cherry blossom | pjm

By jisakura

233K 19.7K 18.3K

Wattys 2018 Uyarlamacılar Kazananı "dünyanın geri kalmış tüm toprak parçalarına çiçekler ekiyorsun, tüm dünya... More

🌸 çiçek kokulu giriş 桜
1 🌸 sevgi düşüşü hafifletir 桜
2 🌸 çocuk ellerimizle kardan evler yapardık 桜
3 🌸 bana şarkı söyle 桜
4 🌸 beni yalnız bırak(ma) 桜
5 🌸 cesaretim küçüklüğümden 桜
6 🌸 hayal kurmayı bıraktıran şeyler 桜
7 🌸 saçlara güzel davranan erkek kırmaktan korkar 桜
8 🌸 her şey 'birlik'te 桜
9 🌸 ilk kavga ilk aşktandı belki 桜
10 🌸 darılma bana, hepsi sevdiğimden 桜
11 🌸 korkma, yanındayım 桜
12 🌸 hayalim olur musun? 桜
13 🌸 yağmurla akan gözyaşı 桜
14 🌸 sıkıca sarıl, ağladıkça iyiyim 桜
15 🌸 notalara saklanmış umut kırıntıları 桜
16 🌸 kalp yorgunluğumun sebebi misin? 桜
17 🌸 hislerimi arkama sakladım 桜
18 🌸 hiç mi ayrılmayacağız? 桜
19 🌸 yıldızlara sarıldık bu gece 桜
20 🌸 kiraz çiçeklerinin kaderi 桜
21 🌸 bencillik yapıp 'kal' diyemedim 桜
22 🌸 sen gittiğinde soldum 桜
23 🌸 tavus kuşunun renkleri kayboluyor 桜
24 🌸 kaç bahar geçti üstünden 桜
25 🌸 ansızın gelen kavalye 桜
26 🌸 la vie en rose 桜
27 🌸 ayrılıklar, hep bir başlangıç 桜
28 🌸 uğruna feda ettiklerim 桜
29 🌸 keşke, şakaydı diyebilsem 桜
30 🌸 en çok öpücükler can yakar 桜
31 🌸 söyle sevgilim, bileyim 桜
32 🌸 bir adam çok sevdi, kaybetti 桜
33 🌸 portakallı turta 桜
34 🌸 kâbuslarımda da güzelsin 桜
35 🌸 fırtına öncesi sensizlik 桜
36 🌸 nefesinden tanırım seni 桜
37 🌸 zehrimi aldı kokun, ben yine sen oldum 桜
38 🌸 ben severken öldürüyorum 桜
40 🌸 sona geldik pt.I 桜
40 🌸 sona geldik pt. II 桜
🌸 çiçek kokulu kapanış 桜
🌸 sen benim en güzel yaramsın 桜
🌸 olmuyor işte, ne için bu çaba? 桜
minik bir teşekkür

39 🌸 söz, unutursak mutlu olacağız 桜

3.7K 335 350
By jisakura

"Sonra: "Bir yerlerde bir ırmak olduğunu düşünüp duruyorum," dedi. "Suları coşkun bir ırmak. Suyun içinde iki kişi var ve birbirlerine tutunmaya çalışıyorlar, bütün güçleriyle uğraşıyorlar, ama sonunda dayanamıyorlar. Akıntı çok kuvvetli. Birbirlerini bırakmak, ayrı yerlere sürüklenmek zorundalar. Sanırım bizim durumumuz da bu. Çok yazık, Kath, çünkü birbirimizi bütün hayatımız boyunca sevdik. Ama sonuçta, sonsuza kadar birlikte olamayız."

İçim titriyordu.

Korkudan,üzüntüden,özlemden,suallerden... Kafamı nere çevirsem başka bir beyazlık görüyordum. Bomboş bir yalnızlıkla kaplı dopdolu bir beyazlıktı bu. Canımı acıtıyor, canımı benden alıyordu.

Narin bedeni öylece beyazlığın altında uzanırken, ritmik hareketlerle inip kalkan göğüs kafesiydi umudum. Eline uzanıp tuttuğumda sıcaklığıydı, çok ama çok sessiz de olsa nefesleriydi. Yaşıyordu, benim Sujin'im yaşıyordu. On sekizine ölüm tehlikesiyle giren minik bedeni, yeni yılın ilk günlerinde hayata tutunuyordu.

Ona sormak istediğim binlerce soru, yalnızlıkla geçen ayların hesabı vardı ama hiçbiri o kadar da önemli değildi. Şimdilik, sadece o güzel gözlerini açmasını istiyordum. Tek adım, beni ona götürecek tek adım oydu ve bekleyiş saatler, günler sürse dahi pes etmeyecektim.

Nitekim kalbimde ona bakarken gölgelenmemi sağlayan derin bir yara vardı. Sorular çok önemli değildi belki ama hisler öyle değildi. Bir anda kafamdan atıp savuşturamıyordum. Oradan atsam kalbimden gitmiyordu. Çehresine her baktığımda benden sakladığı o büyük sırrı hatırlıyordum. Sonra kendi yaptıklarımı, onun benim için fedakarlık ettiği anlarda kendi düşündüklerimi... Farkında olmadan ona yaşattığım onca şeyin hesabı öylesine ağırdı ki, asla eskisi gibi olabileceğimi sanmıyordum.

Sujin ben yurttan perişan halde döndüğümde ameliyattan çıkmıştı. Yun'un dediğine göre ameliyatı başarılıydı fakat çok fazla kan kaybettiği için müşahede altında tutulmalıydı. Yoğun bakımda geçen iki gecenin ardından işte, şimdi normal bir odadaydı. Yanından bir saniye olsun ayrılmak niyetinde değildim ancak gerek Bangtan'ın gerekse Yun ve diğer yakınlarının baskısı, beni eve yollayıp duş alma, üzerini değiştirme, yemek yeme gibi sıradan aktiviteler için ondan ayırmıştı. Zaman zaman diğerleri odaya gelip refakat etse dahi ben yerinden oynatılamaz bir kaya gibi dikilmiştim.

Farkında değildim ama ölü gibi yaşıyordum. İki gün içerisinde uğradığım değişim yüzünden ruhum çöküşte gibiydi. Ona bir şey olacak, kaybedeceğim korkusu nefes bile almamı zorlaştırırken, bebeğin ölümü zihnimi daha çok yordu. Yoğun bakımdan çıkana kadar aydınlık olmamıştı bana, güneş hiç doğmamış kuşlar hiç cıvıldamamıştı.

"Bir şeyi kaybetmeden önce ona sahip olmak gerekir." Bir kitapta okumuştum bunu. Yazarı kimdi hatırlamıyorum ama beni hiç etkilememişti. Normal bir gerçeklikti çünkü, neden bir insan sahip olmadığı şeyi kaybedecekti ki?

Değildi. Hiç de öyle değildi.

Sahip olamadığım şeyi kaybetmiştim ben. Oluyormuş işte, sahip olamasan dahi kaybediyormuşsun. Önceden varlığından bihaber dahi olsan, kafanda tek bir hayal kurmamış dahi olsan biliyorsun, kaybediyorsun.

Bir idol olarak sorumluluklarımdan çok kaçtım. Yaşadığım travma nedeniyle tüm program askıya alındı ve üyeler desteklerini bir an olsun benden esirgemedi. Kafam yerinde değilken onlara nasıl davrandığımı hatırlayamasam da, biliyordum, onlar beni iyileştirmişti. Her zamanki gibi, yıkılırken onlar tutmuştu kollarımdan.

Oturduğum koltuktan kalkıp yatağının başucuna kadar ilerlerken, ayak tabanlarımdan tüm uzuvlarıma değin yükselen acıyı görmezden geldim. Sujin'in yastığının biraz üst kısmında bulduğum boşluğa yarımca oturup eğilince kokusunu alabileceğim konuma yerleştim. Onu böyle görmek içimi paramparça etse de sabırlı olmalıydım. İyileşeceğini, tekrardan gülümseyeceğini ve hayatına kaldığı yerden devam edeceğini biliyordum çünkü.

Kenardaki boş elini kavrayıp karnının üzerine çıkardım. Başparmağımla oval hareketlerle okşarken, bir taraftan da alnına dökülen koyu saçlarını kenara çekiyordum. Karamel renkli saçları, şimdi akmaya durmuş bir siyaha boyalıydı. Beyaz tenini daha çok ortaya çıkaran bu renk minik ve sivri burnuyla ona keskin bir hava katsa dahi, yine de gözümde ufak bir kız çocuğu gibi masumdu. Yakışmıştı. Yakışmıştı yakışmasına ancak o bu değildi. Sujin, boyandığı sahteliğin ardında parıldayan bir pırlantaya dönmüştü.

"Merhaba sevgilim," Beni duymayacağını bilsem de umursamıyordum. Konuşmaya ihtiyacım vardı, ona bakıp saatlerce konuşmaya ihtiyacım vardı. Akıp giden onca zamanın bedeli olarak bu benim hakkımdı.

"Buraya geleli tam iki gün oldu. İki koca gün ve sen hala uyanmak istemiyorsun. Bu kadar uykucu olduğunu bilmiyordum. Öyle ki, önceden erkenden ayağa dikilip beni saatlerce bekleyen kişinin sen olduğu konusunda bile şüphelenmeye başladım."

Yanaklarına ilişen elim kontrolsüzce sıcaklığında geziniyordu. Özlemden yanıp tutuşuyordum ama bu bedenimle alakalı değildi. Ruhum, ruhum açtı.

"Bak, dışarıda güneş var. Biliyorum artık Ocak ayındayız ama sanırım hava bunu pek de umursamıyor. Biz de belki çıkarız dışarı, gezeriz birlikte. Ne dersin? Uyanmanın zamanı gelmedi mi Su-ah?"

Derin bir nefesi içime çektiğimde gözlerim dolmuştu. Kısacık bir an, gözyaşlarımın artık durduğuna inanmıştım, ne büyük hata etmişim. Durması ne mümkündü? Ben yaşadığım sürece benimleydiler işte.

"Bana kızma diyorsun ama hep kızacağım şeyler yapıyorsun." diye mırıldandım öfkeyle. Çenesinde gezinen parmak uçlarım solunum maskesine değiyordu. "Saklıyorsun, kaçıyorsun, acı çekiyorsun, ağlıyorsun... Ben de kızıyorum işte."

"Ama sana söz veriyorum, uyandığında sana öfkelenmeyeceğim. Unutacağım, unutmanı sağlayacağım. Fakat eğer böyle devam edersen yaptığın hiçbir şeyi unutmam anlıyor musun? Hep başına kakarım, bir saniye olsun susmam ve uyanmadığına pişman ederim."

Söylediğim şeylerin saçmalığına güldüm. Beynim çok iyi sayılmazdı zira şu aralar 'iyilik' kelimesi dahi benim uzaktan akrabamdı. Açıkçası konuşmaya devam etmek de benim için çok sağlıklı sayılmazdı. Sesim titremeye başlamış, kelimelerimin içi bomboş kalmıştı.

Temiz bir kağıt gibi açık duran alnına damlayan ıslaklığı görene kadar ağladığımın farkında değildim. Yüzümü hissetmiyor, yanaklarıma ilişen damlaların farkına varmıyordum. Gözyaşının damladığı yere uzanıp alnından öperken gözlerimi sımsıkı kapadım. Bir yaş daha süzülüp onun yanağından yastığa doğru akarken sterilizasyonla karışmış kokusu doldu burnuma. Hala daha ayırt edebiliyor oluşuma sevindim. Değişmemişti, o hala aynıydı. Sadece biraz yarım, biraz buruktu ama aynı çelik yürekti o.

Başucunda ne kadar dikildim bilmiyordum. Gözlerimi kapayıp ne ara uykuya daldığımın dahi farkında değildim. Kapı tıklatılıp içeri Sujin'in babası girdiğinde heyecan içerisinde uyanmıştım. Bir an, kısacık bir an uyandığını zannettim. Fakat babasının bakışları yalnızca benim üzerimde olduğundan bu kısacık umut dolu rüyam da son buldu.

"Ben..." diye gevelerken çoktan yataktan kalkmış ensemdeki saçlarla oynuyordum. "Uyuyakalmışım sanırım. Kusura bakmayın."

İlk karşılaşmamızdaki tavrını unutamasam da, bir baba olarak hissettiklerine hak veriyordum. Kim kızının hamile olduğunu ve bebeğini yitirdiğini aynı anda duyup celallenmezdi ki? Üstelik, babasının ben olduğumu bilecek kadar iyi tanıyordu bizi. Haklıydı, çok çok haklıydı.

"Ah hayır." dedi nazikçe ellerini sallayıp beni reddederken. Hala aynı yumuşak karakterli adamdı işte. Sujin'in biricik babası, destekçisi olan ailesiydi. "Ben de sana atıştırmalık bir şeyler getirmiştim." diyerek tebessüm ederken elindeki büyük alışveriş poşetini gösterdi. "Acıkmışsındır, ne zamandır buradasın."

Bilmiyordum. Aç mıydım? Yemek yalnızca hayatta kalmama yardımcı olan bir araç haline gelmişti. Acıksam dahi, bunu hissetmiyordum. Şayet bayılırsam öğreniyordum yemeğe ihtiyacım olduğunu, insan ne çok değişiyordu.

Yine de onu kırmak istemedim. "Teşekkür ederim, zahmet etmişsiniz."

"Hadi," dedi kapıyı işaret ederken. "Hem biraz sohbet ederiz."

Ve büyük bir karar öncesi böyle çıkmıştım o kapıdan. Geri döndüğümde neleri ardımda bırakmak zorunda olduğumu bilmeden, öylece takip etmiştim o adamı. Bir babanın, evladı ölümün kıyısından dönmüş ama hala nefes alabilen bir babanın neleri gözden çıkarabileceğini bilmeden, bilemeden gitmiştim peşinden.

🌧

"Açık konuşacağım Park Jimin. İyi kalpli ve güzel bir çocuk olduğunu, bunca zaman kızıma en yakın kişi olduğunu biliyorum. Hatta çoğu kez benden daha yakın oldun, onun hayatındaki varlığını sorgulamak haddime değil."

Geldiğimiz kafeteryanın en köşedeki masasında oturmuş elimdeki meyve suyunun pipetini takarken onu dinliyordum. Düşünceli ve sıkıntılı görünüşü bana bir yerlerden ipucu verse de asıl amacını kestiremediğimden kalbim hızlı atıyordu. Sonuçta uzun bir zaman geçmişti ve ardımızda kalan koca bir geçmiş vardı.

Bu nedenle söylediği şeylere yalnızca kafamı sallamakla yetindim.

"Gençlik ve aşk varsa akıl yoktur, bunu senden daha iyi biliyorum evlat. Sujin sana hiç anlattı mı bilmem ama, annesiyle olan ilişkimiz de sizinkine çok benziyordu. Evlenmeden ona sahip olduk, gençtik çok aptaldık ama aşıktık. Doğru ya da yanlış, bunlar tartışılır fakat biz evlendik. Bir yuva kurduk."

Varmaya çalıştığı yeri anlıyordum. Bizim yapamadığımız şeyden bahsediyordu. Ya da yapamayacağımız.

"Farkı anlıyorsun değil mi? Sizinkinin böyle sonuçlanmayacağını bildiğin halde ona izin vermenin bedelini, çektiğiniz acının sonucuyla görüyorsun... Değil mi?"

"Efendim ben-"

"Savunma yapmana gerek yok Jimin. Gerçekten." Masanın üzerindeki karton bardağı alıp içindeki espresso kahveden yudumladıktan sonra tebessüm etti. "Az önce de belirttiğim gibi, seni yargılamak gibi bir niyetim yok. Dikkatli olmayışınız ve benzeri sebeplerin hepsi geçmişe yönelik olduğundan artık bir işimize yaramaz. Sujin çok gururlu ve fedakâr bir kız. Annesinden aldı bu özelliği, onun gibi davranıyor ve sürekli kendi özgürlüğünü sevdikleri için kısıtlıyor."

Fedakârdı. Kendi hayatını yok sayıp benim hayatımı kurtarmak isteyecek kadar fedakâr.

"Fakat bu onda normal bir düzeyde olmadı. Hiçbir zaman. Farkına vardın mı bilmiyorum ama ne yaparsa yapsın senin memnuniyetin için yaptı. İnan...İnan bana haberim olsaydı bir saniye dahi dinlemezdim onu. Yun'a da bu nedenle kızıyorum. Bir arkadaş olduğu kadar sana da kuzendi ve belki de en hatalı olan o'ydu. Senden gizlemeleri çok yanlış, gerçekten çok yanlıştı."

Hiçbir şey diyemiyordum. Biri sanki dilimi kelepçelemiş, sözcüklerimi çekip almıştı. Ne dersem kendimi ifade edebileceğimi bilmiyordum. Bahsettiği şeylerin doğruluğu bir yana, kalbime saplanan her bir gerçeklikle daha çok yıkılıyordum. Geçmiş... Geçmiş koca bir kara bulut gibiydi. Üzerimizde, tam üzerimizde dikilip karartıyordu aydınlığı. Koca bir geceye çevrilirken, yıldızlar yoktu.

Capella...Yoktu.

"Geçmişi değiştiremeyiz Jimin. Fakat geleceği değiştirebiliriz. Anlıyorsun, değil mi?"

Kafamı salladım. Boğazım daha çok kuruduğu için önümdeki meyve suyundan bir yudum almak istedim ama ilk çekişimde dahi tadı öyle yoğun ve şekerli geldi ki, yutmakta zorluk çektim. Artık kayısıdan da nefret ediyordum.

"Sen kötü bir zamanda baba oldun ve ne yazık ki elinden alındı. Senin suçun ya da eksiğin değildi hiçbiri. İkiniz de birbirinizi kurtarıyorum sanırken ölüme attınız. Adını anmak istemediğim o psikopat kız ikinizin yüzleşmesi gereken kaderin bir parçasıydı. Bu zamana kadar sürekli ayrı kaldınız, mutsuzdunuz, acı çektiniz. Fakat hiçbirinde de birbirinizi tam anlamıyla anlamadınız. Sorun ayrılığınız değildi evlat, sorun zaten hiç birleşememiş olmanızdı. Ne dersen de, ben hala daha birlikte olmanız gereken zamana eriştiğinize inanmıyorum. İkiniz de çok naifsiniz. Çok yorgun ve bitkin düştünüz."

Kafamı kaldıramıyordum. Nereye bağlayacağını anlamış olmamdandı belki, ya da korkumun umut dolu düşüncelere perde çekişindendi. Gözlerinin içine bakarsam Sujin'i göreceğimi biliyordum. Küçüklüğümü, hayallerimi ve tüm düş kırıklarımı o irislerde bulacağımı biliyordum. Korkuyordum, çünkü haklı olduğu düşüncesi beni korkutuyordu.

"Sujin uyansa dahi eskisi gibi olamayacak. O bebeğini kaybetti Jimin. Sen daha varlığını yokluğuyla birlikte öğrendiğin bir can için bu kadar acı çektiysen bir de onu düşünsene. Neler hissedecek, nasıl bir boşluğa düşecek? Sana baktığında neleri hatırlayacak?" Sözleri diken gibi batıyordu ruhuma. Kanıyordum, çok kan kaybediyordum.

"Ya sen?" diye sordu uzanıp çenemi hafifçe kaldırırken. İşte, şimdi gözlerine baktırıyordu. Yüzünde hafif kırışıklar olan bu diri adam, bana meydan okuyordu. "Sen ona her baktığında neler hissedeceksin, hiç düşündün mü? Bunca zaman senden gizlediği şeyi hatırlayacaksın. Ne zaman gözleriniz buluşsa yaralarınız kanayacak. Sen onu, o seni, sen kendini o kendini suçlayacak. Gülümseyeceksiniz ama içiniz kan ağlayacak."

"Ha Jimin?" diye tekrarladı sorusunu. "Devam edebilecek misin?"

Tuhaf şeydi acı. Aklımı yitirmiş gibiydim ve kimsenin beni anlayabileceğini düşünmüyordum. Başa çıkılamayacak onca şey yüzüme bir bir çarpılırken, bir sunta gibi çatırdıyor, kırılıyordum. Bu kadar güçsüz olduğumun, gerçeklikle karşılaşana kadar farkında değildim. Hüngür hüngür ağlamak istediğim o an, dilimden kopan yalnızca, "Bilmiyorum." oldu.

Nasıl bilebilirdim? Ben devam etmek istiyorum desem de öyle olmadığını söyleyen bir zihnim varken nasıl tam anlamıyla emin olabilirdim...

"Son bir kez zamana güvenin. Birbirinize tanıdığınız o vakit, en büyük ilacınız olacaktır, buna eminim. Eskisi gibi asla olamayız zannetme, olursunuz. Fakat diyorum ya, şu anda olmaz. Çok taze acınız, hüznünüz çok taze."

Dudaklarımdaki deriyi koparıp duruyor, kan tadı alıncaya değin bırakmıyordum. Hah. Demek hala yaşıyordum.

"Ayrılmamızı mı istiyorsunuz?" diye sordum korkuyla. Tekrar bu kelimeyi hala daha kavuşamamışken kullanmak çok ironikti.

"Hayır." diye yanıtladı. "Kavuşmanızı, mutlu olmanızı istiyorum."

O an anlamıştım. Bizi ayıranın bir kurşun, yahut zaman olmadığını. Bizi ayıran sözlerimiz, yalanlarımızdı. Ölüm dahi ayıramazdı da, sözler ayırırdı bizi. Fedakârlık denen o iki ucu sivri mızrak, bazen farkında olmadan yok ederdi.

Her şeyi, herkesi.

🌧

Bana son kez el salladıktan sonra, küçük kızı bir daha hiç görmemiştim. Çok istemiştim uykuma gelsin, ona son kez sarılayım, tanımadığım o bilindik kokusunu içime çekeyim. Rüyalarda koku alamadığımızı unutup, istemiştim işte. Fakat gerçek gözlerimi zorlukla açtığım o anda beni tüm soğukluğuyla karşıladı.

Önce bulanıklıktan hiçbir şey seçemedim. Bazı sesler duyuyordum ama tam anlamıyla net değildi hiçbiri. Ta ki, gözlerimiz birleşene değin. İşte o an açılmıştım, uyanmıştım. Saçlarımda gezinen ve diğeri de benimkini tutan ellerini, gözlerimin içine bakıp buğulanan gözlerini, heyecanla "Su-ah!" diye şakıyan sesini, Jimin'i gördüm.

Kısacık bir an, uyanmadığımı, bunun cennet olduğunu düşünsem dahi, aslında yarı cehennem olduğunu boştaki elim karnımdaki yokluğa gittiğinde fark ettim. İstemsizce yaptığım bu hareketle birlikte bakışlarındaki o ani değişim aslında her şeyin yanıtıydı.

Onu kaybetmiştim. Küçük kız... Gerçekten gitmişti.

Sırtım dikleştirilip, ağzımdaki solunum cihazı çıkarıldı, ben şoktaydım. Boş bir ifadeyle yatağın kenarına oturmuş, gözlerini benden suçlu gibi kaçıran Jimin'e baktım. Kanatları koparılmış bir kelebek gibiydi ruhum. Uçamayacağını biliyordu, ölmeye hem çok yakın hem çok uzaktı. Çaresizliği, umutsuzluğu yaşıyordu da tek bir ses çıkaramıyordu. Ona bir hafta biçilen bu hayatta, bir saniye bile duramıyordu.

"Gitmiş." dedim. Sesim oldukça kısık ve güçsüzdü. Öne eğdiği başını kaldırıp bana döndü usulca. Az önceki gülümseyen yüzü kaskatı kesilmişti.

"Gitti." dedi aynı şekilde. Tek bir mimiği dahi oynamıyordu. Öğrendiğini, hem de berbat bir şekilde öğrendiğini biliyordum. Yerin dibine girmek istedim. O an, suçluluk kanımla öyle bir tutkuyla dans ediyordu ki, milyon yıl yağmur damlamamış gibi çöle bürünmüştü ciğerlerim.

Elimi tutan eli sıcacıktı ama canımı yakıyordu sanki. Onda var olan bir şeyler, canımı yakıyordu. Biliyordum, utanıyordum, kahroluyordum.

Gözyaşları yanaklarımdan süzülürken, çenemden aşağı yol izliyor, bir kısmı boynumdan aşağı bir kısmı da direkt ellerimize düşüyordu. Sessizdi çığlıklarım, acımın büyüklüğüne tezat hiçbir şekilde inlemiyordum. Acım öylesine dipsizdi ki, yankılarım duyulmuyordu.

"Jimin..." diye adını söylediğimde başparmağını yanağıma getirip gözyaşımı nazikçe sildi. Tenime bulaşan dokusu dahi acı veriyordu. Varlığı, öyle sıcaktı ki, yakıyordu.

"Şşşş..." diye sakinleştirip bana sarılırken, hiçbir zaman doldurulamayacağını bildiğim bir boşluk belirdi gözlerimin önünde. Yaptığım hataların bedeli çarpıldı yüzüme. Koruyamadığım ufacık can, bana isyan etti.

Pişman değildim, hayır asla pişman değildim. Jimin'in önüne atladığım için asla pişman olmazdım. Fakat farklı bir acı vardı içimde. Keşkeden daha güçlüydü. Ne olduğunu bilmiyordum lakin, zihnimi yok sayıp kalbimi sıkıştırmasına engel olamıyordum.

Bir yandan saçlarımı okşarken, diğer yandan kulağıma fısıldıyordu. Her zaman sakinleştirici görevi gören o ses tonu şimdi neden böylesine dramatik bir melodi olmuştu?

"Uyanırsan her şeyi unutacağıma ve unutturacağıma söz vermiştim Su-ah." dedi.

Burnumu boyun girintisine doğru gizlerken, kokusunu rahatça alabileceğim bir pozisyonda onu dinledim. Acı çektirse de, kanımı dondurup beni yok etse de, hiç olmayan kanatlarımı bir kez daha koparsa da, her ilkbahar sonunda dökülen kiraz çiçekleri gibi gelip geçici bir huzurla dinledim.

"Unutalım... Her şeyi, tüm acılarımızı unutalım."

"Sonunda limana döner bütün filolar,
Bütün trenler soluk soluğa koşarlar gara;
Ben hepsinden çok daha hızlı koşarım sana.
Büyük bir aşkla sevdiğim için,
Beni sana çekip sürükleyen bir aşkla."

Kollarından ayrılıp yüzüne bakabileceğim bir uzaklıkta dururken içim kan ağlıyordu. Bu şiir... bu şiiri çok iyi hatırlıyordum. Bana ne zaman söylediğini de, ne için söylediğini de. Farkındaydım her şeyin. Varlığımız eskisi gibi olamazdı. Beni eskisi gibi göremeyecekti gözleri, suskunluğu dahi sorgu olacaktı. Hatalıydım, yaralıydım ve o çok iyi biliyordu.

Ben devraldım devamını. Yanaklarının iki yanına dayadığım ellerimle gözlerinin içine bakarken ben söyledim bu defa. Ben azat ettim onu. Hüznünden, kırıklarından öptüm.

"Sevgilim, ben de döner dolaşır sana gelirim.
Tapınır yüreğim benim için çarpan yüreğine."

Uzandı, önce alnımı öptü. Ardından yaşlarla kaplı ıslak gözlerimi. Dudaklarının değdiği her yerde bir çiçek filizleniyordu. Yaşarsa hepimizi öldürecek bir çiçek. En zehirlisinden.

Sonra burnumun ucuna değdi aynı dudaklar. Yanaklarımı öptü. Gözyaşlarımız karışıyor, nefesi nefesimle bir oluyordu. Ben ağladıkça sesi daha çok çınlıyordu kulaklarımda. Park Jimin her öpüşünde daha çok alıyordu canımı. Fiziksel yaralarımın ötesinde çok daha derin yaralar açıyordu da bilmiyordu. Gideceğim diyemiyordu da git diyordu. Dudaklarıma değmeden saniyeler önce kumsal rengindeki saçının yansıdığı kahverengi bal bademi gözlerini gözlerime kilitledi.

"Mutlu olacağız." dedi tebessüm ederek.

"Unutarak... Çok mutlu olacağız Su-ah. Seni seviyorum"






Continue Reading

You'll Also Like

100K 9K 23
Eski BTS üyesi Min Yoon Gi, Kanada'nın ıssız bir tayga ormanında kaybolursa ne olur? Ya anormalliklerle dolu bir hayatın tek amacı haline gelir ve ya...
77.4K 6.3K 24
Üniversitesinin serseri çocuğu jungkook, kız arkadaşını rahatlatmak için kayda aldığı inlemelerini yanlışlıkla yeni atanan rektörü Kim Taehyung'a ata...
8.2K 791 35
•Wattpad FanficsTR okuma listesinde. Tamamlandı. Genç adam, kadın onda kalsaydı ne olurdu diyordu. Kadın için ise aynı yastıkta tek nefesin oluru yok...
82.4K 5.8K 21
"Aşkı öğrendiğinde daha kötü bir yazar olacaksın Jung Hyeya."