Pars | Ben Katil Değilim

By parsevan

10.7K 1.1K 4.1K

MESE - DÖRT Genç yaşınıza rağmen ünlü bir polisiye roman yazarısınız ve son kitabınızda asıl katil olan kişi... More

Alaska'ya hâkim olmak
Müziği değil acıları hissetmek ♪
1.2. Müziği değil acıları hissetmek ♪
1.3. Müziği değil acıları hissetmek ♪
Av mevsimi
1.2. Av mevsimi - Alıntı
1.2. Av mevsimi
Satırlar arası yolculuk
Bakılmamalı görülmeli
1.2. Satırlar arası yolculuk
Gökkuşağını karalamak
1.2. Gökkuşağını karalamak
Göklere çekilen tuğlu bayrak
1.2. Göklere çekilen tuğlu bayrak
1.3. Göklere çekilen tuğlu bayrak
1.4. Göklere çekilen tuğlu bayrak
Alaska'da av olmak
1.2. Alaska'da av olmak
1.3. Alaska'da av olmak
Gerçekten bozma masalları yâd etmek
1.3. Gerçekten bozma masalları yâd etmek
Dengesizin kırık kanadına tutunmak
1.2. Dengesizin kırık kanadına tutunmak
1.3. Dengesizin kırık kanadına tutunmak - Alıntı
1.3. Dengesizin kırık kanadına tutunmak

1.2. Gerçekten bozma masalları yâd etmek

218 22 293
By parsevan

Kurtlar sofrasında kurda dönüşen tilki

"Seni öldüreceğimi mi düşünüyorsun?" söylediği şeyin ağırlığını yüzünde göremedim. Sözlerinin ciddiyetine tersti yüzündeki alaycı gülüşü. "Öyleyse arabadan in, arabayı kana bulamak istemiyorum."

Açtığı kemerimin ardından, "Bu düşünceli hâllerin gözlerimi yaşartıyor," dedim ona bakmayı şimdilerde reddedip arabadan inerken. Kapıyı kapatıp eve ilerlemeye başladığımda sesimi alaylı çıkarmaya çalışarak devam ettim mırıltıyı andıran sesimle. "Neredeyse ağlayacağım."

Adım adım ölüme yaklaşırken bedenimde kol gezen korku, onun arabadan inişinin ardından adım seslerini duyduğumda daha da hızla dolanmaya başladı. Alaska, benim korkulu rüyamdı. Bu korku, beni darmaduman ederdi. Eğer bu rüyadan bir an önce uyanmazsam... Alaska, benim sonum olurdu.

Merdivenleri aşıp kapının önüne geldiğimde, "Kapı kilitli değil." dedi. "Burayı bir başkasının bulabileceğine inanmıyorum."

"Ben de..." diye mırıldandım siyah tahta kapının kulpunu kavrarken. "Ben de burada cesedimi çürümeden bulabileceklerine inanmıyorum."

Baskı uyguladığım kulpun ardından kapıyı hafifçe ittirdiğimde içerideki loş ışık karşıladı beni. Dışarının karanlığından böylesinin daha iyi bir seçenek olduğunu düşündüm. En azından ölmeden önce görebileceğim bir ışık vardı.

Loş ışığa adımlarken ilerleyen dakikalarda göreceğim beyaz ışığı düşünmemeye çalıştım. Bundandır ki botlarımı çıkarıp kenardaki koyu renk vestiyere bıraktığımda gözlerim etrafa bakındı.

Kapıdan içeri girdiğimde gördüğüm, geniş bir alana yayılmış stüdyo evdi. Beyaz açık mutfak, hemen girişin yanında, alanın üçte birini kaplayacak kadar genişti. Onun bu kadar beyaz, temiz ve düzenli bir mutfağa sahip olmasına şaşırdım. Ama beni sürekli şaşırttığından durmadım üzerinde.

Attığım birkaç adımın ve sırtımı döndüğüm mutfağın ardından gördüğüm büyük beyaz köşe takımı, takımın önünde koyu gri dikdörtgen bir orta sehpa vardı. Sehpanın üzerinde birkaç dergi ve küçük beyaz çiçekleri olan tanıdık bir bitki saksısı, ilerisinde de modern plazma tipi bir şömine... Köşe takımının gerisinde bir iç merdiven, merdivenin sonunda da muhtemelen uyuduğu yer...

Bir yanı duvara dayalı merdivenlerin solunda duvarı kaplayan sehpayla aynı renkteki kitaplığı ve aynı tonlardaki iki berjeri görebilecek kadar yaklaştığımda gerimde kalan, cam kapıların yanındaki takımla uyumlu büyük yemek masasına anlam veremedim. Burada ondan başkasının kalma ihtimali sıfıra yakındı gözümde. Büyük yemek davetlerinin ardından ormana gömülen cesetleri düşündüm bir an, o esnada sağ kolumda tüy gibi hissettim parmaklarını. Ürperdim.

"Nasıl buldun evimi?" diye sorarken kolumdaki parmaklarını yavaşça elime doğru indirdi. "Beğendin mi?"

"Güzel." elimi tuttuğunda çekerek bedenime sardım kollarımı. "Güzel bir evin var."

"Beğenmene sevindim." diyerek yanımdan geçtiğinde sehpanın üzerindeki büyük saksıyı aldı. "Yapmam gereken birkaç işim var." bana bakarak göz kırptığı kısa bir anın ardından ilerdeki merdivenlere yöneldiğinde ürpertim bir kez daha hatırlattı kendini. "Kendi evin gibi davran lütfen, uzun bir süre burada olacağız sanırım."

Etrafta saati arayan gözlerim aradığını bulamazken kollarımı açarak birkaç adım attım Alaska'nın ardından. Kapıdan çıkıp gitmek, burada olmaktan daha korkutucu gelirken köşe takımının kenarına yerimi yadırgarcasına oturdum her zamanki gibi. Uzun sayılabilecek bir süre boyunca karşımdaki şöminenin arkasındaki beyaz duvarı ve aydınlatmalı nişlerin içindeki şekilsiz büyüklü küçüklü taşları ifadesiz bir yüzle uzaktan incelerken merdivenlerden indiğine dair gelen adım seslerini duyduğum hâlde bakışlarım ona dönmedi.

"Annemi aramam gerek." dedim hâlâ ona bakmazken. Cevap vermediğinde sırtımı yasladığım koltukta dikleştim biraz. "Arayacağım dedim, aramazsam merak eder."

"Bilmek istediğim bir şey var." sol omzumda elini hissettiğimde gerildiğimi belli etmemek için zorladım kendimi. Hafifçe sıkarak karşılık verdi. "Verdiğin sözleri hep tutar mısın?"

Omzumdaki elinin üzerine elimi yerleştirdiğimde yalandan gülümseyerek, "Genellikle..." dedim. Elini, fark ettirmediğimi umarak kenara ittirdiğimde ayağa kalkıp döndüm ona. "Genellikle tutarım."

"Benim için de bu geçerli mi?"

"Sana söz verdiğimi hatırlamıyorum." dediğimde sinsi gülümseme dudak kıvrımında yer edindi kendine.

"Beni de hatırlamıyorsun çoğu zaman." diyerek sinsi gülümsemesinin zehrini akıttığında o zehir çoktan kanıma karıştığından beni derinden etkilemedi. Sanırım artık bağışıklık kazanmıştım. "Sorun değil... Hatırlayacaksın."

"Her zamanki gibi..." etrafa bakarak mırıldandığımda bakışlarını üzerimde hissettiğimden göz göze gelmemizi geciktirmedim. "Kendinden fazla emin konuşuyorsun."

"Kendime güveniyorum."

Bunu ben de söylemek isterdim, diye düşündüm. Ama güvenmiyordum.

"Annemi arayacaktım." diyerek tepkisini ölçmeye çalıştığımda üzerindeki gri düz eşofman altının cebinden telefonu çıkarıp uzattı bana. Üzerini değiştirdiğini, aynı zamanda dün onu son görüşümde saçlarını dağıttığımdan beri saçlarının aynı şekilde kaldığını o an fark ederken dışarının ayazına rağmen evin içinde kısa kollu atleti anımsatan beyaz bir tişörtle gezmesi, aklından zoru olanın sadece ben olmadığımı gösterdi bana. "Teşekkür ederim."

"İşin bittiğinde banyoda üzerini değiştirip yukarı gel lütfen. Merdivenlerin yanındaki kapı, küçük banyoya açılıyor."

Cevabımı beklemeden merdivenlere ilerlediğinde suratım asıldı. Her şeyi kendine göre düşünmüştü anlaşılan. Bir tek benim fikrimi soran yoktu.

Ardından baktığım kısa bir andan sonra annemle konuşarak -ki o arada elimdeki telefonun benim kırılan telefonumun aynısı olduğunu fark etsem de üzerinde durmadan- otele vardığımı söylediğimde yalan söylemenin verdiği vicdan azabını iliklerimde dahi hissettim. Yalan söylemeden otele neden gitmediğimi, üstelik bir katille aynı evde olduğumu açıklamam imkânsız olduğundan iliklerimdeki vicdan denen o azabın tamamı boşalana kadar susmayı düşündüm sonraki saniyelerde.

Sessizliğimi kendime kalkan edinirken ben, önceden getirip duvar kenarına bıraktığı bavulumu açtığımda içindeki pijama takımlarımdan pembe olanını aldım. Adımlarımın sonu, söylediği gibi merdiven bitimindeki banyo olurken ona dair her şeye kulaklarımı, gözlerimi kapadım. Her ne kadar kapasam da içinde bulunduğum evin dahi ona ait olduğunu fark ettiğimde giyinmiş ve banyodan çıkmıştım çoktan. Bunun da üzerinde durmadım. Dursam da bir sonuca varamayacağımı bildiğimden gerek görmedim.

Elimdeki katlı kıyafetleri bavula yerleştirip koltuğa oturduğumda banyoya girmeden önce sehpanın üzerine bıraktığım telefon gözüme batmaya başladı. Alıp polisi arasam, diye düşündüm aynı saniyelerde. Telefon sinyalinden beni bulmaları kaç dakikalarını alırdı?

Ellerimle yüzümü sıvazlarken, "Bizi bulsalar ne olacak sanki?" dedim sonra kendi kendime. "Alaska geri dönmek istedikten sonra beni ondan kim uzaklaştırabilir?"

"Sen..." diyen sesle irkilirken sesin geldiği yöne döndüğümde merdivenlerin sonunda ayakta dikilen onu gördüm. Solgun yüzünden hiçbir şey anlamazken bir adım attı, sonra durdu. "Yalnızca sen uzaklaştırabilirsin."

"Defalarca kez gitmeni söyledim, gitmedin."

"Söylemen bir şeyi değiştirmez." dudağının kenarı yukarı kıvrıldığında bundan sonra söyleyeceklerini o kadar da merak etmediğimi fark ettim. "Bu işin sırrı farklı. Şimdi sırlarla uğraşmaktansa hadi yukarı gel, uyuyalım."

Söylediklerine atıfta bulunur gibi koltuğa sırtüstü uzandığımda, "Fazlasıyla uykum var." diye mırıldandım. Aynı saniyelerde adımlarını hisseder gibi oldum ama kapattım gözlerimi. "Bundandır ki söylemen bir şeyi değiştirmez."

Yaydığı enerjinin bedenimde bıraktığı gerilim tortularını göz ardı etmeye çalıştığım sırada duydum, "Sorun değil," diyen sesini. Üzerime yumuşak bir şeyi -muhtemelen battaniyeyi- örterken gözlerimi araladığımda göz göze gelişimiz gülümsemesine sebep oldu. "Burada da birlikte uyuyabiliriz."

Dudaklarının alnıma temas ettiği kısa bir anın ardından yanımdan uzaklaşırken koltuğun boşta kalan kısmına uzandığını düşündüğüm sırada doğrulup ona baktım. Başını dirseğine yaslamış, yanlamasına yatmıştı.

"Ne yapıyorsun sen?" diye sordum fısıltıyla. Bu evde bizden başkasının olmadığını hatırlayınca buna gerek olmadığını fark edip sesimi yükselttiğimde diğer elinden destek alarak doğruldu. "Burada uyuyamazsın."

"Neden?" sorduğu sorunun cevabını öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi beklentiyle bana baktığı bir sürenin ardından şımarıkça gülümsediğinde kaşlarımı çattım. "Yanında uyumak istiyorum."

"Seni yanımda istemiyorum."

"Ama yanından ayrılmıyorum." derken beni çileden çıkarmak için uğraştığını belli ettiğinde sinirle, "Farkındayım," dedim. "Beni bir an olsun yalnız bırakmıyorsun."

Yüzü ifadesizleşirken bir anda ne olduğunu anlayamadım. Bakışları hayran olduğu bir şeye bakar gibi ilgi ve sevgiyle kuşatılırken fısıltıyla, "Sen..." dediğinde çatılan kaşlarım düzeldiği gibi bir süre sonra ne diyeceğinin merakıyla havalandı. "Sen gerçek misin?"

"Sence?" sorarcasına konuştuğumda bile bana neden o şekilde bakmaya devam ettiğini anlayamadığım için onunla bu gece gerçekten uğraşamayacağımı fark ederek geri yattım koltuğa. "Seninle uğraşamayacak kadar uykum var."

Uykum yoktu. Alaska'yla oturup konuşmak gibi bir niyetim de... Alaska, bir an önce odasına gitmeliydi yoksa katil, yalnızca onun üzerine yapışan bir ad olarak kalmayacak gibiydi.

Loş ışıkta yüksek tavana bakarak ne kadar zaman geçirdiğimi bilmesem de bir süre sonra başımı çevirip ona baktım kısa bir anlığına. Onu da benim gibi tavana bakarken bulunca eski hâlime döndüm, tavana bakmaya devam ettim.

Konuşmak için ona bakmamı bekler gibi, "Yaşamak istiyorum." dediğinde sıkılgan soluğumu havaya karıştırırken, "Yaşıyorsun zaten." dedim. "Yanımdasın, görüyorum."

"Yanındayken yaşadığımı görmüyorsun."

"Belki de görmek istemiyorum," başımı çevirip bir kez daha ona baktığımda göz göze geldik. "Yanımdaki seni."

"Ben senin için yaşamak istiyorum." dediğinde umutsuzca tekrar tavana döndüm yüzümü. "Sen gerçeksin diye yaşamak istiyorum." alaylı gülüşü, kulaklarıma dolduğunda daha başka ne diyeceğini merak ettim. Merakımı kursağımda bırakmadı doğrusu. Ama bıraksaydı yerinde bir karar olurdu. "Buna rağmen görmüyorsan..." imayla söylediklerinin ardından bir vakit sustuğunda koltuktan tarafa döndüm yüzümü, henüz gözlerimi kapatmıştım ki yeniden konuştu. "Uyuyacak mısın?"

"Artık susarsan... Neden olmasın?"

"İyi uykular Melisa," dediğinde cevap vermek istemedim. Devam etti yine de. "Rüyanda beni gör."

Uzun bir süre sesi çıkmadığında uyuduğunu düşünerek kapadım gözlerimi, araladım dudaklarımı. Kendime rağmen mırıldandım.

"İyi uykular Alaska."

Uyuduğunu düşündüğüm hâlde, "Rüyanda beni görecek misin?" diye sorunca, "Evet, Alaska." dedim gözlerimi açmadan. "Rüyamı da kâbusa çevirmene izin vereceğim."

"Öyleyse," keyifli sesi geldi kulaklarıma. "Seninle çok eğleneceğim."

O vakitten sonra cevap vermediğim için o da konuşmadı. Günlerdir doğru düzgün uyuyamadığım yetmiyormuş gibi onun yanımda uyuduğunu bilmek, gece boyu gerilmeme sebep oldu. Bu gerginlik, neyse ki kalıcı değildi.

Önceki gün gibi sabaha karşı daldığım derin uykudan öğlene doğru uyandığımda Alaska yanımda yoktu. O, yanımda yoksa da notları beni yalnız bırakmamıştı.

Henüz uyanmanın verdiği mahmurlukla koltukta doğrulduğumda ellerimin arasındaki kâğıdı fark etmem biraz zor oldu. Önüme düşen birkaç büyük kıvırcığı arkaya ittirmek için sağ elimi kaldırdığımda kâğıt ellerimde anca görüldüğünden buruşmuştu. Kendime gelmem için durgunlukla bir müddet etrafı izleyip olanlara anlam vermeyi, dün ve ondan önceki günlerde yaşadıklarımı anımsamayı başardığımdaysa açtım kâğıdı.

İstediğin oldu. Seni bir süreliğine yalnız bırakıyorum. Ben gelene kadar, aslında ben geldikten sonra da dahil buna, bütün ev senin. Sadece yukarıdaki banyoya girmeni istemiyorum.

Kâğıdı, pijamamın öndeki cebine koyduktan sonra bacaklarımı örten açık mavi polar battaniyeyi üzerimden sıyırıp ayaklandığımda ilk işim merdiven bitimindeki banyoya gitmekti. İşlerimi halledip çıktığımda sırt çantama bakındım.

Onu da köşe takımının kenarında bulduğumda içinden günlerdir aksattığım için ufak sancılara sebep olan mide hapımı ve her zaman çantamda yedeğini taşıdığım, bazen tehlikeli bir silaha benzettiğim kıskaç tokamı çıkardım. Saçlarımı tutturup açık mutfağa yönelerek tezgâhın üzerindeki sürahiyi ve içinde su damlası göremediğimden temiz olduğuna inandığım bardağı kavradığımda doldurduğum suyla dudaklarımın arasındaki hapı boğazımdan geçirirken nerede ne bulacağımın merakı içerisindeydim.

İnsanların evini karıştırmayı sevdiğim söylenemezdi. Daha önce bir kez bunu -Alparslan'ın evinde- yapmıştım. Orada bir şey bulamamış olmama rağmen bunu bir kez daha yapacak mıydım? Emin değildim ki zaten şimdilerde bunları bir kenara bırakarak mideme gönderecek bir şeyler bulmam gerekiyordu.

Çift kapılı beyaz dolabın önüne gelip açtığımda karşımda bir tabak dolusu mantar bulmam sevindirirken onu ve bir de sebzelik bölümünden sert bir domatesi aldım elime.

Mantarların dört beş tanesini yıkayıp -dolapları karıştırıp bulduğum orta boy bir tava, çekmecelerdense doğrama tahtası ve büyük bıçakla- özenle kestiğimde onları tavanın içerine atarak domatesi de boşalan tahtada dilimledim. Dolapları bir kez daha karıştırarak karabiber, kırmızıbiber gibi, acı baharatları bulunca ekledim mantarların yanına. Yağ koyunca ocağın üzerine bıraktığım tavanın ardından dolapta gözüme çarpmasına rağmen alıp almamaya emin olamadığım salatalık turşusundan da doğradım biraz uzun uzun.

Mantarlar, tuz, baharat ve yağla iyicene kavrulana kadar mutfaktan çıkmadım. Kavrulduğunda tezgâhın bir köşesine bırakıldığı bariz olan taze ekmek poşetini bulunca ormanlık alanda taze ekmeğin nereden geldiğini düşünmek istemediğimden ekmeğin üçte birini keserek içine mantarları, domatesi ve turşuyu ekledim hemen.

Mutfakta yemeğimi yedikten sonra oraları toparlayıp çıktığımda çantamda taşıdığım diş fırçasıyla aşağıdaki banyoda dişlerimi fırçalayarak kişisel bakımımı bitirdim. Fırçamı geri çantama koyduğumda ayağa kalkıp ilerideki kitaplığa yürürken saçımdaki kıskaç tokamı çekip çıkararak pijamamın cebine tutturdum.

Üstünkörü bakındığım kitapların arasından bana hiç tanıdık gelmeyen bir kitap gördüğümde elimi uzatarak onu aldım. Üzerinde yazar adı olmayan siyah kapaklı kalın kitabın adı, ilgimi çekerken arka tarafına baktığımda sadece urgan tarafından asılan bir elin doğrulttuğu silah fotoğrafı görmek bile tuhaf duygulara esir etti beni. Ürperdim bir kez daha. Ön yüzünü çevirip tekrar adına baktığımda adının bir çağrışım yapması için zihnimin odalarını yokladım.

Kaçırdığın ipin ucunu boğazında düğüm olarak bulmak

Daha önce bu ada sahip bir kitap gördüğümü hatırlayamadım aynı saniyelerde. İçeriğini merak ederek ilk sayfalara bakındığımda ilk dört sayfa boştu lakin beşinci sayfanın başında tek bir cümle vardı: "Ezelin bu boş sayfaları, benimle yazılacak."

Benimle birlikte arkamda birinin daha aynı cümleyi sesli okuduğunu fark ettiğimde onun, Alaska olmadığını Alaska'ya göre kalın sesinden ve hızlı telaffuzundan anlamam zor olmadı. Alaska, en azından benimle konuşurken, daha sakin konuşurdu.

Elimdeki kitabı kapatıp parmaklarımı geçirirken sessizce döndüm arkamı. Karşımdaki esmer adamın gülümseyen yüzü hiç tanıdık gelmezken buraya nasıl geldiğini merak ettim. Buranın herkes tarafından bilinmediğini düşünüyordum. Doğruyu söylemek gerekirse dün yol o kadar uzun ve ıssız gelmişti ki buranın yoldan geçen biri tarafından bulunması ihtimali bile çok düşüktü bana göre.

Sorduğum, "Sen kimsin?" sorusunu kenara çekilip arkasında kalan bir grup adamı görmemi sağlarken, "Siz..." diye düzeltti. "Siz kimsiniz, olmalı."

Arkasındaki adamlara göz gezdirdiğimde önce hiçbirinin tanıdık gelmeyen yüz hatlarına, sonra ağaçların arasında saklanmış bir evde tanıdık yüz görmeyi bekleyen kendime kızdım. Aslında en çok beni buraya getirdiği yetmezmiş gibi yalnız bırakıp giden Alaska'ya...

Arkadaki adamlardan biri, "Sormayacak sanırım." dediğinde kapıdan oldukça uzakta olduğum için sağıma soluma bakındım. Sağ tarafımdaki berjerin arkasında kalan açık pencereyi görünce başka şansımın olmadığını bildiğimden hızla atıldım berjere doğru.

Berjerin üstüne bastığımda vakit kaybetmeden nereye düşeceğime bakmaksızın atladım aşağıya. Bunu neden yaptığımı sorgulamadım o an. Sadece tanımadığım o insanların beni kapıdan göndermeyeceğini düşündüm sanırım.

Sadece beyaz çorabın olduğu ayaklarım yerle temas ettiği anda bedenimde başıboş gezen adrenalinle o an çok fazla umursamadım bacaklarımdan parmak uçlarıma kadar saran sızlamayı. Elimden destek alarak kalkıp koşarken hâlâ o kitabın elimde olduğunu fark ettiğimde kendimden uzağa fırlatırsam Alaska'dan da kurtulurum sandım. Bundandır ki hiç düşünmeden fırlattım sağ tarafımdaki ağaçlarına arasına. Ondan kurtulduğumu düşündüğüm o vakitlerde ardıma baktım.

Gelen giden olmazken buradan da kurtulacağıma inandığım için önüme dönüp koşmaya devam edeceğimde çarptığım bedenden dolayı bütün vücudumda korkuyla karışık büyük bir heyecan baş gösterdi. Geriye düşecekken belimi saran kollar bunu engellediğinde yüzünü gördüğüm o bedenin, Alaska olduğunu anlayınca biraz olsun azaldı bedenimde kol gezen heyecan.

"Ne işin var burada?" beni böyle gördüğü hâlde sakince sorduğu soruyla, asıl korkmam gereken kişi olduğunu belli ederken ondan uzaklaşmayı denedim. "Bir soru sordum." ellerimi yaslayıp ittirdiğim göğsüne rağmen belimdeki kollarından kurtulamadım. "Neden bu hâlde dışarıdasın Melisa?"

Söyledikleri, bedenimdeki korkuyu geride tutup soğuktan kaynaklı titremeyi kamçılarken bunu göz ardı ederek, "O adamlar kim?" diye sordum. Sorduğum soruyla yüzündeki buz kesmiş ifade kendini belli edip beni daha da üşütürken belimdeki kolları gevşediğinde geriye çıktım hemen.

"Evdeler mi hâlâ?"

"Evet." dediğimde yanımdan geçip hızla eve doğru koşmasıyla ardında kaldım. Koşmadım. O adamların, Alaska'ya zarar verme ihtimali gözlerimde can bulurken ne yapacağımı düşündüm. Ona yakın adama tek başıma kafa tutmam mümkün değildi. Yine de inanmadım Alaska'nın da bunu yapabileceğine. Bundandır ki kenardaki kalın ağaç dalını yerden alırken kalktığımda bir yandan ayak tabanlarıma batan dallar yüzünden elimden geldiğince hızlı adımlar atmaya bir yandan da kenarındaki küçük dalları kırmaya çalıştım. Söylenmekten geri durmadım yine de. "İstediğin oldu, artık senin için bir şey yapıyorum."

Penceresinden atlayarak kaçtığım eve kapısından girdiğimde elimdeki dalı daha sıkı kavradım. Alaska'nın, "Neden buradasınız?" diyen kızgın sesini duyduğumda onları tanıdığı gibi bir silik düşünce belirdi kafamda. Sonraki sözleriyle düşüncem, netleşti. "Size gelmeyin, demiştim."

Onları görebileceğim bir yere geçtiğimde herkesin köşe takımına yerleşmiş olduğunu fark ettim. Bir tek Alaska, ellerini belinin iki yanına yaslamış, ayakta dikiliyordu. Bu soğukta, dün giydiği kıyafetlerle orada öylece sinirini belli ederken ben de dahil kimse onun kadar sinirli değildi. Diğerlerini bilmesem de benim bedenimde hâlâ bir miktar korku hâkimdi.

"Bir şey yapmadık," diyen adamı, yanındaki adam yüzünden göremezken, görsem de bir şeyin değişmeyeceğini bildiğimden tanımak adına uğraşmadım. "Korkup kaçtı."

"Kimsenin gelmeyeceğine teminat verdiğim evde tek başınayken yedi adamı karşısında görmesi korkup kaçması için yeterli diye düşünüyorum." Alaska'nın sözlerinin ardından elimdeki dalı serbest bıraktığımda parkeye çarpınca çıkan sesten dolayı bakışlar bana döndü. Attığım birkaç adımla yüzlerini net görmeye başladığım adamlardan ikisi hariç, kalanları gülümsediğinde gülüşleri tanıdıktı. O gülüşü, Alaska'da daha önce çoğu kez görmüştüm. "Yukarı çık istersen."

"Onlar kim?"

"Arkadaşlarıyız." diyen oturanlardan biriyken ona bakmadım. Alaska'nın yanına gelene kadar ne benden ne de onlardan ses çıktı sonraki saniyelerde. Çıplak koluna dokunarak güç almaya çalıştığımda Alaska'nın bakışlarını üzerimde hissetsem de koltukta oturanların yüzlerinde dolaştırdım yeşillerimi. "Sen kimsin peki?"

"Bilmiyorum." dedim soruyu soran çocuksu bir yüze sahip gençte bakışlarım sabitlenirken. Ondan gözlerimi çevirip Alaska'ya döndürdüğümde ne diyeceğimin merakı içinde olduğunu fark etmem bile keyiflendiremedi beni. Genelde ne diyecek diye merak eden ben, oysa beni merakta bırakan taraftı. Şimdi işler değişse bile içinde bulunduğumuz ortam, keyfimi kaçıracak türdendi. "Arkadaşlarının olduğunu bilmiyordum."

"Benim hakkımda bir şeyler öğrenmek istemediğinden söylememiş olabilirim."

"İyi yapmışsın," dedim ondan gözlerimi çekip elimi de indirirken. Mırıltıyla devam ettim sonra. "Seninle ilgili şeyler hâlâ ilgimi çekmiyor."

Duyduğunu belli edercesine belime sardığı koluyla beni kendine çekerken kulağıma doğru, "Ben de seni özledim." dedi. Karnıma denk getirdiği elinin üzerine elimi yaslarken ona dönüp gülümseyerek çimdiklediğimde o da gözlerini kısarak gülümsedi bana. "Özlemeye devam edeceğim anlaşılan."

"Yemek yemeyecek miyiz?" bir süre sonra ortaya atılan soruyla bakışlarımız ayrılırken kalabalık gruba döndü.

"Ben yedim." diyerek kenara çekilmeyi denediğimde Alaska, belimdeki koluyla engel oldu.

_

Yemek masasında, başköşeye oturan Alaska'nın hemen sağındaki yerimde, otururken önümdeki domates soslu, mantarlı makarnaya baktım bir ara. Makarnayı, üstelik domates soslu ve mantarlısını daha bir başka severdim ama ne olduğu belirsiz yedi, hatta buna Alaska da dahil olduğundan sekiz adamla, yemek yemeyi istediğim söylenemezdi.

Aynı saniyelerde daha önce oyunlar oynadığım insanları düşünürken şu an yanımda bulunan bu sekiz adamın da benimle oynadığına emindim. Bir nevi, kısasa kısastı. Bu kez ceza, oynadığım çoğu insana yaptığım son hamle gibi hapishane değil de kaybedeceğim akıl sağlığımdı ki eğer akıl sağlığını kaybeden sadece ben olacaksam bu kısası hiç sevmemiştim. Anlaşılan ben hâlâ fazlasıyla bencildim.

Elimin üzerine elini koyan Alaska eğilip, "Ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda solak olmamama rağmen elimi çekerek diğer taraftaki çatalı kavradım ve önümdeki karışık salata kâsesine daldırdım. "Düşündüklerini kendine saklayacak kadar bencil olduğunu bilmiyordum."

Söylediğiyle ağzımdaki salatayı çiğnemeyi kısa bir anlığına bırakırken ona baktım. Bakışlarından bir şey anlamazken çiğnemeye devam edip yuttuğumda çatalı spagetti makarnaya bir sokarken ellerimin titremesine engel olamayıp bıraktım aniden.

Çıkan sesle herkesin bakışları bana dönerken gözlerimi yüzlerinde gezdirerek, "Gitmek istiyorum." dedim. "Buradan gitmek istiyorum."

"Nereye gideceksin?" masadaki -en büyükleri olduğunu tahmin ettiğim- esmer adam konuşunca eğreti biçimde gülümserken, "Daha güvenli bir yere." diye devam ettim.

"Güvenli bir yer..." Alaska'nın mırıldanmasıyla ona baktığımda doğrudan beyaz masa örtüsüne bakarken buldum onu. "Onun yanı mı güvenli yer?"

"Onun yanı güvenli olsaydı şu an burada olmazdım." dediğim anda kendimle çeliştiğimi fark ederek huysuzlukla gözlerimi yumdum. Kendime, özellikle de dilime hâkim olmam gerekiyordu zira kelime oyunları yapmaya bayılan Alaska'nın bu fırsatları kaçıracağını sanmıyordum. "Ama burası da en az onun yanı kadar tekinsiz."

"Dışarıda sadece Alaska'nın arabası var." az önce konuşan adamın sesi kulaklarıma dolduğunda açtığım gözlerim onun yüzüne döndü. "Bu gece biz uyuduktan sonra istersen gidebilirsin."

"Gidemeyeceğimi düşünüyorsun galiba?" diye sorarcasına konuştuğumda gülümsedi adam.

"Uyumayacağımızı düşünüyorum."

Cevap vermeyip doğrudan gözlerine baktığım adam, bir süre sonra yemeğine döndüğünde Alaska'nın sessiz kalışına bir anlam yüklemek istemedim. Eğer anlamlandırırsam gitmemem için yaptığını düşünerek ona daha çok bilenirdim.

Aniden masadan kalkıp mutfağa yönelen Alaska'ya dönen bakışların arasında benimkiler de vardı. Çekmeceyi açtığını buradan görürken daha keskin bir bıçakla dönüp dönmeyeceğini merak ettiğim sırada sıkı sıkıya kavradığı çatalı getirip önüme sakince koymasıyla yersiz korkumu kaldırdım rafa.

"Yemeğini ye hadi," diyerek zorla gülümsediğini belli ederken bundan sonra ne olacağıyla ilgili fikir üretmemekte kararlıydım. Zira önceki çatalım tabağımın kenarında dururken yenisini neden getirdiğini anlamadım. "Bedenin zayıf düşmeye başladı."

Ağzımı açmadım. Eğer açarsam o an dilimden firar edeceklere benim bile aklımın şaşacağından... Ben ve Alaska dışında herkes yemeğiyle ilgilenirken ardımda kalan büyük kapıları düşünmemeye çalıştım. Eğer düşünürsem bir daha kaçmayı denerdim.

Kaçmak istesem kaçardım. Buradaki herkes muhtemelen bunda hemfikirdi. Ama bu kapıdan çıkınca neyle karşılaşacağımı bilmediğimden ben kaçamıyordum, onlarsa bunu bildiklerinden fazlasıyla rahattı. Şimdilerde en büyük arzularımdan biri de bu masayı yerle bir etmekti bundan dolayı.

Yemeğini bitiren, kullandıklarını alıp mutfağa gidince çaktırmadığımı umarak ne yaptıklarına baktım. Kullandıkları şeyleri suya tutup makineye yerleştirirken yemediğim tabağı alıp ayaklandığımda henüz yolu yarılamıştım ki arkamda bir gürültü koptu.

Elimdeki tabağa yapışan parmaklarım acırken arkamı döndüğümde masa örtüsünün ucunu sıkı sıkıya kavrayan Alaska'yı çok sonra gördüm. Yere saçılan tabaklar, bardaklar, çatal, kaşık, bıçak...

"Alaska..." diye mırıldandığımda istediğim bir şeyi yapması şöyle dursun, bakışlarındaki boşlukta gördüğüm, düşündüğüm şeyi nasıl öğrendiğinin cevabı beni telaşlandıracak türdendi. Bu yüzden o soruyu sormak istemedim. "İyi misin?"

"Elimden kaydı." söylediği iki kelimenin ardından örtüyü serbest bırakıp üzerime geldiğinde iki adım geriye attım. Elimdeki tabağı alıp yanımda olduğunu fark etmediğim sarışın adama verdiğinde sakinlikle gülümsedi. "Uyuyalım artık."

Bu seçenek, gözüme daha katlanılabilir gelirken hafifçe başımı sallayarak onay verdiğimde sol elimi tutup yürümeye başladı merdivenlere doğru. Gerimizde kalanlara söyleyeceği bir şey varmış gibi ilk merdivende durup ardına baktığında dudakları kıvrıldı iki yana. Anlamadım. Bundan sonrasıyla ilgili fikir üretmeyeceğim konusunda kendimi bir kez daha avuturken sadece Alaska'nın yüzüne baktım.

Bakışlarımın ardından bana dönen gözleri samimiyetle parıldarken tekrar sırtını çevirip yürümeye devam etti. Merdivenler bitince odanın merkezine varıp tam karşımızdaki dolabın aynasının bizi karşılamasına izin verirken birleşen ellerimizin hoş durmadığını fark ederek ayırdığımda bakışlarını üzerimde görebiliyordum. Bakışları aynaya yansıyor, loş ışıkta dahi kendini fazlasıyla belli ediyordu.

Büyük -rengini ışıktan dolayı tam anlayamadığım- oldukça koyu renk çarşafa sahip yatağın yanında dikilirken onun yüzünü daha net görmek adına ardıma baktığımda aklıma buradaki banyo geldi. Yukarıdaki banyo dediği yerin yatağın yanındaki kapının ardında olması muhtemelken buraya neden girmemi istemediğinin merakı sardı dört bir yanımı. Adımlarım oraya giderken ne diyeceğimi bilememekten muzdarip olduğum için aklıma gelen ilk soruyu yönelttim.

"Neden burayı görmemi istemedin?"

Kapı kolunu henüz kavramıştım ki elimin üzerine eli yerleşirken, "Ölümden korkuyor musun?" diye sordu. Belime kadar gelen dağınık saçlarımı ağır ağır toplayıp sol omzuma bırakırken elimden çoktan çektiği elini açıkta kalan enseme getirdiğinde parmaklarını değdirdi hafifçe. "Burada bir nefes... Onun nefesini hissediyor musun?"

Elimin altındaki kapı kulpu kayarken elim boşluğa düştüğünde ona dönmeden, "Senden korkmuyorum Alaska." dedim düz bir sesle. Beyaz kapıya baktığım bir sürenin sonunda yüzümü ona dönmek istediğimde onaylamayan sesini duyurarak engel olunca bunu umursamamayı denedim. "Ben sende yaşadıkça beni öldüremezsin."

"Doğru," diyerek kısa gülüşünü duymamı sağladığında sözlerinin devamının geleceğini tahmin etmem zor değildi. "İnandığın müddetçe bende varsın." elini belime sarıp beni, nazikçe bedenine yasladığında kulağıma doğru fısıldadı. "Bana inandığın müddetçe seninle yaşayacağım." 

_

Bölümleri düzenlerken fark ettim ki bu bölüm çok havada kalmış. O yedi adamın gelişi, onlardan yeterince bahsetmeyişim, kısa kısa konuşmaların olması vesaire.  Öte yandan yine düzenlerken fark ettim ki Alaska ve yazar arasındaki ilişki çok tuhaf. Alaska her şeye her an zarar verebilecekmiş bir saatli bomba davranıyor. Üstelik bunu sınıra gelene kadar yazara da yapıyor ama son anda kendini durduruyor gibi. Konuşmalarından, hareketlerinden çok klişe şeyler çıkıyor bazı bölümlerde. Bunları düzeltmem için oldukça zamana ihtiyacım varmış gibi görünüyor. Çünkü o bölümlerin yerini alabilecek daha iyi sahnelere ihtiyacım var. Alaska ve yazarın arasında olan iletişimin daha kaliteli ve özel olmasını istiyorum. Aynı şekilde Alparslan'la olan ilişkisi de bazı noktalarda çok çocukça geliyor. Alparslan onun gözünde kötü biri evet ama duyguları biraz daha sınırlanabilirmiş gibi geliyor. Bilmiyorum, şu an böyle düşündüğüm için belki eski yazdıklarım çok hoşuma gitmiyor ama sizin de fikrinizi merak ediyorum. Değindiğim noktalarda beni desteklediğiniz veyahut karşı çıktığınız bir yer var mı? Şurası da şöyle olsa daha iyi olur dediğiniz kısımlar varsa söyleyebilirsiniz. 

Continue Reading

You'll Also Like

30.9K 2.2K 30
Biyoloji öğretmeni Kim Taehyung, öğrencisi Jeon Jeongguk'a ödev verir.
184K 15.2K 40
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...
203K 13.3K 62
Kitap en baştan düzenleniyordur bu yüzden bölümlerde karışıklık olabilir. Bu yüzden düzenlenmeyen bölümlerin olunmaması önerilir !!! Dünya baştan koy...
280K 5.1K 33
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı.Bir an kalbim duracak gibi oldu. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi ve odamın kapısını açt...