cherry blossom | pjm

By jisakura

233K 19.7K 18.3K

Wattys 2018 Uyarlamacılar Kazananı "dünyanın geri kalmış tüm toprak parçalarına çiçekler ekiyorsun, tüm dünya... More

🌸 çiçek kokulu giriş 桜
1 🌸 sevgi düşüşü hafifletir 桜
2 🌸 çocuk ellerimizle kardan evler yapardık 桜
3 🌸 bana şarkı söyle 桜
4 🌸 beni yalnız bırak(ma) 桜
5 🌸 cesaretim küçüklüğümden 桜
6 🌸 hayal kurmayı bıraktıran şeyler 桜
7 🌸 saçlara güzel davranan erkek kırmaktan korkar 桜
8 🌸 her şey 'birlik'te 桜
9 🌸 ilk kavga ilk aşktandı belki 桜
10 🌸 darılma bana, hepsi sevdiğimden 桜
11 🌸 korkma, yanındayım 桜
12 🌸 hayalim olur musun? 桜
13 🌸 yağmurla akan gözyaşı 桜
14 🌸 sıkıca sarıl, ağladıkça iyiyim 桜
15 🌸 notalara saklanmış umut kırıntıları 桜
16 🌸 kalp yorgunluğumun sebebi misin? 桜
17 🌸 hislerimi arkama sakladım 桜
18 🌸 hiç mi ayrılmayacağız? 桜
19 🌸 yıldızlara sarıldık bu gece 桜
20 🌸 kiraz çiçeklerinin kaderi 桜
21 🌸 bencillik yapıp 'kal' diyemedim 桜
22 🌸 sen gittiğinde soldum 桜
23 🌸 tavus kuşunun renkleri kayboluyor 桜
24 🌸 kaç bahar geçti üstünden 桜
25 🌸 ansızın gelen kavalye 桜
26 🌸 la vie en rose 桜
27 🌸 ayrılıklar, hep bir başlangıç 桜
28 🌸 uğruna feda ettiklerim 桜
29 🌸 keşke, şakaydı diyebilsem 桜
30 🌸 en çok öpücükler can yakar 桜
31 🌸 söyle sevgilim, bileyim 桜
32 🌸 bir adam çok sevdi, kaybetti 桜
33 🌸 portakallı turta 桜
34 🌸 kâbuslarımda da güzelsin 桜
35 🌸 fırtına öncesi sensizlik 桜
37 🌸 zehrimi aldı kokun, ben yine sen oldum 桜
38 🌸 ben severken öldürüyorum 桜
39 🌸 söz, unutursak mutlu olacağız 桜
40 🌸 sona geldik pt.I 桜
40 🌸 sona geldik pt. II 桜
🌸 çiçek kokulu kapanış 桜
🌸 sen benim en güzel yaramsın 桜
🌸 olmuyor işte, ne için bu çaba? 桜
minik bir teşekkür

36 🌸 nefesinden tanırım seni 桜

3.5K 332 491
By jisakura

"Ölüm yayılıyor sokaklara,
Aşk çekilirken topraktan..."



"Annen seni çok seviyor küçük meleğim." diye fısıldadım hafif şişkin karnıma doğru. Annem de böyle mi hissediyordu bana hamile kaldığında? O da böyle tarifi imkansız bir heyecanın eşliğinde kanat mı çırpıyordu semaya doğru sınırsız bir umutla? Ona hep sorduğum bebeklik sorularımı gözlerinde parlayan ışıklarla cevaplarken, bu büyülü anılarını mı hatırlıyordu?

Keşke geçmişe dönüp ona daha çok soru sorsaymışım diyordum. Keşke daha çok merak etseymişim annemin neler hissettiğini, yaşadığını ve ne tür mücadelelerle karşılaştığını. Kızıyordum çocukluğuma, kızıyordum benliğime, hatıralarıma ve biraz da anneme...

"Sen sormasan dahi ben sana anlatacağım tüm detayları. Bir prensten bile daha yakışıklı olan, bir bakışıyla tüm kalpleri eritirken evrenin en devasa kalbine sahip olan babanı anlatacağım. Güzel sesinden kopan tüm melodileri dinletirken sana, en çok ben fısıldayacağım kulağına, 'Baban bizi çok seviyor.' diye. Biliyorum çünkü, eğer bilseydi küçük sırrımızı, en çok o severdi seni."

Karanlığı azimle aydınlatmaya çabalayan vanilya kokulu mumun kokusu burnuma ilişirken gözlerimi kapadım. Benzin dökülüp kor alevlere sarılmış bir saman ev misali yanarken, gözyaşlarım bir itfaiye gibi su döktü alevlerime. Fakat tesiri mümkünsüzdü. Söndürmediği yetmezmiş gibi, daha çok ateşe verdi gözlerimi bu itilaf yaşları. Umursamadım.

Yaklaşık on dakika önce girdiğim yeni yaşımda, Yun tarafından odama getirilen frambuazlı pastamın tadı hala damaklarımdayken, gözyaşlarımın tuzu bu güzel tadı bir anda değiştiriverdi. On sekizsin artık diyordu benliğim. Hiç büyümeyeceksin sanmıştın değil mi? Hep uzak bir durak gibi görünmüştü gözlerine, o minik aklına...değil mi Min Sujin? Ama gelmişti işte. On sekiz yaşında, hamile ve bir yalancıydım. Ne büyük başarı...

On yedinci yaş günümü hatırladım bir an. Onunla bir kamera ardından konuşurken, birden arkasından çıkardığı pastayı ve evime kargoyla yolladığı o devasa beyaz peluş ayıyı. Ama en önemlisi, o gün birlikte dilediğimiz on sekiz yaş dileğini.

Nisan'ın ay ışığında kiraz çiçekleri saçlarımıza konarken, ılık rüzgarın birleştirdiği kokularımızdan öpüp, el ele tutuşacaktık biz, hayaller kuracaktık ama yıkılmayacaklardı bu sefer. Ayrılmayacaktık. Ne olursa olsun, birlikte kalacaktık.

Çocukluğumuzun bu toz pembe varlığı bir kez daha sızlattı o anda deşilmekten bıkmış parmak ucu yaralarımı.
Kirpiklerim taşıyamayacağı kadar bir ağırlıkla müebbet yerken sildim aklımdan her şeyi. Bir anlığına da olsa, bembeyaz bir sayfa açtım miniğime ve kendime.

Telefonun tuş kilidini açıp, en sevdiğim şarkıyı açarken, dünyaya gelmeden tüm acıları sırtlandırdığım bu masum bebeğe doğru fısıldadım. "Daha çok kapanan kapı göreceğiz. Fakat karanlık bir gecenin ardından aydınlık bir gün doğar ve yarın geldiğinde ışıklar parlayacak. Endişelenme miniğim, bu bir son değil, sadece mola vermek için bir ara..."

Terk edilmiş bir şehrin tek yetimi olan kalbim gereğinden fazla hızlı çarparken, aynadaki görüntüme son kez bakıp derin ve soğuk nefesimi yavaşça bıraktım. Sıcak hava dalgasıyla çarpışıp buğulanan soğuk aynayı sağ elimle silerken, metalik bir ses çıkaran ve parmağımı iyice pembeleştirmiş yüzüğe kaydı bakışlarım. Üzerindeki kiraz çiçeği işlemesinin bir kısmı eski rengini yitirirken, ruhuma kattığı hissin hala aynı oluşu çok ilginçti.

Muntazam bir güç kaynağı, huzur senfonisi ve ritmik mutluluk dalgaları...

Üzerime giydiğim bol siyah kaban, pantolon ve başıma geçirdiğim siyah şapka beni kamufle etse de, bu yüzük tek başına benim kimliğimdi. Ve ne yazık ki, bugün kimliğimi ardımda bırakmak zorundaydım. O ardımda kalmalıydı ki, veda edebilmem, ona son kez bakabilmem, ellerini tutabilmem, sesini duyabilmem mümkün olsun.

Çıkarmaya çalıştım yüzüğü. Fakat hamileliğin etkisiyle etlenen parmağım ısrarcıydı kimliğimi bana vermemeye. Daha çok çabaladım fakat bu çabam, canımı daha çok acıtmaktan öteye gitmedi. Pes edip salona geçtiğimde, Rae Yun'un çoktan hazırlanmış, hatta ayaklarını Myung Soo'nun kucağına yerleştirip keyifle televizyon izliyor olduğunu gördüm.

Tam karşılarına geçip görüş açılarını kapayana kadar beni fark etmemişlerdi bile. Rae Yun sonunda ilgisini çekebilmişim gibi bakışlarını bana çevirdi. "Hazırlanmışsın siyah keçi. Ne kadar az sürdü öyle... Ben senden bir üç saat daha beklerdim."

Omuzlarımı düşürüp yaptığı iğnelemeyi göz ardı etmeye çalıştım. "Biz iki kişiyiz şapşal. Ondan uzun sürüyor."

Dediğim şeyle birlikte kahkaha atan Myung Soo, "Bence sen Amerika'ya gitme Sujin." dedi. Elleriyle bir pislikmiş gibi Rae Yun'un kırmızı çoraplı ayaklarını itekledi. "Bu çöp torbası gitsin."

Hışımla koltukta dikleşen Yun aldığı kırlenti onun kafasına geçirirken, kuduz bir köpek kadar kızgın görünüyordu. "Gerizekalı! İkiniz de burada kalın diyeceğine beni postalamaya çalışıyorsun." Ayaklarıyla Myung Soo'yu tekmelerken, "DEFOL EVİMİZDEN BOK ÇUVALI!" diye çığırıyordu.

İkisi hala daha sevgili sıfatını kendilerine yakıştırmasalar da, uzun bir süredir bu tarz bir ilişki içindelerdi. Tartışmalı, dövmeli, hakaretli ama bir o kadar da aşk dolu bir ilişki... İmreniyordum, birbirlerine çok yakışıyorlardı. Üstelik ikisinin de karakteri birbirinden güzel, altın gibiydi.

Yun tüm çirkefliğiyle, masum saman beyni hırpalarken daha fazla seyirci kalamadım ve çoktan şişmiş parmağımı göstererek, "Suç ortakları!" diye seslendim. "Acil bir durum var..."

Tam Myung Soo, Yun'un en sevdiği küpesini kulağından çekip alıyordu ki, onlara seslenmemle ikisi de aynı anda bana döndü. Yun elimin halini görür görmez Soo'nun elini iterek ayağa kalktı ve kaşlarını çatarak, "Kangren olmuşsun aptal!" diye beni azarladı. "Kerpetenle falan sökseydin bari az gelmiştir."

"Çıkar sandım." diye mırıldandım dudaklarımı büzerek. Ufak, yaramaz bir çocuktan farkım yoktu şu anda. Bu nedenle Rae Yun bir taraftan söylenip diğer taraftan da beni odasına çekiştirirken ona karşı koymadım. Komodinin üzerinden aldığı kremi parmağıma sürüp yüzüğü dikkatlice parmağımdan çıkardığındaysa rahat bir nefes aldım.

"Aklıma gelmişti aslında." diye homurdandığımda alaycı bir gülüş koptu dudaklarından.

"Aynen Sujin aynen, ben de öyle diyordum güzelim."

Ardından içi gidiyormuş gibi moraran parmağıma bakarken üzüntülü gözlerini gizleyemeden bana baktı. "Gerçekten gitmek zorunda mısın? Ya seni tanırsa? Senin sesinin titreşimlerini kendisininkinden daha iyi tanıyan biri o, kaçabileceğini mi sanıyorsun?"

Omuz silktim. Bunu ben de düşünmüştüm fakat konuşmak zorunda değildim. "Hayır." diye sızlanarak kafamı salladım. "Onunla fazla konuşmayacağım. Üstelik maskeden sesim daha bulanık çıkacaktır..."

Yun kremin kapağını kapatıp yerine geri koyarken yan bir gülüşle karşılık verdi. "Sen bile inanmıyorsun şu dediğine."

Cevap veremedim. Ne dersem diyeyim Rae Yun bu yapacağım şeyin beni incitmesinden korkmaya devam edecekti. Fakat göz ardı ettiği büyük bir ayrıntı vardı.

Çoktan havaya karışmış bir su damlası, sıcağa maruz kalmaktan korkmazdı.

Arabadan inmeden hemen önce son kez önde oturan Yun'a uzanıp sıkıca sarıldım. Kollarını bana dolarken, kulağıma burada bekleyeceklerini mırıldanıp duruyordu. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadığım için gözü sürekli bendeydi ve milyon kez nasıl olduğumu sormuştu. Endişelenmesini anlıyordum, gerçekten anlıyordum ancak buraya kadar gelmişken geri dönemezdim ki. Üstelik o hatayı bir kere yapmıştım, bir daha yaparsam ömrüm boyunca mutsuz olurdum.

"Kötü hissedersen, ya da olur da yakalanırsan, en ufak bir aksilik çıkarsa dahi arıyorsun? Duydun mu beni?"

Kafamı sallayarak onu onayladığımda şapkamı düzeltip, çenemin altına kaydırdığım maskemi burnumu kapatacak şekilde yukarı çekti. "İyi şanslar Min Sujin."

Şans... Gerçekten var olup olmadığını bilmediğim tek olguydu. İnsanların nefes aldıkları süre boyunca bel bağladığı bu garip şey aslında bizim kendimizi kandırma biçimimiz olabilirdi çünkü. Şans belki de yoktu, şans belki de hiç olmamıştı. Belki yalnızca seçimler ve kaderimiz ışıtıyordu yolumuzu, bir sokak köpeği misali sığınabildiğimiz ilk baraka bizim geleceğimiz oluyordu.

Sürücü koltuğunda oturan Myung Soo elimi sıkıp, bana o bin asker kuvvetindeki gülümsemesini armağan ettikten sonra arabadan indim. Soğuk hava bir bıçak gibi vücudumu keserken, üzerime aldığım kat kat kıyafetler işlevsiz bir paçavra gibi kalakalmıştı.

Onlara doğru son kez el sallayıp imza salonuna doğru ilerlerken kalbim zincirlerini koparmış vahşi bir ruh misali göğüs kafesimi zorluyordu. Ona durmasını tembih etmeye dahi mecalim yoktu bu defa. Ne dersem diyeyim başına buyruk davranacağının gayet tabii farkındaydım çünkü. Faydası yoktu sızıntılarımın.

Güvenliğe biletimi gösterip içeri girdiğimde upuzun bir kuyruk karşıladı beni. Bangtan'ın gözle görülür bir hayran kitlesi olduğu aşikardı. Heyecan içerisinde gülüşüp birbiriyle konuşan renkli kızlar, bir taraftan öndeki yedi üyeye seslenenler ve bir taraftan kamerayla her yeri kaydeden yeni internet canavarları... Çok fazla insan vardı.

Önüme gelip görüş açımı kapatan kızlardan ötürü üyeleri tam anlamıyla göremiyordum. Sıra çok yavaş ilerliyor, herkes sabırsızlıklarını dile getiriyordu. Fakat ben tam aksine kaçıp durmamı söyleyen iç sesimle mücadele ediyordum. Yapamayacağımı, yenileceğimi ve daha da kötüsü her şeyi alt üst edeceğimi söylüyordu arsızca. Güçlü olmaya en çok ihtiyaç duyduğum anda bıçaklıyordu dört bir yanımı.

Hiç kimseye hissettirmeden sessizce kanadıkça, zaman hissiyatımı kaybetmeye başladım. Öyle ki, arkamdaki kız sırtımı biraz sertçe dürtüp, "Ahjumma, yürüsen de biz de ilerleyebilsek!" diye söylendiğinde ancak kendime gelebildim. Duyabileceği bir şekilde ama biraz da soğukça özür dileyip yaklaşık beş metrelik boşluğu kapatırken, aslında o kıza kızmamıştım. Belki de aylarca beklediği bu organizasyonda, sabırsızlıkla sıranın ona gelmesini bekliyordu ve en ufak bir gecikmeye dahi tahammülü yoktu.

Tam önünde duran başka bir insanın, yapacağı son vedayı elinden gelen en geç vakte denk getirmeye çalıştığını nereden bilecekti?

Artık görüş açıma girmişlerdi. Önce ortada oturan ve kafasında kedi kulaklıkları sallanan Taehyung'u, ardından sıranın en sonunda oturmuş, bir kızın ellerini sıkıca tutup parıltılı gözlerle ona bakan Jimin'i gördüm.

Koyu kahverengi saçları özenle havaya dikilip, kusursuz alın hatları süzülen yüzüyle görücüye çıkan bu eşsiz adam, gözümde hala bir çocuktu.

Güzelliğinin büyüsünden tutuşan eteklerim, karnımda ilk anki gibi kelebekleri uçuştururken, tenimi yakan öpücükleri de bir elektrik akımı gibi tüm bedenimi şokladı.

Zaman biraz daha geçtikçe, ona sabitlenen bakışlarım başka bir yöne bakamaz oldu. Çok özlemiştim. Ayazda kalmış bir evsizin sıcağı özlemesi gibi ben de güneşimi çok özlemiştim. Milyonlarca yıl kapalı kaldığım buz çağımda, tek bir gülüşüyle cenneti getiren bu eşsiz varlığı çok özlemiştim.

Sonra ne olduysa, birden bana döndü Jimin. Gözlerimiz buluştuğunda, takmış olduğum güneş gözlükleri bir bariyer gibi korumuştu beni.Fakat hissettiğim çaresizlik, sanki beni apaçık görüyormuş sandığım için katlanıp duruyordu. Huzursuzca bakışlarımı ondan kaçırsam da, bakmaya devam ettiğinin farkındaydım.

Belki de siyahlar içerisinde, açıkta tek bir santimi kalmamış bu insan ilgisini çekmişti kim bilir. Ya da belki de kapalı bir alanda güneş gözlüğüne ihtiyaç duyan bir yarım akıllı gördüğü için şaşırmıştı. Ne olursa olsun, gözleri benimleydi. Bu tek gerçek, diğer tüm savları önemsiz kılmaya yetip de artıyordu bile.

Sıra ilerledikçe benim de adımlarım iyiden iyiye güçsüzleşmeye başladı. Öyle ki, uzun zaman sonra bacaklarım, ilk kez böylesine çok titriyordu. Düşüp bayılacak kadar halsiz hissetmemin tek nedeni, manevi olarak üzerime aldığım bu dipsiz yükten dolayıydı, farkındaydım. Ama ısrarcı kişiliğim, onu son kez görebilmek için, her şeyi yapmaya hazırdı. Çünkü kendisinden en çok korktuğum organım, hep onun tarafını tutuyordu. Bu kez de, onunlaydı.

Cebimdeki telefon titremeseydi şayet, tekrardan önümde açılan boşluktan dolayı azar yiyecektim. Tuş kilidini açıp gelen mesajı okuduğumda, başta anlam veremedim. Bilmediğim bir numaradan gelmişti ve yazan şey çok manasız görünüyordu.

"Tik tak, zaman akıp gidiyor.
Kavuşmamıza az kaldı."

Yanlışlıkla bana gönderildiğine inanmak istedim o an. Aklıma başka bir ihtimal gelmiyordu çünkü. Beynim öylesine doluydu ki, uğraşmak isteyeceğim en son şey dahi değildi bu mesaj. Bu nedenle cebime koyup başımı ona çevirdiğimde tekrardan gözlerinin pususuna yakalandım.

Neden bana dehşet içerisinde bakıyordu? O gözlerindeki sorgulayıcı ifade, bu uzaklıktan dahi kanımı dondurmaya yetiyordu. Sanki hesap soruyordu benden, nefretini saçıyordu dört bir yana.

Elindeki telefonu bırakıp tekrardan önüne gelen hayrana dönse dahi, sık aralıklarla bakışları bana ilişmeye devam etti. Korkuyordum. Artık o kadar çok korkuyordum ki, ayaklarım umutsuzca geri dönmek istedi. Koşarak kapıdan çıkıp bu hata başlamadan evvel bitirmek istedi. Ama yapamadım. Kalbim yine tüm gücüyle engel olurken, karşımda bir anda grubun lideri Kim Nam Joon'u buldum.

Ne ara buraya ulaşabilmiş, o devasa kuyruğu sonlandırmıştım algılayamasam da, çantama koyduğum siyah renkli albümü çıkarırken, titreyen ellerime söz geçirmeye çabaladım.

Namjoon, kaşlarını kaldırıp, "Adın ne?" diye sorduğunda, ilk saniye afallamıştım. Fakat hemen ardından koca siyah bir duvarın ardına saklandığımı hatırlayıp sesimi incelterek "Min Soo." diye cevapladım.

Sesim, beklediğimin aksine oldukça orijinal çıkınca, damarlarıma birazcık güven oksijeni girebilmişti. Namjoon, onunla ilk tanıştığımda olduğu gibi güleryüzlü, tevazu sahibi oldukça kibar biriydi. Bana geldiğim için teşekkür ettikten hemen sonra, tam yanındaki Yoongi'ye geçiyordum ki, kafama ve ağzıma doğru işaret parmağını uzatarak, "Terlemiyor musun?" diye sordu. İşte tam da o an, dipsiz bir okyanusa düşüp umutsuzca çırpındığımı hissettim. Hem ruhsal hem de fiziksel olarak bu sıcak yerde terlerken, dilim "Kansız olduğum için üşüyorum." diye bir yalan uyduruverdi anında. Zaten Namjoon da daha fazla üstelemedi.

Yoongi, Hoseok ve Jin beklediğim üzere kılığımla ilgilenmedi, ya da benden şüphelenmedi. Tek sordukları soru, adım ve nasıl hissettiğim hakkındaydı ve ben bir robot misali hepsine aynı cevabı verdim. Zaman ilerledikçe ve ona olan mesafeler azaldıkça, kalbim daha çok hızlanmaya başladı. Ellerimin içi sırılsıklam olduğundan dolayı kabanıma silip dursam da, hala morarması geçmemiş sağ elimi saklamak oldukça zordu. Fondöteni akıyordu ve ben ecelime doğru ilerliyordum.

Taehyung'un önüne geldiğimde bakışlarını üzerimde hissediyordum. Namjoon'dan itibaren beni gözlemliyordu ve Park Jimin bir şeyden şüpheleniyordu. Aldırmadım. Fakat bu aldırmayış bedenimi öylesine katılaştırmıştı ki, parmaklarım arasından albümü almaya çalışan Taehyung'u çok geç fark ettim.

"Yemeyeceğim, imzalayacağım." diye dalgayla karışık bana söylenirken maske altından da olsa ona gülümsedim. "Üzgünüm," diye mırıldandım sessizce. "Dalmışım."

Taehyung'a karşı çok fazla konuşmak benim için tehlikeli olduğundan kelime kelime ifade ettim kendimi. Yakışıklı yüzünü bana yaklaştırarak gülümserken, "Daldığın yer benim yüzümün büyülü suları olduğu sürece sorun değil." dedi.

Kahkaha atmanın tam sırasıydı fakat, bu oldukça tehlikeli olduğundan yalnızca kafamı sallamayla yetindim. O an, hayranlarının bir kez daha ne kadar şanslı olduklarını düşündüm. Hepsi de birbirinden değerli kalpler taşıyan yetenekli adamlardı ve öyle güzel seviyorlardı ki, kimse onlarla aşık atamazdı.

Sıra Jungkook'a geldiğinde, hemen yanı başındaki Jimin de artık tamamen bana bakıyordu. Şimdi pot kırmadığım müddet, hiçbir zaman kırmazdım. Ama Jungkook'un elimden albümü alan eli o kadar sıcaktı ki, soğukluğum ilk zayıflığım oldu. Elektrik çarpmış gibi elimi çekerken, Jungkook güldü. "İyi beslenmelisin..." dedi gözlerini kısıp bana bakarken.

"Min Soo." diye tamamladım cümlesini.

"Min Soo." diye tekrar edip albümün fotoğraf kısmında kendi yerini açarken, Jimin'in delici bakışları artık tamamen benimleydi. Ona bakmamakta ısrar ediyordum ama gözlerini bir lazer ışını gibi üzerimde hissediyordum.

"Lisede misin Min Soo?" diye sordu bu defa Jungkook. Ona neden böyle şeyler soruyorsun diye kızmayı deli gibi istesem dahi, sesimi elimden geldiği kadar değiştirerek "Evet." diye yalan söyledim. En küçük detay bile benim için hayatiydi ve üniversite için kullanacağım harf miktarı beni ölüme sürükleyebilirdi.

Neyse ki Jungkook elimi üstten hafifçe tutup el sallamanın ötesinde bir şey yapmadı. Kim olduğumu anlamadı, irdelemedi hatta kıyafetlerimi dahi sorgulamadı. Hafiflemiş gibi hissettiğim o anda, hayatımın merkez noktasıyla göz göze geldiğimde su çekmiş bin ton pamuk kadar ağırlaştım.

Şimdi dünya tamamen durmuş, zaman çıkmaz bir sokağın başında aynı çizgide gidip geliyordu. Sessizlik bir sis gibi havaya çökerken, bariyerlerin kurduğu o aşılmaz engin boşluk, bir uçurum misali ürkütücüydü.

"Hoş geldin..." diye mırıldandı Jimin elini bana doğru uzatırken. "Min Soo."

İsmi bastırarak telafuz ederken, albümü ona doğru uzattım. Fakat yanlış elimle uzattığımı, o kendi minik avucunun arasına alıp dikkatle mor parmağıma bakana değin algılayamadım. Aptaldım, koca, sersem ve beyin yoksunu bir aptal!

"İsmin," diye dişlerinin arasından bastırarak konuşurken, elimi ellerinin arasından çekemiyordum. "Güzelmiş."

Kaşlarını çatarak incelediği parmağıma dokunan parmak uçları alev gibi yakıp geçiyordu tenimi. Konuşamadığım her sözcüğüm titriyor, duygularım zehirli bir yılan ısırığı misali kanımı kirletiyordu.

"Parmağına ne oldu?" diye sorduğunda, sesimi değiştirerek "Kapıya sıkıştırdım." dedim. Bu, geldiğimden beri kurduğum en uzun cümleydi belki de. Hata etmiştim. Ben yine ve yine ona karşı fena yenilmiştim.

"Yüzük takıyordun sanırım." dedi emin olmaya çalışır gibi. "Canın acıyor mu?"

Konuşmamakta ısrar etsem dahi, içim çığlık çığlığaydı. O pamuk elleriyle benim sahtekar ellerimi kavrarken, canımı yakan her zerresi, benim havaya karışıp giden suskunluğum oluyordu. Ben yalnızca kafamı sağa sola salladım. Fakat bu defa Jimin tepki vermedi. Dikkatlice siyah camın ardındaki görünmeyen gözlerime dikilmiş bakışları, beni her salisede sorguluyordu. Elimi bırakmayıp bana kilitlenmişken, o an kaçıp gitmem gerektiğinin farkına vardım. Ama ne yazık ki bunun için çok geç kalmıştım.

"Elleriniz tıpatıp aynı." diye mırıldandı acıyla. "Neden böyle giyindin?"

Emin değildi. Hala daha şansım vardı ve Jimin teyit etmeye çalışıyordu. Belki de dönüşü olmayan bir hata yapmak istemediği için böylesine tedbirliydi, bilemedim. Ama bu en çok benim işime geldi.

Ben cevap vermemeyi sürdürdüğümde Jungkook'la işi biten kız, Jimin için sabırsızlığını sızlanarak dile getirdi. Ama Park Jimin umursamıyordu. Eli hala benim elimi tutuyor, gözleri bir tutkal misali gözlerime yapışıyordu.

Daha fazla dayanamadım. Elimi boşluğunu fırsat bilip çekerken albümü dahi almayı aklıma getiremeden yerimden kalkıp çıkışa doğru koştum.

Arkamdan önce "Min Soo-shi!" diye seslendi. Ardından "Sujin!" diye belli belirsiz bağırdığını duydum koridorda. Rayından sapan bir tren misali savrulurken, kendimi zorlukla dışarı attım ve beni bekleyen arabaya yetişmem çok uzun sürmedi.

Ve ben, vedamı dahi doğru düzgün edemeden onu bırakıp giderken, tekrardan ona döneceğimi hissetmişim gibi garip bir huzursuzluğun esaretinde boğuluyordum.

Yakalanmıştım.

Oyun bitmişti.

SOBE.

Hızla bavulumu hazırlarken bir taraftan beni durdurmaya çalışan Yun'un sesi, bir alarm müziği gibi rahatsız ediciydi lakin, tatlı uykumdan ötürü onu susturamıyordum. Bir hafta sonraya ayarladığım gitme işini bu geceye alışım, babama dahi haber vermeyişim ve başıma buyruk davranışım... Hepsi mağlubiyetimin diğer adlarıydı. Burada olduğumun farkındaydı ve bu benim suçumdu. Hayır, o lanet parmağımın suçuydu.

Ben kafayı sıyırmış gibi elime geçen ilk kıyafetleri bavula atarken, Rae Yun güçlü bir çığlık atarak beni durdurdu.

"BİR BENİ DİNLE ARTIK!" dedi gözlerinden ateş fışkırırken. "ŞU ANDA DÜZGÜN KARAR VEREMEZSİN SUJIN, KENDİNE GEL!"

Kafamı tekrardan dolaba çevirip kıyafetlere yöneldiğimde dirseğimden daha sert tutup kendine çevirdi. "Bana olan sevgin bu kadar mıydı?"

"Aramızdaki bağ bu kadar ince miydi ki beni göz ardı ederek kaçıp gidiyorsun?"

Fırtınadan alabora olmuş halde ona döndüğümde, kendimde olmadığımın farkındaydım. Ama ne yazık ki, bu sonuç dahilinde elimden gelen hiçbir şey yoktu. Haksızlık ettiğimin, kısıtlı düşünüp kaba davrandığımın çok farkındaydım...

"Ya Yunnie-"

"Madem öyle," diye söze başlayıp hışımla askıdaki kıyafetlerime yönelip bu defa kendisi bavula atmaya başladı. "Ben de bir an önce gitmen için sana yardım etmeliyim, zira beni bir bok böceği kadar bile değerli görmeyen birini kendimle sınayamam."

Berbat bir halde zehir solurken, gözleri kıpkırmızı olmuş Yun'un kolunu tutmaya çalıştım ama öylesine güçlüydü ki sırtım gardıropla buluşana değin onunla uğraşmam gerekti. Beni ittikten hemen sonra elindeki son kıyafeti de bavula koyarak fermuarını çekti ve aşağı indirip elime tutuşturdu.

"HADİ GİT, ÇOK İSTİYORSUN YA GİTMEYİ GİT HADİ TUTMUYORUM SENİ!"

Bir put gibi dikildim öylece. Nedensizce yaşlar damlamıyordu gözlerimden. Kuraklığa maruz kalmış gibi, hissiz görünüyordum. Ama Yun ağlıyordu. İçinden, dışından hüngür hüngür ağlıyordu. Ona bunca zaman verdiğim sıkıntılar yetmezmiş gibi şimdi de kendi aptallığımın cezasını ona ödetiyordum. Benden nefret etmemesi o kadar anormaldi ki, bana böyle kızdığı için onu suçlamaya zerre hakkım olmadığını biliyordum.

"Sen benim su kaynağımsın Rae Yun. Ben sen olmadan yaşayamazdım, yaşayamam. Nasıl sana değer vermediğimi aklından geçirebilirsin? Benden nefret et, kız, küs ama lütfen böyle düşünme. Lütfen..."

Rae Yun elini tekrardan sallayarak bavulu tutmam için bana uzattığında, canımdan bir can koptuğunu hissettim. Ölüyordum, ızdırap çeke çeke, en beterinden ölüyordum.

"Yun-ah..." diye seslendim son defa.

"Bir şey söyle lütfen."

Rae Yun bavulu alıp sürükledi, dış kapıyı açıp dışarı koydu. Onun olduğu yere doğru yürürken dikildiği yerden kıpırdamadı. Dışarı çıktım ayakkabımı dahi giydim ama Yun hala daha tek kelime etmedi. Ta ki ben bavulu tutup son kez ona bakana kadar.

"Elveda Sujin."

Artık gözyaşlarım kuraklık mevsimini aşmıştı. Hıçkırarak ağlıyor, o kapıyı yüzüme kapatıp gittiğinde bile yıkılıp enkaz oluyordum. Eğer dönersem, kendimi affettirmek adına kalmak zorundaydım. Ama eğer gidersem, bir daha asla onu görmeme ihtimali nedeniyle azaptan yok olacaktım.

Ben ne yapacağımı bilemeden o ayakkabılıkta ağlarken telefonum çaldı. Bir süre cevap vermedim, duymazdan geldim ama çok ısrarcıydı. En sonunda kapatmak için elime aldığımda arayanın Jungkook olduğunu gördüm ve içime bir anlığına korku tomurcuğu düştü.

Ellerim titrerken aramayı cevapladım ve ürkekçe kulağıma götürdüm.

"Sujin!" dedi anında korku dolu bir tonlamayla. "Jimin hyung orada mı?"

"Ne?"

"İmzadan sonra kimseye haber vermeden ortadan kayboldu ve bir saattir ulaşamıyoruz. Seni bulduğunu düşündüm."

Afallamıştım. Zihnim çorba gibiydi ve hıçkırıklarım dinmiyordu. "Benimle d-değil." dedim güçlükle. "Bilmiyorum."

"Bugün imza gününe geldiğini biliyorum." dedi bir anda Jungkook. Öylesine şaşırdım ve korktum ki, ağzımdan istemsiz bir inleme kopuvermişti.

"Jimin hyung da anladı ve o yalnızca seninle ilgili bir şey olduğunda bizden böyle uzaklaşır. Onu bulmalıyız Sujin. Anlıyor musun? ONU BULMAK ZORUNDAYIZ!"

"Ben..." diye geveledim aptalca. "B-ben ne yapabilirim? Nereye gittiğini nasıl bulabilirim ki?"

Hattan gelen bir iç çekiş ve kararsızlıkla dolu bir nefes aslında her şeyin özetiydi. Etrafımızda çok farklı bir olay dönüyordu ve biz, bu oyunun piyonu olmuştuk.

"Bir süredir yabancı bir numaradan mesaj alıyordu. En son gelen mesajını da imza sırasında gördüm." Jungkook bir anlığına sustu. Söylemekten korkuyor gibiydi. "Tehdit edildi."

"NE?"

"Zarar görmesinden korkuyorum, Sujin. Bana yardım et. Diğer üyelere haber verirsem iş gruptan atılmasına kadar gidebilir ve bu onun sonu olur. Senden başka gidebileceğim kimse yok, lütfen..."

Hayatım boyunca birçok kez nefes almadan yaşamayı tecrübe etmiştim. Maddi olarak aldığım o oksijeni ruhuma yediremediğim milyonlarca an olmuştu. Ama hiçbir an, annemin cenazesinde dahi böyle nefessiz kalmamıştım. Bunun en çok acı veren olayla bir ilgisi de yoktu, birikimle alakalıydı ve ben tam şu an koca bir sorun birikintisinin içinde dibe doğru batıyordum.

"Tamam." dedim alelacele. "Onu bulalım."

Buluşacağımız yeri ayarlar ayarlamaz, başka bir hattın beni aradığını fark ettim. Jungkook ile vedalaşıp kapadıktan hemen sonra bu kayıtlı olmayan numaranın aramasını cevapladım ve bavulu ardımda bırakıp hızla merdivenleri inmeye başladım.

Fakat bu numaranın, telefonu açar açmaz dediği şeyle birlikte bugün bana gelen mesajla aynı numara olduğunu anlamıştım.

"Merhaba güzelim, uzun zaman oldu değil mi?"

Adımlarım balçığa saplanmış gibi donakaldığında başım dönüyor, midem bulanıyordu. Bu ses, bu sesleniş, bu mizaç...

"Lissie?"

Continue Reading

You'll Also Like

72.4K 6.1K 24
" Sahip oluş yoktur. Sadece oluş, son nefesi vermeyi, nefessiz kalarak boğulmayı özleyen oluş vardır. " - Franz Kafka. ❄︎❅❆❅❄︎ Min Yoongi / Kim Se...
31.5K 3.1K 30
"Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." -Tolstoy Sung Iseul, taşındığı yeni şeh...
88.8K 6.9K 26
Güldün, ve başladı hikâyem... Gizem/Gerilim içinde #16 Smile içinde #1 Smile içinde #2 [Tamamlandı] İlk kitabım. Acemice yazmış olduğum bir kitap...
82.4K 5.8K 21
"Aşkı öğrendiğinde daha kötü bir yazar olacaksın Jung Hyeya."