haberdardı.

"Bunu da öğrenmen gerekmiyor." diyerek omuz silkti."Şimdilik."

"Her şeyi saklıyorsun. Ben sana nasıl güveneceğim?" diyerek itiraz moduna geçtim. Yaslandığı koltukta biraz öne eğildi ve alaylı ses tonuyla fısıldadı.

"Niye bana güvenecekmişsin ki? Ne alaka yani?"

Kilit soruydu bu. Benim onlarca soruma denk gelecek kadar ağırdı ve ancak yüreksiz bir adamdan kopabilirdi.Yüzümü ifadesiz tutmaya çalışarak "Haklısın." diye fısıldadım onun gibi. Tüm enerjimi tek sorusuyla sömürmüştü, kolumu kıpırdatmaya yetecek güç bedenimden ayrıştırılmış gibiydi.

"Bir dahaki sefere çocuk gibi davranıp beni buraya getirtme." dedi eğlendiğini belli eden bir ses tonuyla. Bakışlarımı yeni, kokusuz çarşafımdan çekmedim. Deniz'le iletişim kurmak istemiyordum açıkçası. Kısıtlı zamanımı, alaylı ifadeleriyle ziyan edecek bir adamla sohbet etmek pekte cazip değildi.

"Bir dahaki sefer benim aksime yetişkin gibi davranıp buraya gelme o zaman." diye yapıştırdım lafı. Yüzüne çok az bir süre yayılan şaşkınlık ifadesi, Deniz kaşlarını çatana kadar beni gülümsetebilmişti.

"Bak, ne diyeceğim," dedi artistik gülüşü odayı aydınlatırken. Kötü adam gülüşü diye sınıflandırabileceğim kadar tehdit barındırıyordu tebessümü. "Sen benimle düzgün konuş, ben de canını yakmayayım. Gerçekten ödetirim."

"Can yakmak mı, dövecek misin yoksa?" dedim alayla. İçimde yeni yeni ortaya çıkan cesaretle gardımı alıp Deniz'e diklenmiştim, ya da henüz geçmeyen ateşim başıma vurmuştu.

"Sence sadece fiziksel olarak mı can yanar?"

Bunu bana mı soruyordu? Yediği her iğnede ruhu eriyen, ölümü kalbinde misafir eden bana mı?

"Bende yanacak bir can kaldı mı, onu bile bilmiyorum." diye fısıldadım. Bedenimin ifşa etmeyi dilediği çok şey vardı, kollarımı açıp aldığım tüm yaraları göstererek tanımını yapmak istediğim bir çok terim deli gibi dolanıyordu aklımda.

"Fazla karamsarsın. Kendini bir ölüden farklı görmemen sinirimi bozmaya başladı." diye homurdandı. Dakikalardır hareketsiz kaldığı koltukta nihayet bir canlılık belirtisi göstererek kıpırdanmıştı.

"Farkım var sanki." diyerek omuz silktim. Kaşlarının çatılmasına anlam verememiştim ama o, çok derin bir konunun içindeymiş gibi ciddiyete bürünmüştü.

"Sana verilen yaşamın değerini bilmiyorsun, yorgun olmasam sana ölüler ile ilgili iyi bir nutuk çekerdim."

"Kusura bakma ama herkes senin gibi mükemmeli yaşamıyor. Asıl değer bilmeyen sensin." diye çıkıştım. Ne yaşadığımı bilmeden, önyargılarının yönettiği beyinleriyle hayatıma karışan insanlardan nefret ediyordum. Bunun tamamıyla somut bir örneği olan Deniz'le tartışmaktan asla çekinmezdim.

"Ben mükemmeli falan yaşamıyorum. Kafanda kurduğun şeylere göre hareket edip sinirlerimi bozma." dedi ateş saçan gözlerini bana dikerek. Tırnaklarımı avucuma delecek kadar sert bir şekilde bastırdım. Kafamda hiç bir şey kurmamıştım, mükemmeli yaşadığı çıplak gözle bile seçiliyordu. Yüzü; sadece gözleri bile ispatımdı.

"Ben kabul etmişim ölülerden farkım olmadığını, sen kabul etmesen kaç yazar?" dediğimde ruhsuz bir bakış attı. Damarına bastığımı düşünüyordum, onun fikrinin önemsizliğini dile getirip ikinci plana atmıştım ki bu bana göre Deniz'i kızdıracak bir şeydi.

"Ben bir ölüyüm, modundan kurtul artık." diye sinirle soludu. Her hareketini ayrı bir titizlikle tarıyor ve değerlendiriyordum.

"Sen kabullen bence, şu karşındaki küçük kız birkaç ay sonra seninle tartışamayabilir bile." diyerek tezimin arkasında durmaya devam ettim. Mavi gözlerinin karardığını ve tehlikenin arttığını sezmeme rağmen geri adım atmak istememiştim.

Cevap vermesini beklerken birden üzerime yürüdü ve kucağıma yerleştirdiğim bileğimi kavradı. Ben daha şaşkınlık evresini atlamadan aşırı güç kullanarak bedenimi yataktan çıkarmıştı. Otururken iyi kötü idare ettiğim atlet ve şort ayaktayken fazla dikkat çekici oluyordu. Boşta kalan elim atletime gidecekken ikinci bir atakla öne doğru savruldum. Koridora çıktığımızı anladığımda gözlerim iri iri olmuştu.

"Ne yapıyorsun?" diyerek Deniz'e çıkıştım ama beni duymazlıktan gelerek koridorun sonuna doğru çekiştirmeye devam etti. Yalın ayaklarım, koridordaki fayanslara değdiğinde ürpermiştim. Deniz'in ayağında kalitesi tartışılamaz spor ayakkabıları vardı ve şikayetçi görünmüyordu. Ayaklarımın yere vurarak çıkardığı ses merdivenlere geldiğimizde son buldu.

"Odama dönmek istiyorum, bırak!" diyerek kavradığı bileğimi çekmeye çalıştım. Zift karasına dönen gözlerinin odağına beni aldığında binlerce volt elektrikle çarpılmayı tatmıştım. İlk fırsatta özgürlüğüne kavuşacak kelimeler korkarak gerilere kaçtı.

"Sen bu kafayla odandan önce mezara girersin." dedi acımasızca. Dehşete düşen yüz ifademi görmesine rağmen kelimeleri tereddütsüz çıkmıştı dudaklarından. Sonrasında bile pişman değildi.

Beni de peşinde sürükleyerek merdivenleri hızla inmeye başladığında nedeni belirsiz gözyaşlarım gözlerime sığınmıştı. Sulanan ve alev alan gözlerimi kırpıştırarak nefes alışverişlerimi dizginlemeye çalıştım. Ağlamamak konusunda ciddi bir çizgim vardı, bunu Deniz uğruna bozmayacaktım. Bileğime gömülen parmaklarını keskin bir tavırla çektiğinde düşüncelerim kağıda damlatılan mürekkep misali dağıldı. Bir eskitme fayans daha çıplak ayaklarımın altından kaydığında soluğumu kaybeder gibi oldum. Merdivenleri bu kadar acele ederek inmeye gücüm yoktu, normal zamanlarda bile duraklamam gerekiyordu.

"Yavaşla," diye yalvardım ama aldırmadan, hatta hızını arttırarak giriş kata indi. Nefes nefese kalmış bir halde, ayaklarımı yere sürterek durmaya çalıştım ama bileğimdeki sert tutuşu kararıma saygı duymadan çekmeye devam etti. Bu işin sonunda bileklik niyetine kullanabileceğim bir kızarıklık oluşacağı netti.

"Deniz," dedim kararlı ses tonumla. "Yoruldum, dursana."

Oksijenin ciğerlerime yerleşmek için çırpınışı boğazımdaki acıyı alevlendirdi. Öksürerek kurtulmaya çalışınca boğazlarım tahriş olmuştu. Gözlerimi yumarak olayı Deniz'in akışına bıraktım, en kötü dengemi kaybedip merdivenlerden yuvarlanırdım. Bir kaç kırıkla da güzel geçerdi günler.

Sallantılar bitince merak ederek geldiğimiz yere baktım.

Karşıma dikilen 4 harf geleceğim, korktuğum, kaçtığımdı. İliklerime kadar donduğumu hissettim, az önce boğazımı yırtmaya hevesli çığlıklarım, sessizlik çukuruna gömülmüştü.

Sertçe yutkundum, Deniz beni oraya sokacak kadar acımasız olamazdı. Yapmazdı, değil mi? Nefretin ebediyete kadar kazındığı kalpler bile göz yummazdı buna.

"Bırak," diye bağırdım."Girmem ben oraya."

Çırpınışlarım bir sonuç vermemişti, tekmesini kapıya geçirdi ve demir kapı içerideki soğuğu dışarı salarak açıldı. Deniz, beni koca bir tabelanın üzerine büyük puntolarla yazılan morga sokarken titrediğime emindim.

Sessizlik, hiç bu kadar korkutmamıştı beni. Boğazımdan korkuma tercüman olacak bir hıçkırık yükseldi. Etraf zifiri karanlıktı, aydınlık sadece Deniz'in gözlerinde saklıydı. Işıkların açılmasıyla karşıma çıkacaklardan korktuğum için gözlerimi sıkıca yumdum. Gözlerimde biriken yaşlar sırasını beklemeden dökülmeye başladı.

"Bakalım ölülerden farkın var mıymış?" dedi Deniz buz gibi bir sesle. Sesi tenime çarptığında, odanın soğuğundan bin kat daha çok üşütmüştü.

Kısa bir 'tık' sesinden sonra yumduğum gözlerimi sızlatacak bir ışık belirdi. Gözlerimi yıllar sonra ilk defa gören bir kör gibi yavaşça araladım. Tavanda sıra sıra dizilen floresan lambalar, yerdeki tozlu zemini aydınlatıyordu. Yan yana dizilmiş, geniş kapaklı dolaplardan yayılan ve formalinin bile bastıramadığı hafif çürük bir koku vardı. Aydınlığa kavuşmaya tam olarak alışamayan gözlerim Deniz'e kayınca yüzünün gerildiğini gördüm. Benim gibi yüzünü buruşturmamış ya da gözlerini irileştirmemiş olması etkilenmediğini gösteriyordu. Bir insanın ölülerin yanında bulunmaktan etkilenmemesi, tartışmalara günler boyu konu olacak bir soruydu.

Beni içinde boğan gözleri etrafı taradı ve belirli bir noktada sabit kalmadan gezindi. Büyük ve numaralarla birbirinden ayrılan panoyu görünce bileğimi bıraktı. Yürürken çıkardığı adım seslerindeki ritim bile buradan gitmem için yeterliydi. Başımı, kapıya olan uzaklığı tartmak için çevirdim. Daha kapının varlığını seçemeden Deniz,"Sakın kaçmayı düşünme." dedi hırıltılı bir sesle. Babasından azar yiyen çocuklar gibi hissetmiştim. Bir de televizyon izlememe cezası alırsam tam olacaktı. Gerçi ben o cezayı bayağı önce almıştım, şöyle bir yedi ay önce falan.

Panodan gözüne kestirdiği anahtarı alarak çelik dolaplardan birine uzandı."Buraya gel."

Kulaklarıma sataşan kelimeleri umursamadan olduğum yerde, kapıya en yakın noktada durmaya devam ettim. Acil bir durumda ilk işim kaçmak olacaktı.

Morgu tavandaki aydınlatmalardan daha fazla ışıtan gözleri bana döndüğünde bir adım geri çekildim. El feneri kadar parlak bakışları beni mıknatıs gibi kendine çektiğinde adımlarıma yansıyan çaresizlikle ona yürüdüm. Ölülerin kokmaması için kullanılan soğutucuların önünden geçerken titremem artmıştı.

Deniz'in yanına geldiğimde anahtarları, geniş kapakları olan dolabı açmak için kullandı. Dolabın içinden çıkacaklar bilinçaltıma korku tohumları saplarken endişeyle Deniz'e tutundum. Midemdeki kramplar sancıya dönüşürken derin bir nefes aldım. Kalbim tekliyordu ve zihnimin duvarlarından dökülen duygular tanıdıktı, ölüm korkusu.

"Deniz, ne olur, yapma." dedim titreyen sesimle. Bir an bile kararsızlıkta kalmadan dolabı açtı ve içerideki sedyeyi çekti. Kalbim sökülüyormuş gibi acı dolu bir çığlık çıktı dudaklarımdan. Geriye kaçmak istedim ama Deniz tek elini belime sararak hareketime imkan tanımadı. Gözlerimin kenarında biriken ve akmamak için kirpiklerime tutunan yaşlar, beni daha çok zorluyordu. Morarmış, kahverengiye dönmeye başlayan bedenden burnuma çarpan koku damaklarımdaki zehir tadının yoğunluğunu arttırırken Deniz'in sabit bakışları rahat bir tavırla cesedin üzerinde gezindi. Orta yaşlarda, hafif kilolu ve karnında dikili bir yarık olan bir ölüydü. Mahrem yeri bedeninin rengine tezat beyaz bir örtüyle kapatılmıştı ama o örtü, adamın gözlerini kapatmıyordu. Adamın gözleri kurumuş ve içinde zerre kadar sıvı taşımaz hale gelmişti, şuan çığlık atmama sebep olan gözlerin ölüm soğuğunu tatmadan önce parıldadığına emindim.

Cesedin bir kaç haftadır burada olduğunu kanıtlayan çürük kokusu burnumu sızlattı, kokunun yakıcılığı üzerime sinerken nefesime karıştıkça boğazımı acıtıyordu.

"Hadi, başlayalım." diyerek belimdeki elini çekip avuçlarını birbirine sürttü. Neye başlayacaktık? Şu durumda tek isteğim buradan kaçıp gitmekken onunla ortaklaşa bir şey yapmaya girişmeyecektim. Gözlerimi kapatıp açtım ama morg, gerçekti. Kanlı bir film sahnesini çağrıştıran bu havayı solumak bile ruhumu yaşlandırmıştı.

Cesede iyice yaklaşarak adamın bileğine iliştirilen kartta göz gezdirdi. "Seyit Yılmaz, 34 yaşında." dedi normal bir konuşmanın içindeymişiz gibi.

"Yapma." Zihninde dönen uğursuz çarkların sesi iyi şeyler fısıldamıyordu kulağıma.

Avuçlarını adamın yattığı sedyeye bastırarak toplantıdaki iş adamı pozisyonu aldı. "Neyiniz benziyor, Ada?"

Midem sözlerindeki ima altında bir enkaz haline gelmişti, karşımdaki bedende gördüğüm kurumuş kan izleri zihnime sataşırken korkunun esiri olmuştum. Nasıl ölmüştü bu adam? Evine gitmek üzere çıktığı yolda bir araba mı çarpmıştı yoksa yıllardır pençesinde can çekiştiği bir hastalığın kurbanı mı olmuştu? Kim bilir, belki de intihar etmişti?

Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak boğazımı acıtan çığlıkların önünü kestim. Avuçlarımı sıkarak sabretmeye çalışıyordum. Bağırarak ağlamamak için, sesim kısılana kadar çığlık atmamak için sabrediyordum.

"Ölüyüm demesini biliyorsun. Hadi açıkla." diyerek sesini yükselttiğinde dudağımı serbest bıraktım ve bastıramadığım korkumu içinde saklayan hıçkırığım etrafa dağıldı. Gözyaşlarım acizliğimi tescillemek istercesine bir yığın halinde yanaklarıma dökülürken sedyeden kaçmaya çalışmıştım ama Deniz arkamda belirerek beni öne doğru hafifçe itti. Savrulan ellerim cesede değdiğinde çığlıklarımı durduramaz hale gelmiştim.Yapmamalıydı, bunu bana yapmamalıydı.

"Sana yapma dedim." diye bağırdım. Ağzımdan çıkan kelimelerin bir mantığı yoktu, aynı şeyleri tekrar edip duruyordum.

"Ne yapma? Sen değil miydin ben bir ölüyüm diyen?" diye bağırdığında avuçlarımla yüzümü kapattım. Ben güçlü falan değildim. Kaldıramamıştım işte. Beni yüz yüze getirdiği ceset kadar ruhsuzdum. Zihnim şuan sadece ağlamaya ve bağırmaya odaklanmıştı.

Bacaklarım fırtınanın ortasında tek başına kalmış zavallı bir kedi gibi titriyordu.

"Bu cesetle neyin bir olabilir? O soğuk!" Bir kez daha gücünün yettiği kadar bağırmıştı. Buradan kaçıp gitmeye yetecek kadar mantığım vardı ama gücüm yoktu. Tüm kaslarımdaki enerji tükenmişti. "Sen sıcacıksın."

"Senin elin kolun hareket ediyor ama bu adam bir daha nefes bile alamayacak! " Bir kez daha bağırdı. Çok yakınımdaydı ama bağırıyordu. Amacının sesini bana duyurmak olmadığını biliyordum, söylediklerindeki her harfi zihnime kazımaktı.

Gözümdeki yaşlar ortama ayak uydurarak dökülmeye devam etti, ciğerlerim avuç içinde sıkılan bir sünger gibi ufalmıştı, göğsümden yayılan bir duygu birikintisi vardı ama net seçemiyordum. Düşünmeye çalıştığım her harf sadece yeni bir karmaşa yaratıyordu

Kalbimin ortasına saplanan bir hançer, kanını gözyaşlarımla akıtıyordu sanki. Kapandıkça deşilen yara, olması gerekenden daha çok kanıyordu ama durduran yoktu çünkü ortada bilindik bir gerçek vardı, bazı yaralar kapanmazdı. Ve hançer, Deniz'in sesiydi. Susmuyordu bir türlü.

Sert eli göğsümün biraz altına kapandığında gözlerimi açtım. Dudaklarından üflediği ılık nefesi yüzüme çarpıyordu, bakışlarına çöken duman yüzünden aramızda bir sis perdesi var gibiydi.

"Sende bu var, Ada." diye fısıldadı dudaklarıma doğru. Bahsettiği şey elinin altında çırpınarak odayı inleten kalbimdi. "Bu, seni yücelten şey."

Ve sustu. Darmaduman ettiği zihnime son dokunuşunu yaparak susmuştu. Bir kaç dakika, ya da saatler boyu, eli kalbimin üstünde kaldı. Her bir parmağı, acizliğimden birer parça koparmıştı ve şimdi, çaresizliğin son demlerini yaşıyordum.

"Teşekkür ederim."diyerek yenilgiyi kabul ettim. Gözümü açmamı sağlamıştı, kaba bir şekilde.

Güçsüzlüğüm, bu zamana dek hiç bu kadar incitmemişti beni. Boyun eğmemek, söylenenleri ne olursa olsun kabullenmek özüme bulaşmış bir lanet gibiydi. Söküp atamadığım bir alışkanlıktı. Şu dakikaya kadar zararını göstermemişti ama biriken tüm zehir bir anda işlemişti kalbime. Ben acizdim, kim ne derse desin umut denecek şey benim için artık toprak altında kalmış basit bir laftı.

Çocukluğumdan beri yaşadığım her olay zihnimin duvarlarına asılmıştı ve hala tazeliğini koruyordu. Aslında ben insana yabancı biri değildim, binaların yıkıcı esaretinden kurtulmak için dışarıya adımınızı attığınız andan itibaren benim varlığımla tanışırdınız. Yolda yürüyen annesinin eline, yüreğindeki saf şefkatle sarılan bir çocuktum ben; köşe başındaki ciğercinin önünde bekleyen o meraklı ve sürekli aç gezen kedi de olabilirdim. Çünkü Ada Çağan bir avuç et ve kemikten değil, duygulardan yaratılmıştı, hissedilen her duygunun perde arkasında ben vardım.

Morgun giriş kapısından gelen hararetli sesler kalbimin gürültüsünü bastırmıştı, sessiz bir ortamda gümbürdeyen kalbimin kulak tırmalayacağı kesindi. Deniz beni merdivenlerden sürüklerken birilerinin dikkatini çekmiş olmalıydık, seri hareketler hastanede çok az rastlanan bir şeydi sonuçta. Kanserli insanların yaptıkları en uçuk şey, nefes almaktı.

Deniz dilini dudaklarında gezdirdikten sonra kulağıma yaklaştı. Belki de yılların bana çektirdiği acı, Deniz'in sözlerinin yanında ufacık kalmıştı. "Oyun bitti, ufaklık. Bundan sonra benim sözüme karşı çıkmadan önce iyi düşünürsün."

Neler olup bittiğini anlamamı sağlayacak zihnim devre dışı olduğundan ağzımdan bir "Ne?" ifadesi çıkmıştı.

Gözlerinin kenarları kırışacak şekilde gülümsedi, takvimdeki rakamlar hangi hızda değişirse değişsin, ben bu gülüşü gördüğümde yine aynı heyecanı tadacaktım. Düşüncelerime de sıçrayan acizlikle başımı iki yana salladım, tüm duygularım toz tanecikleri gibi ayrı bir tarafa savrulmuştu. Şuan için zeka izlerini taşıyan bir fikri meydana çıkaramazdım, aklım çok karışıktı. Dışarıdaki sesler çoğalıp dikkatimi dağıttığı için Deniz'e odaklanmam zaman almıştı ama onun gözleri kıpırdamaksızın takipteydi.

"Seni buraya getirmemdeki sebebin, fikirlerini değiştirmek olduğunu sanmadın umarım." dedi ve ona karşı beslediğim nefret ve güven de dahil tüm duygulara sert bir tekme indirdi.

"Aptal cesaretinle beni sırılsıklam ettin ve lafımı ikilettin. Şimdi de bedelini korkarak ödemiş oldun." dedi alayla.

Acizliğim, zavallılığım bu sefer tam anlamıyla koymuştu bana.Ben acılara gebeydim, biri bittikçe diğeri doğuyordu ve bunu durdurmanın bir yolu yoktu. Tanrı benim hayatımı bir kızağa yerleştirmiş, iplerini başka hayatların ellerine tutuşturmuştu. Onlar ne tarafa çekerse o tarafa savruluyordum.

Ben çaylak hemşirelerin iğnelerini denemek için kobay olarak kullandığı, kanserin sıkıldığında bir oyuncak olarak el değiştirdiği bir kızken şimdi de Deniz oynamıştı benimle, çok mu?

"Sen..." diyebildim sadece. Ne diyebilirdim ki? Bir kızı korkularıyla alt etmek her şerefsizin harcı değildi, takdiri hakediyordu ama şuan dudaklarımdan dökülecek sahte takdir kelimelerinin bile zehir saçacağını biliyordum.

"Bana güvenme demiştim." dedi sesini yükselterek. "Ya, düşün. Sen kim, ben kim? Neyime güveniyorsun? Sen bu kadar saf mısın?"

Durum git gide kontrol dışına çıkarken duru bir sakinlikle onu seyrediyordum, bu bulunmaz bir fırsattı. Öfkenin tırnakları tenime gömülüyken ona bir daha gerçek bir hayranlıkla bakabileceğimi sanmıyordu, bu yüzden cesur bakışlarımla onun güzelliğindeki gizemini deşifre etmeye çalışmaktan çekinmedim. Cennetten kovulmuş bir melek misali ölümcül bir güzelliği vardı, yaratılışımızda alnımıza sürülen kusurlar onda süzgeçten geçirilmiş gibiydi. Kahredici bakışlarını yansıtan mavi gözleri, kelime hânemin sınırlarını zorluyordu, bende ona uygun mükemmellik sıfatları yoktu ama illa nitelemek gerekseydi, vereceğim cevap kusursuz olurdu. O kusursuzdu. Belki de değildi, bilmiyorum. Şu can alıcı dakikalarda, dudaklardan morgun pisliğine karışacak bir af cümlesi dahi zihin bulandıracaktı, hissetme devrelerim yanmış gibi bir kaç dakika dümdüz baktım.

İçeride esen soğuk havayla kendiliğinden kapanmış olan kapıyı açmaya çalışıyordu birileri, kilit yerinde dönen metalin sesini duyabiliyordum.

"Senden nefret etmiyorum Deniz, " dedim yeniden akmaya başlayan gözyaşlarımın arasından. Tuzlu su görüşümü bulanıklaştırmasına rağmen Deniz'in yüzündeki öfke kendini hissettiriyordu. "Nefret kadar yüce bir duygu için çok alçaksın."

Kaşlarını çattı ama konuşmadı. Sadece, gözlerinin ardındaki saydam duvar paramparça olup kalıntıları yüzüne dökülürken bir an ifadesi bozuldu.

"Fark etmemi sağladığın için teşekkür ederim." diye fısıldadım.

Duygu yüklü ağır manaları sırtlamış kelimelerim samimiydi, karakterini kanıtlama hırsı bana ciddi anlamda yol göstermişti.

Kimliğini kaybederek sonsuzluğa yolcu edilmiş cesete yaklaşıp korkumu bir kenara fırlatarak sedyeyi olanca gücümle ittim. Sedyenin tekerlekleri raylı sistemde biraz sürtündü ve hafif bir tıkırtıyla yerine oturdu. Deniz'in egosu uğruna bu bedeni rahatsız etmeye hakkımız yoktu. Dolabın kapağını yavaşça kapatırken tehlikeli gözler beni takip ediyordu ama etkisini zerre kadar hissetmiyordum. Söylediklerinden sonra pek bir pahası yoktu bakışlarının.

Kapının ardındaki, Deniz'in oyununa katılmak isteyen davetsiz misafirlerin "Kim var orada?" gibi sıradan çağrıları artmıştı. Ağrıyan gözlerimi ovaladım, kızarıp şiştiklerine emindim.

"Ada," Deniz'in sesi artık, mideme tekme atılmış hissi veriyor, kulaklarım onun sesini duyduğunda sağır olmayı diliyordu.

"Bir şey duymak istemiyorum." dedim çıkışa doğru yürürken. Dudaklarım titriyordu, boğazlarım kaskatı kesildiğinden kelimelerim dağınık çıkmıştı. Üzerimdeki kıyafetlerin varlığını unutmuş gibi hareket ediyordum, normalde bir erkeğin yanında atlet ve şortla bulunsam yanaklarım alev almaya başlardı ama şimdi beni kızartan tek şey öfkeydi. Dışa vuramadığım öfke içimdeki alevi körüklüyordu.

Benim başıma belaydı öfkem. Sinirlendiğimde bağırıp çağıramazdım, çığlığım içimde hapsolurdu. Bir hap misali yutardım öfkeyi, midemde saklardım. Ama korktuğumda gök gürültüsüne benzer bağırtılar kopardı boğazımdan. Öfke ve nefretin ince çizgisinde kalakalmıştım.

"İddayı kaybetmemek için bağırmıyor olman çok," Kapıya yaklaşan adımlarım sesini duymamla yere sabitlendi. "Zavallıca."

Ne diyordu bu çocuk, hala o aptal iddaa olayının sarhoşluğunda mıydı? Sessizliğimi niye saçma sapan şeylere yorumlayıp beni üzüyordu?

"Bana zavallı deme!" diye bağırdım arkamı dönerek. Deniz'in yüzüne ufak bir şaşkınlık ifadesi konduran acı dolu ses boğazımı yakarak morgu doldurmuştu. "Ben zavallı falan değilim. Susmamı buna mı yorumluyorsun?"

Zihnimin boş sokaklarında, ellerindeki içki şişeleriyle dolaşan bir grup serseri vardı. Mantığımı yerle bir ederek kontrolü kendi ellerine almışlardı, ağzımdan dökülen hiçbir kelime saf değildi. Tüm harflerim nefrete batırılmıştı.

"Bana muhtaçsın, her ne elde etmeye çalışıyorsan zavallı gördüğün bana muhtaçsın. Çok belli ediyorsun." dediğimde deprem etkisi yaratan adımlarının rotasını bana çevirerek aramızdaki mesafeyi kapattı.

Bedenini kullanarak beni itmesiyle sırtım, ruhu ayıklanmış bedenlerin gizlendiği çelik dolaplara çarptı. Dudaklarımdan canımın yandığını belli eden yüksek sesli bir inleme döküldü.

"Sana muhtaç değilim," dedi ellerini omuzlarımın üstünden dolaba yerleştirirken. Arkamdaki bedenlerin varlığını unutmaya çalıştım, aksi takdirde korku yine kapımı çalacaktı.

"Senin gibi ölüme bu kadar yakın bir kıza bel bağlayacağımı düşünmen de aptallığının ispatı oldu, ufaklık. Kısa günün kârı."

Kulaklarım bu sözleri duymayı, beynim algılamayı inatla reddediyordu. Bir yanım dalga geçtiğini söylemesi için yanıp tutuşurken diğer yanım sıktığım yumruklarımı Deniz'in yüzüne geçirmem için yeşil ışığı yakmıştı.

Üzerime baskı uygulayan bedeninden hafif bir koku yayılıyordu. Hiç bir tasviri yoktu bu kokunun, betimlemesi sayfalar dolusu mürekkep tüketecek kokuyu soludum ısrarla.

"Ölüyor olduğumu kabullenmene sevindim." dedim buruk bir gülümsemeyle. Bağırmak neyi değiştirecekti?

Bu Dünya'da bir şeyleri değiştirmek öfkenin buyruğu altında olabilirdi ama benim dünyamın gişelerinde öfkenin hükmü son buluyordu. Gülümsememe şaşırdı, deli gibi bağırmam gereken yerde bu kadar sakin kalmam gözlerinde biriken şaşkın ifadeyi yoğunlaştırmıştı.

"Neyse ne," Yüzünü boynuma yaklaştırdı. "Bundan sonra uslu bir kız olmaya bak."

Yanağını boynuma bastırırken bile sert ifadesinden taviz vermemişti. Bunu neden yaptığını bilmiyordum ama kokusu itiraz etmeme izin vermiyordu. Boynumda yeşeren nabız seslerimi dinlerken bileklerimi sımsıkı tutmuştu. Morgun ruhsuz havasına aykırı kalp sesim, büyük bir çağlayanı anımsatarak gürültüyle çarpıyordu. Başımı istemsizce geriye atmamla yüzünü saklayabileceği alan daha da genişledi. Yüzünü boynuma iyice bastırdı, kalbim yerinden çıkacaktı. Çok az kalmıştı.

"Güven denen saçma duyguya aldanma, Ada."

Zihnimin küflenen her duvarında kazılı, her harfi ayrı bir hayal kırıklığı olan değişmez cümlemdi bu. Deniz varsa güven yoktur.

Odayı dolduran ve ölülere nispet yaparak hızla atan kalbimin sesini dışarıdaki kalabalığın uğultusu ezmişti. Kapı, dakikalardır uğraşılan kilidinin kırılmasıyla açıldı, oysa Deniz sadece bir tekmeyle halletmişti. Kaşlarımı çatarak Deniz ve onunla bağlantılı tüm düşünceleri aklımdan uzaklaştırdım. Bundan sonra üzerimdeki etkisini en aza indirecektim. Deniz, yüzünü boynumdan çekerek siyaha dönen gözlerini kapıya çevirdi. "Bugünlük veda vakti, iyi geceler."

Ellerini cebine soktu ve boynuma işlediği kokusunu bana emanet ederek kapıdan çıkıp gitti.

Emanetine iyi bakacaktım.

Continue Reading

You'll Also Like

6K 31 1
Evvelâ Vatan... Tam o anda omzuna dayanan bir ağırlık hissetti. Bu ağırlığa aşinaydı, uzun zamandır hissedememişti bu ağırlığı. Deyim yerindeyse dah...
20.4K 278 4
Merhaba ben deniz, Deniz. Böylede soğuk bir mizacı olan biri.. Kendi hayatının baş rolü.. Şanssızlığın beden bulmuş ruhu. Kedi misali dokuz canlı. Ba...
311K 19.9K 25
Bir serikatilin bordobereli olma hikâyesi. O ölümün elçisi. Gecenin sessizliği, ölümün ayak sesi. Dağların kızı ,Yurdunun komutanı. Adını bile anmaya...
1.6M 36.2K 44
Tam sınıftan çıkıcaktım ki gelen sesle dikildim kaldım."sen kal ada yapamadığın son soruya bakalım" OLUR OLUR HOCAM BAKALIM. Dırırııırıırıfırı Canı...