cherry blossom | pjm

Galing kay jisakura

233K 19.7K 18.3K

Wattys 2018 Uyarlamacılar Kazananı "dünyanın geri kalmış tüm toprak parçalarına çiçekler ekiyorsun, tüm dünya... Higit pa

🌸 çiçek kokulu giriş 桜
1 🌸 sevgi düşüşü hafifletir 桜
2 🌸 çocuk ellerimizle kardan evler yapardık 桜
3 🌸 bana şarkı söyle 桜
4 🌸 beni yalnız bırak(ma) 桜
5 🌸 cesaretim küçüklüğümden 桜
6 🌸 hayal kurmayı bıraktıran şeyler 桜
7 🌸 saçlara güzel davranan erkek kırmaktan korkar 桜
8 🌸 her şey 'birlik'te 桜
9 🌸 ilk kavga ilk aşktandı belki 桜
10 🌸 darılma bana, hepsi sevdiğimden 桜
11 🌸 korkma, yanındayım 桜
12 🌸 hayalim olur musun? 桜
13 🌸 yağmurla akan gözyaşı 桜
14 🌸 sıkıca sarıl, ağladıkça iyiyim 桜
15 🌸 notalara saklanmış umut kırıntıları 桜
16 🌸 kalp yorgunluğumun sebebi misin? 桜
17 🌸 hislerimi arkama sakladım 桜
18 🌸 hiç mi ayrılmayacağız? 桜
19 🌸 yıldızlara sarıldık bu gece 桜
20 🌸 kiraz çiçeklerinin kaderi 桜
21 🌸 bencillik yapıp 'kal' diyemedim 桜
22 🌸 sen gittiğinde soldum 桜
23 🌸 tavus kuşunun renkleri kayboluyor 桜
24 🌸 kaç bahar geçti üstünden 桜
25 🌸 ansızın gelen kavalye 桜
26 🌸 la vie en rose 桜
27 🌸 ayrılıklar, hep bir başlangıç 桜
28 🌸 uğruna feda ettiklerim 桜
29 🌸 keşke, şakaydı diyebilsem 桜
30 🌸 en çok öpücükler can yakar 桜
31 🌸 söyle sevgilim, bileyim 桜
32 🌸 bir adam çok sevdi, kaybetti 桜
33 🌸 portakallı turta 桜
34 🌸 kâbuslarımda da güzelsin 桜
35 🌸 fırtına öncesi sensizlik 桜
36 🌸 nefesinden tanırım seni 桜
37 🌸 zehrimi aldı kokun, ben yine sen oldum 桜
39 🌸 söz, unutursak mutlu olacağız 桜
40 🌸 sona geldik pt.I 桜
40 🌸 sona geldik pt. II 桜
🌸 çiçek kokulu kapanış 桜
🌸 sen benim en güzel yaramsın 桜
🌸 olmuyor işte, ne için bu çaba? 桜
minik bir teşekkür

38 🌸 ben severken öldürüyorum 桜

3.5K 352 325
Galing kay jisakura

"Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun."






"Baba dikkat et!"

Küçük kızın sesi, bedenimin dört bir yanında çınlıyor, hücrelerime doluyordu. Cennet gibi görünen o güzel bahçe bir anda simsiyah küllerle kaplanmıştı. Aynı rüyadaydım, aynı bataklıkta, aynı çaresizlikteydim. Fakat bu defa ayaklarım söz dinliyordu. Ben koştukça, kurşunun hızı yavaşlıyor, salıncağın üzerindeki minik kızın sesi belirginleşiyordu.

Ayağım hala tam olarak ateşi sönmemiş küllere bastıkça yandı, bense inatla koşmayı sürdürdüm. Bir şey beni öylesine güçlü çekiyor, öylesine azimle oraya ulaştırıyordu ki ne ben ne de bir başkası buna engel olabilirdi. Yapmalıydım, o kurşunu engellemeliydim.

Fakat ben oraya ulaşır ulaşmaz zaman birden eski hızına kavuştu. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar gözyaşlarını ölü toprağa salarken, küçük kızın zayıf bedeni salıncaktan yere düştü. Ciğerlerim parçalanıncaya kadar ağlıyor, yardım çığlıkları atıyordum fakat yanı başımızda duran Jimin dahi bana ulaşamıyordu. Biliyordum, benim ilk kez yaşadığım tutukluk hissini o da şimdi yaşıyor, bize doğru adım dahi atamıyordu. Gözlerine ilişen çaresizlik yüreğime işlediğinde elim karnıma gitti.

Ellerim koyu kırmızıya bulanmış, tırnaklarıma kadar kanla kaplıydı. Başımı hızla sallayarak yere çömeldim ve yerde yatan küçük bedeni kollarımın arasına aldım. Bakışlarım tamamen o küçük kıza çevrildiğinde artık karnımdaki o güçlü sızıyı hissetmiyordum.

Küçük kız da aynı anda bana dikti bakışlarını. Bembeyaz, yakadan işlemeli pamuk elbisesinin sol üst kısmını kaplayan kırmızılık gittikçe elbisenin kalan kısımlarına doğru dağılırken, kestane rengindeki badem gözlerini zorlukla açık tutuyordu. Minik, pamuksu beyazlıktaki yüzüne özenle yerleştirilmiş pembe dudakları, uzun kirpikleri ve alnından kulaklarına doğru dökülen açık karamel rengindeki bukleleriyle öylesine güzeldi ki, onu bir melek sandım. Kuruyan dudakları güçlükle açıldıkça yanaklarımdan düşen yaşlar onun yanaklarına damladı.

Minik eli son bir hamleyle benim yanağıma uzanırken başım zonkluyor, beynimi uyuşturan karbonmonoksit kokusu burnumu sızlatıyordu.

"Ben iyiyim." diye mırıldandı yumuşacık sesiyle. İnanamıyordum, bu güzel kızın benimle böyle konuştuğuna inanamıyordum. "Git anne," dedi gözlerini kırpıştırırken, canı çok acıyor olmalıydı. "Gitmelisin..."

Yağmur daha da şiddetlenmiş, yıldırımların iç titreten sesi etrafı kuşatmıştı. Ruhum kıvranarak acı çekerken, kollarımın arasından kayıp giden bu küçük kızın bebeğim olduğuna inanamıyordum. Hayır, imkansızdı bu. Daha kavuşmadığım birini nasıl kaybedebilirdim? Daha kokusunu dahi bilmediğim bir varlığı nasıl toprağa verebilirdim? Kabus olmalıydı.

Karanlık.

Daha çok karanlık çöktü etrafa, gözlerimi tekrar açtığımda kollarımda o yoktu. Etrafta kimse yoktu. Yapayalnız bir halde soğuğun dipsizliğinde can çekişirken kesik kesik bir ses duydum. Bir ağlayış, iç çekiş ve serzeniş. Ne olduğunu ayırt edemedim başta.

Acı... Keskin, karnımdan rahmime kadar uzanan tarifi imkansız bir sancı bedenimi titretecek kadar canımı yaktığında anlık olarak gözlerimi açtığımı hissettim. Bana bakıp feryatlar içinde ağlayan o kişi, beni bırakma diyordu.

Ona bir şey söylemeyi deli gibi arzulasam dahi imkansızlığı öyle net duydum ki, tüm hücrelerim sağır oldu. Belli belirsiz dudaklarımı kıpırdattım belki, fakat onun dahi farkında değildim. Benden giden o küçük kız gibi onun kollarından toz olup uçtuğumu sandım. Az önce kemiklerimi parçalayan o tarifsiz acı şimdi mucizevi bir şekilde yok olurken, burnuma tekrar o zehirli koku doldu.

İnsanların hep bahsettikleri o klişe şeyi yaşıyordum artık. Küçüklüğümün mavi kumbarasından saçılan anı kesitleri gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Annemin gülümseyişinde parıldayan inciler, babamın sıcak kollarındaki huzurla birleşiyor, Min Soo teyze ve albay amcanın kahkahaları kulaklarımda bir yaz şarkısı gibi çınlıyordu. Jimin... Jimin'in her zerresi benimkiyle bütünleşmişti. Ellerime ilk dokunduğu andan, beni o kamp gecesinde ilk kez öptüğü ana kadar, bedenlerimizin ruhlarımızın hemen ardından birleştiği ve onunla bir bıçak kesiği gibi ayrıldığımız o ucu bucağı gözükmeyen anlara kadar... Her şey şimdi daha da belirgindi.

Sızlıyordu bedenim. Alev alev yanıyordu ruhum, bir taraftan boşa harcadığı en küçük zaman için bile titriyordu. Böyle mi bitecekti, yoksa böyle mi ödeyecektim tüm hatalarımın cezasını? Gözlerimin önünde uçuşan kiraz çiçeklerinin en berbat kaderini böyle mi paylaşacaktım?

Kapandı zaten hiç açamadığım göz kapaklarım. Ruhum artık bir pamuk zerresi kadar bile ağır değildi çabalamaktan yorulmuş bedenime. Onu gördüm son kez. Beyaz elbisesinin tek bir noktasına dahi kan lekesi sürülmemiş o güzel gözlü küçük kız çocuğunu. Minicik eliyle bana veda edişini, delik deşik olan kalbimle seyrettim.

Sonrası...

Sonrası koca bir boşluk.

-


"HAYIR, HAYIR, HAYIR!"

Jimin kollarının arasındaki bedene çaresizce bakarken, iliklerine kadar ölümü hissediyordu. Sujin'in kanlar içinde kalmış hali, en korkunç kabuslarından bile daha kötüydü. Geçirdiği anlık şokun hemen sonrasında, gerçeğin zehirli sarmaşığına sarıldı çıplak teniyle. Her diken vücuduna acımasızca saplanırken, çığlığını yutuyor, her defasında daha çok kan kusuyor ama tüm yolların çıkmaz sokak olduğunu biliyordu.

"Hayır mankafa hayır!" diye sızlandı titreyen kararmış parmaklarıyla genç kızın alnına dökülen saç tutamlarını geriye iterken. "Beni böyle bırakamazsın, duydun mu beni?"

Önce yere düşen, soğuk bileğinden nabzını ölçtü. Yavaşlıyordu lakin hala atışı bile onun için yeterliydi. Ardından dudaklarına yaklaştı, kesik nefeslerini hissetti kendi ölü teninde. Ona bir şeyler söylediğini hissetti. Gözleri kapalı olsa dahi, sanki hala onunlaydı ruhu.

Sujin'e çok ama çok kızgındı Jimin. Genç kızın kana bulanmış ıslak kabanını sıyırıp kurşunun isabet ettiği karın bölgesine baktı. Ters giden bir şeyler olduğunu, Sujin'in karnının normalden daha şişkin olduğunu gördü fakat buna hiçbir mantıksal açıklama getiremiyordu. Düşünemiyor, gözü kana bulanmış yaradan başka bir şeye odaklanamıyordu.

"Aptalsın, koca bir aptal!" diye kendi kendine söylenirken gözlerinden hızla süzülen yaşları silme ihtiyacı dahi hissetmedi. "Gidemezsin, gitmeyeceksin. İZİN VERMEYECEĞİM!"

Hızlı davranması ve bir an önce bu binadan çıkması gerektiğinin farkındaydı. Kızın kabanını yukarı çıktığında üşümemesi için tekrar üzerine örttü ve hareketsiz bedenini kavrayıp kaldırmadan hemen önce karşısında yere yığılmış diğer bedene takıldı gözleri. Tek el, tek kurşun... Çoktan öldüğünü biliyordu fakat istemsizce gidip onu da kontrol etti Jimin.

Lissie'nin sağ yanına düşmüş silahı kavrayan sağ eli, başından yayılan kana bulanmıştı. Jimin kızın nabzını tuttuğunda, yanılmadığını bir kez daha anladı. Korkudan, şoktan ve daha da kötüsü bu kan kokulu havadan bayılmak üzereydi fakat bu şu anda ihtiyacı olan son şey dahi değildi. Kafasında cirit atan milyonlarca soruyu es geçerek, kendi canına kıymış olan Lissie'den uzaklaştı ve bir çırpıda acil hattı aradı.

Vakit kaybedemezdi artık. Jimin titreyen ellerini bir çırpıda üzerindeki siyah kumaş kabana sildi ve Sujin'i tek hamlede yerden kaldırarak çıkışa doğru koşmaya başladı. O katil kızın buraya ikinci bir kapıdan geldiğini görmüştü ve o da orayı kullanacaktı. Bacaklarındaki halsizlik, kollarına kadar uzansa dahi, Lissie'nin cebinden aldığı anahtarla, sığınağın alt kısmındaki çıkış kapısını açtı ve Sujin'i kalan son gücüyle karanlığın ayazındaki sokağa çıkardı. Sağanak yağmur, bardaktan boşanırcasına ikilinin üzerine yağarken, Jimin gözyaşlarını alıp götüren bu damlacıkların kurbanı oldu.

Kollarında taşıdığı iki candan birini çoktan kaybettiğini, ne yazık ki o an bilmiyordu.

🌧

Bekleyiş böylesine derin, kimi yormuştu en son? Yıllardır köklerine su konduramayan toprağı, annesinden ayrı kalıp yıllar sonra ona kavuşmayı bekleyen evladı, baharsızlıktan güneşi küsmüş kışları, yoksa yıldızlarına küsmüş gökyüzünü mü?

Hastanelerin en kötü belirsizliğiydi bekleyiş. Kimi acı, kimi umut kimi de mutluluğun habercisiydi lakin hepsi de belirsizdi. O dört duvarın kime ne getireceğini, kimden ne götüreceğini kimse bilemiyordu. Aynı bu çaresizliğin beton kollarına hapsolmuş, grubunun parlak yüzü, Busan'ın haylaz çocuğu Park Jimin, şimdi tüm varlığını kaybetmiş bir evsizden farksızdı.

Gömleğinin dört bir yanına bulanmış, ellerinin tamamını kaplamış kırmızılık, baştan aşağı yer yer fazlaca kararan beyaz teni ve ağlamaktan, hala daha ağlıyor oluşundan narlaşan ve şişen küçük gözleri onu yıkık bir binadan farksız gösteriyordu. Öyle ki, içinde yatan o korku ve endişe yumağı ruhunu zaptedemiyor, dışarıdan bakılınca bitkin duran bedenini bir o yana bir bu yana götürüp oturmak nedir bilmiyordu.

Delirmek üzereydi. Bu bekleyişin sancısından delik deşik olmak üzereydi ve gözlerinden eksik olmayan sanrılardan ölesiye sıkılmıştı. Geleli yalnızca beş dakika olmasına rağmen, kafası şimdiden patlamış, içerideki doktorların ne yaptığını öğrenmeye çalışmaktan gözleri yorulmuştu.

Ambulanstayken onu arayan ve durumu öğrenir öğrenmez hastaneye gelen Jungkook onu sakinleştirmeye çalışmasına rağmen çabalarının sonuçsuz kaldığını görüp, fiziksel anlamda abisine faydası dokunsun istediğinden ona içecek bir şeyler almak için kafeteryaya gitmişti. Jimin çok üşümüş, çok hırpalanmıştı ve ciğerleri soluduğu zehirli gaz nedeniyle çok hasar görmüştü.

Kapının önünde dikilip alt dudağını sarsılan dişleriyle kemirirken, sol tarafından gelen ayak seslerinin dahi, Yun ona bağırana kadar farkına varmadı.

"SUJIN!" diye bağıran ve Jimin'in kollarını sıkıca kavrayan genç kız, dehşet içindeydi. Gözleri kıpkırmızı, yüzü morarmaya durmuştu ve öylesine bitkin görünüyordu ki, üzerindeki pijamalar da eklenince akıl hastanesinden kaçmış izlenimi vermesi kaçınılmazdı.

"Sujin nerede Jimin? Ona ne oldu? Durumu nasıl?" Ardı arkası kesilmeyen sorularla Jimin'i sarsan Yun, durmaya niyetli değildi. "Sana soruyorum be çocuk! Cevap versene!"

Jimin gözlerini sıkıca kapatıp başını iki yana sallarken, ruhunun her zerresi cehennem ateşinde kavruluyordu sanki. Liğme liğme olmuş teni, acımasızca tekrar tekrar kesiliyor ve kısır bir döngüde onu yok ediyordu. Ne diyeceğini, ya da ne demesi gerektiğini bilmiyordu.

"Bilmiyorum." diye mırıldandı kalan son nefesiyle. İlk kez çaresizliği iliklerine kadar böyle güçlü hissetmişti. "Gerçekten..."

Yun onun gözlerinin içine bakıp, umutsuzca kendini geri çekerken aslında ne olduğunun farkındaydı. Jimin onu ilk aradığında vurulduğunu söylemişti, Lissie'den bahsetmişti hatta fakat sonrasında ne olduysa Jimin o ilk anki bilincini kaybetmişti. Yun da en az Jimin kadar şoktaydı ve tüm bu olanlara inanamıyordu.

Yun, berbat görünen genç adamın güçsüz kollarını bırakıp geri çekilirken, ciğerleri sökülünceye kadar ağlamaya başladı. Yere çömelip başını ellerinin arasına alırken, hissettiği suçluluk duygusu buram buram sarmıştı etrafını.

"Benim yüzümden oldu." diye söylendi. "Onu ben gönderdim, onu yalnız bıraktım... Benim yüzümden..."

Jimin, onu sakinleştirmeye çalışmadı bile. Kendisine dahi yetmeyen kuvveti, bir başkasına hiç gösteremezdi çünkü. Yun kendi kendini yiyip bitirirken, o da içten içe kendini suçluyordu. O en başta kanıp gitmeseydi o binaya, bunların hiçbiri olmayacaktı, farkındaydı. Nasıl inanabilmiş, Sujin'in hasretine nasıl böylesine savunmasız kalabilmişti aklı almıyordu.

Ardından hastane bir anda hareketlendi. Sujin'in ilk müdahalesinin yapıldığı yere akın eden doktorlar, hemşireler tıbbi söylemlerle Jimin'in kafasını karıştırırken, bir taraftan da duymayı dahi istemeyeceği şeyleri söylüyorlardı.

"Hastayı kaybediyoruz!" diye bağırdı içeriden biri. "Nabzı çok düşük!"

Hayır, bu olamazdı.

"Elektroşoku hazırlayın!" diye bağıran doktorla birlikte içeri giren hemşire, Jimin ve Yun'a otomatik kapı kapanmadan hemen önce son kez Sujin'i göstertti. Bilinçsizce yatan bedeni, hayata tutunmak için çırpınıyordu. Ciğerlerine gitmesi için almaya çalıştığı oksijeni, ona ihanet ediyor fakat o direniyordu. Miniği, Jimin'in meleği savaşıyordu.

Jimin o anda rolleri değişmeyi öylesine çok arzuladı ki, ölüm onun için en güzel seçenek olarak göründü. Hayır, bunları yaşamayacaktı, bu kötü şeyleri yaşamamalıydı. Bencilceydi, aptalcaydı belki ancak mantıksallığı aramıyordu.

Canı çok yanıyor, ruhu azap içinde kıvranıyordu. Bayılmamak için direnen bedeni, bir diken gibi saplanıyordu ruhuna. Kafes içinde kalmış bir köle gibi esaretteydi. Her şey çok uçuk, çok soluk ve çok renksizdi. Her yer kan, küf ve is kokuyordu.

Otomatik kapı bir kez daha açılıp içeriden doktor çıkana kadar, acının en berbatıyla savaştı Jimin. Yun onun hemen yanı başında aynı onun gibi kıvranırken, onun da acısını içine katmış gibi kırıldı bedeni. Yutkunamıyor, kıpırdayamıyor ve soluk alamıyordu. Yaşarken ölü olmak gibiydi onunkisi lakin kimse farkına varamıyordu.

"Yakını siz misiniz?" diye soluk soluğa kalmış halde sordu az önce içeriden çıkan doktor. Eldivenli ellerine kızıllık bulaşmıştı. Jimin, kendi ellerine de bulaşan sevdiği kadının kanını dahi görür görmez midesi bulanmaya başladı. Acı çok çetindi, çok dayanılmazdı.

Yun, Jimin'in yok olmuş halinin farkına vardığından kendisi de bir adım öne çıkarak doktoru cevapladı. "Biziz." dedi tereddüt karışımlı bir heyecanla. Neyle karşılaşacağını, neye göğüs gereceğini bilemiyordu. Duymak isteyip istemediğini bile bilmiyordu.

"Acil A grubu kana ihtiyacımız var. Çok kan kaybetmiş, hayati tehlikesi sürüyor."

"Ben veririm!" diye anında atıldı Jimin. Az önceki kafa bulanıklığı faydası dokunacağı için uçup gitmişti bir anda. Umutla yeşeren dünyası onun kalbini tekrar kazanabileceği gerçeğiyle şenlenmişti. Yaşla dolan gözlerini kırpıştırırken, elinde sıcak içecek bardaklarıyla yanında beliren Jungkook, "Hyung, sen kan veremezsin." diye karşı çıktığında öfkelenen Jimin onu umursamadan doktora bakmayı sürdürdü.

"Benim de kan grubum A, bırak ben vereyim. Kansızlık seviyen çok yüksek ve karbonmonoksit soludu-"

"Lütfen benden alın!" dedi Jimin, Jungkook'un sözünü keserek. Doktor ikisine de baktıktan hemen sonra, "İkinizden de alabiliriz fakat," Jimin'e bakıp devam etti. "Sizin için ön tetkik yapmamız gerekebilir."

Jimin sinirden gözü dönmüş bir şekilde küçüğüne bakarken, Jungkook bakışlarını kaçırdı. Haklıydı, gayet farkındaydı ancak şu anda hiçbir işe yaramadan öylece dikilmesi imkansızdı. Jungkook güç kazanmış gibi tekrar Jimin'e dönüp boştaki eliyle omzuna dokundu. "Hem Namjoon hyungun da kan grubu bizimkiyle aynı. Yetmezse o da verebilir. Birazdan burada olurlar."

"Anlamıyorsun..." diye sızlandı Jimin. Kimse anlamıyordu, hiç kimse.

Hala yanlarında dikilen doktorun diyecekleri bitmişe benzemiyordu. Yun'un gözlerinde perdelenen o korku hala daha oradaydı, Jimin'in hala daha bilmediği sır biraz sonra en acı verici şekilde canlanacaktı, haberi yoktu.

Jungkook, Yun'la aralarında geçen o iki saniyelik bakışmanın hemen ardından iç çekerek gözlüklerini düzelten doktora döndü.

"Anneyi kurtarma şansımız var ancak..." diye söze başlayan doktor, Jimin'in varlığından haberi dahi olmadığı bir canı ondan öylece kopardı. "Bebek için çok geç kaldık. Üzgünüm."

Tam o anda, karşıdan Sujin'in babası göründü. Orta yaşlı adam, bu sabah Sujin'e sürpriz yapmak için bindiği uçaktan iner inmez, küçük prensesinin vurulduğu haberini almıştı. Gönlüne düşen kor alev adamı baştan ayağa sararken, az önce duyduğu şeyle birlikte gözü daha da kör olmuş, içindeki o uysal kaplan bir anda hırçınlaşmıştı. Kızının acısını neyden çıkaracağını bilemediğinden, orada öylece dikilen Jimin'in yakasını kavradı ve genç çocuğu hırpalamaya başladı.

Jimin daha az önce doktorun dediği şeyi dahi kavrayamadan yanağında hissettiği derin sızıyla kendini yerde bulduğunda ağzına da hızla kan tadı doldu. Öfkeden kudurmuş adam, "Piç kurusu!" diye ona bağırırken, dünya durmuştu.

Nefes alış verişleri kontrolden çıkarken, hayata dair en ufak inancı kalmayan genç adam dipsiz bir okyanusun ortasında kaybolmuştu. Sessizliğin can alıcı sonsuzluğunda donakalmış bilinci, hırpalanan varlığı gibi yenik düşerken dünyaya, o kısacık anda her şeye sağır oldu.

Bebek, bir bebeği vardı ve o artık ölmüştü. Yerden kalkamadı, başını dahi kaldıramadı, bilinci o iki saniyede, algılayamadığı tüm gerçeklikle birlikte kabusunda uykuya daldı.

🌧

Sujin, çocukluğumun tek gerçeğiydi. Bir dediğimi iki etmeyen ailemin dahi bana sunduğu çoğu şey yetersiz gelirken, o küçük kız hayatımın tek anlamı olmuştu. Onu başta yalnızca oyun arkadaşı olarak görüyorken, küçük yaşımın dahi sevgi denen kavramı benimsediğini yeni algılamış ve onu yoldaşım olarak görmeye başlamıştım.

Ona çoğu kez belli etmesem dahi, hep ondan daha fazla sevmiştim onu. Düştüğünde, yarasına ben daha çok ağlamıştım, gözyaşlarının yanaklarında aldığı yolu ben daha çok öpmüş, sarmalamıştım. O farkında değildi ancak, ben onu kendisinden bile çok sevmiştim.

Küçücük bir anahtarlık diye dalga geçtiğim o nesneyi kaybettiği için üzüldüğünde, içim dağlanırken gülüp alay etmiştim onunla. Sırf unutsun, daha çok acı çekmesin diye ondan daha çok kanamaya razı gelmiştim. Annesizliği tattığı ilk anda, hakarete uğradığında, yalnızlığı hissettiğinde ve kalbi sızladığında, acısının on katını paylaşmıştım. Bana küsmesini dahi kaldıramazken, o naif bedenine yüklediği tonlarca yükü omuzlamak istemiştim.

Onu yalnız bıraktığımda, ondan daha çok yalnız kalmıştım. Hayallerini bile bana göre şekillendiren o minik kızı, daha çok sevdiğim halde, ona en çok zulmü ben etmiştim. Sevmenin de bir çeşit cinayet olduğunu bilmeden, ben onu her geçen gün daha çok sevmiştim. Yaptığı en küçük fedakarlığın dahi farkına varmadan onu yargılarken, zihnimin karanlık pusularında ona çeşitli eziyetler etmiş, dokunurken yaktığım tenini, hayallerini hep göz ardı etmiştim. Ben bir katildim. Daha doğmamış bir bebeğimi öldürmüş, annesinin hayallerini yok etmiştim.

Fiziksel acılarıma uyuşmuş bedenim, gözüme düşen güzel bir bebeğin görüntüsüyle açılırken, ağrıdan kasılan başımı zorlukla kaldırıp etrafıma bakındım. Hemen yan koltukta oturan Jungkook, uyandığımı görünce ayaklandı ve ne ara getirildiğimi algılayamadığım bu hastane yatağının kenarına oturdu.

"İyi misin?" diye soran dili, asıl merak ettiği şeyleri soramadığı için titriyordu sanki. Ben titriyordum, düşüncelerim, ruhum, kirpiklerim titriyordu.

"Hayır." diye yanıtladım. Sesim intihar melodisiydi, yanaklarım hiç kurumuyor, burnuma sinen kanla karışık duman kokusu yok olmuyordu.

"Jungkook ben hiç iyi değilim." Nasıl olabilirdim? Az önce varlığını dahi bilmediğim bir hazineyi kaybetmiştim. Nasıl iyi olmaktan bahsedebilirdim? "Anlamıyorum, neden..."

"Hyung!" diye sızlandı Jungkook. Belli ki benim bile bilmediğim sırrı evvelden biliyordu. Tuttu kaldırmaktan aciz kollarımı, çok şey söyleyen ama anlam veremediğim göz bebeklerini dikti gözlerime. "Özür dilerim, geç kaldığım için çok özür dilerim. Ama şimdi sırası değil, anlıyor musun? Güçlü olmak zorundasın. Sujin için-"

"SUS! LÜTFEN SUS!" diye lafını böldüğümde kendimi kontrol edemiyordum. Ses tonum mızrak gibi kesiyordu onu ama umurumda değildi. Ellerimi yüzüme götürüp saçlarıma doğru sürterken, fiziksel olarak canımı yakmak istiyordum. İçim kavruluyordu, eriyordum ve biraz daha ona odaklanırsam buharlaşacaktım.

Ona bir şey deme hakkı tanımadan kolumdaki serumu tek hamlede söktüm ve yattığım yerden kalkıp kapıya doğru adımladım. Arkamdan sesleniyor, durmamı istiyordu fakat durmayacaktım, o da biliyordu. Bedenim attığım her adımda parmak uçlarıma değin isyan ederken, tüm sayfaları kopartılmış bir kitap gibi etrafa saçılıyordum. Paragraflarım ıslanıp mürekkeplerim dağılırken, sözcüklerim manasını yitiriyordu. Aldığım her kuru solukta, bir adım daha hissizleşiyordum. Baktığım her zerrede, bir kez daha yitiriyordum anlamımı, bir kez daha renksizleşiyordum.

Koridorun bitmek tükenmek bilmeyen karolarını ezip geçerken, beni durdurmaya çalışan Jungkook'u görmezden geliyordum. Kendime miydi öfkem, yoksa gerçeği saklayan ve beni böyle yalnızlıkla sınayan Min Sujin'e miydi bilmiyordum. Tek bildiğim, karanlıktı. Kahpe bir ayaz ve soğukluktu.

Çıplak ayaklarım yere değdikçe, içim daha çok yandı, ben daha çok eridim. Ameliyathanenin önüne gelip, tanıdık ama bulanık yüzleri görene değin durmadım. Bana az önce öfke kusan babayı umursamadım, kardeşlerimi, tüm geçmişimi, bölük pörçük varlığımı yok saydım. Yalnızlığımın, çaresizliğimin ve paramparça benliğimin son sorgusuyla duvara sırtını dayamış Yun'u buldum. Bakışlarını bana çevirdiğinde, göz bebeklerini saran hüznü, acıyla izledim lakin benim sorgum daha büyüktü.

"Bana neden söylemedin?"

Sesim, içimde bağırıp çağıran ruhuma tezat sakin çıktığında şaşkındım. Patlamak üzereydim, zira böyle ayaktaysam içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen hırçınlıktandı.

"Jimin..." diye bana seslendiğinde az önceki sakinliğimin toz olup uçtuğunu hissettim. Kendi öz kuzenim dahi bana böyle cephe almışken, kendimi tutamadım. Ona kızdım, öfkemi ona kustum, benden kaçıp böyle bir gerçeği saklayan ona çok kırgındım.

"NEDEN!" diye bağırarak ortalığı inlettiğimde herkes ayaklandı. "NEDEN BANA ONUN HAMİLE OLDUĞUNU SÖYLEMEDİN?"

Dilime düşen kelimeler dahi yabancıydı bana. Ama hissi çok tanıdıktı. Bir bebek, benden bir parça... Varlığını ve yokluğunu aynı gün öğrendiğim bir şeyin acısı nasıl böyle tanıdık olabilirdi? Nasıl bu kadar canımı yakabilirdi?

Yun titriyor, elleri birbirine dolanıyordu ama yaşlı gözlerini açıp öfkeli bir tavırla, "Söyledim!" diye karşılık verdiğinde geri çekildim. "Sana söyledim gerizekalı!"

"Ne?" Beynim algılamıyordu. Sığ düşünceler kıyıya çarptıkça parçalanıyor, boğazım daha çok kuruyordu. "Nasıl?" diye sordum gözlerimi kısarak. En ufak hareketimde dahi canım yanıyordu. Sujin içeride, hayatıyla cebelleşirken, ben bir kez daha ölüyordum. Onun yerine bir kez daha kanıyor, acı içinde kıvranıyordum.

O sırada omzumda bir el hissettim. Ona dönüp bakma gereği dahi duymadım ancak, sesinden kim olduğunu anlamıştım. "Evlat, sakin ol." dedi Sujin'in babası. "Üzgünüm, ben de öfkeliydim fakat şu anda doğru düşünemiyorsun..."

Onu duysam dahi tepki veremiyordum. Harcayacak en ufak bir sözcük kümem yoktu ona karşı. Öfkemden, hırsımdan ya da kırgınlığımdan değildi bunun sebebi, odaklandığım şey farklıydı ve benim tek muhatabım az önce söylediği şeyle beni yarım bırakan Rae Yun'du.

"Yun..." diye seslendim tekrar. Dişlerimi sıktığımı, çenem acıyınca fark ettim.

"Sana yazdığı mektubu yolladım!" diye hırsla yanıtladı kuzenim. Siniri gözlerine kadar hücum etmişti. "Okuman için ondan gizli yolladım fakat anlaşılan senin ruhun dahi duymamış!"

O an, tam o saniye düşüncelerim sert bir duvara çarpmıştı. Geçmişe yaptığım kısacık yolculuk, ona gittiğim ve ulaşamadığım o kısacık anılar silsilesi bir çığ gibi birikti, sınırımı zorladı.

Ameliyathanenin koridorundan nasıl çıktım, yurda nasıl ulaştım hatırlamıyordum. Hatırımda kalan tek şey, masamın üzerindeki mektup yığınının üstten onuncu sırasında, mavi bir zarfın içinde bana o'nun varlığını bizzat bildiren, çok ama çok geç kalmış yazıyı okuduğumdu. Zihnim, o duvarın ardında ezilip yok olurken, onu severken öldürdüğümü tekrar gördüm. Tekrar ve tekrar, en çok ben geç kaldım.

Onu severken, en çok ben kırıldım.


"Hayatımın en güzel hediyesine, kendimden sakındığım varlığıma,

Bilemiyorum, beni duyuyor musun? Sana ayrılalım dediğim anda neyi ima ettiğimi biliyor musun? Acımasızlığımın farkındayım, ne çok vazgeçişler yaşattığımın, yaralarını kanattığımın, seni yarım bıraktığımın farkındayım. Elimi tutuşundan, gözyaşlarımı silişine kadar sana aitken, sana birden yabancılaştığımı sandın, farkındayım.

Ama öyle değil Jimin, hiçbir şey duymadın, imalarımı görmedin. İzin vermedim incinmene, bilmeden seni daha çok incitirken fedakarlık ettiğimi sandım. Sana git demek benim yapabileceğim en son şey bile değilken, seni öylece kendimden kopardım sandın ama yanıldın.

Bir sırrım var Jimin, bir sırrımız var.

Beni duyamazsın belki ama onu duyacaksın. Minik bedeni dünyaya gelir gelmez, bir baba olacaksın. Sen milyonlara şarkını söylerken, biz üzerimize alınacağız, sesini ninnimiz, melodilerini huzurumuz yapacağız. Sen, bilmeyeceksin belki ama en güzel baba olacaksın. Sevgini, farkında olmadan anlatacaksın ona, benden daha çok seveceksin.

Senden kaçırmıyorum onu, hayır, sana saklıyorum. Mutluluğunun, hayallerinin pırlantası yapıyorum. Vakti geldiğinde, hazır olduğunda belki, vereceğim onu sana. Bu zamana kadar kaçışlarımın bedeli olarak vazgeçeceğim ondan. Bana gelen en güzel şeyi, senin parçanı sana teslim edeceğim. Şimdi duymuyorsun sesimi ama, yakında duyuracağım. Az kaldı, çok az kaldı.

Beni her şeyden vazgeçecek kadar sevmeseydin eğer, ayrılmazdım senden. Baba olacağını çok önceden bilir, bambaşka bir hayata yelken açardık. Fakat biliyorum, sen bizi seçerdin. Eğer sana söyleseydim, söyleyebilseydim eğer, tüm emeklerini çöpe atacağını biliyordum. Seni senden vazgeçemeyecek kadar çok seviyorum, söylenmez belki ama çok kıskanıyorum. Her şeyden, herkesten çok özlüyorum, ama dile getiremiyorum.

Beni affetmeyeceğini bildiğimden mi bilmem, uykularım hep yarım kalıyor. Senin yüzün aklıma düştükçe nisyanı dahi unutan beynime kızıyorum. Her şeyi silip seni silemediği için ondan nefret ediyorum. Sen de kızıyor musun bana? Kızma, senin için yapıyorum. Bilmediğin her şey için sorumluluk alıyor, kendimce koruyorum.

Kızma bana sevgilim, kızma, çünkü seni geleceğin en güzel babası yapabilmek için, anneliğimi unutuyorum. Affet beni, şimdi gelemediğim tüm yolları geleceğimiz için saklıyorum. Yun'a ve Myung Soo'ya, kızma. Hepsi yalnızca yardım etmek için çabaladı, bense onları susturdum. Sana ulaşmalarını engelledim, yollarını kapadım.

Olur da bu mektup vaktinden önce ulaşırsa eline, bil ki dayanamıyorum. Acı dayanılmaz oldu, belki de ölüyorum. Olur da öğrenirsen sırrımızı, kızma bana olur mu? Çünkü inan, ben her gece kendime çok kızıyorum. Her gece, seni biraz daha özlüyor ve yine senin için yaşıyorum.

Üzgünüm sevgilim , ben severken öldürüyorum."

Ipagpatuloy ang Pagbabasa

Magugustuhan mo rin

182K 11.7K 33
Diğer insanların galaksisinde milyonlarca yıldız varken benim galaksimde yalnızca sen varsın. #20161222
92.9K 17.8K 15
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting
88.8K 6.9K 26
Güldün, ve başladı hikâyem... Gizem/Gerilim içinde #16 Smile içinde #1 Smile içinde #2 [Tamamlandı] İlk kitabım. Acemice yazmış olduğum bir kitap...
11.8M 576K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...