NEFES

By tukenmisyazar

57.1K 3.6K 828

Toprağın hayat, yaşamın ölüm koktuğunun farkında mısın, küçük çocuk? More

Önsöz
0. Başlangıç ♣
1. Benim Hikayem ♣
2. Cehennem Sıcaklığı ♣
3. Yardım ♣
4. Dengesiz ♣
6. Aşılamayan Aptallık ♣
7. İyiliklerin Sebebi ♣
8. Emanet ♣
9. Alakasız İnsanlar ♣
10. Meydan ♣
11. Kıyamet ♣
12. Gülümseme ♣
13. Kanser ♣
14. Sessizlik ♣
15. İyi Biri ♣
16. Mavi ♣
17. Ruhsuz ♣
18. Çökük ♣
19. Güzel Vedalar ♣
20. Merhamet ♣
21. Tutku ♣
FİNAL
♣♣♣

5. Ufuk Çizgisi ♣

2.2K 156 29
By tukenmisyazar


Zihnim yoğrulmuş, bol malzemeli hamur misali karmakarışıktı, hamarat bir aşçının kaslı kollarında saatlerce işlenen beynimin içinde her türlü madde ve düşünce vardı. Hepsi de zihnimi bulandırmak amacıyla birbirlerine sataşıyor ve katlanması zor acılar yaratıyorlardı, kafatasım çatlıyor gibiydi.

Gözlerimi açıp içinde sarı taneciklerin yüzdüğü seruma baktım. Artık ne olduğunu sorgulamaktan bıktığım sıvı, bileğime takılan iğne yardımıyla vücuduma enjekte ediliyordu. İçinde günlük enerji ihtiyacımın tamamlanması için takviye vitaminler, kemoterapi süreci için gerekli indüksiyonlar olduğunu tahmin ediyordum. Henüz kemoterapinin en ağır evresine geçmemiştim, şimdilik damardan aktarım yapılabiliyordu ama bu da bir çözüm getirmezse son çarenin ne olacağımı çok iyi biliyordum; göğüsten takılan port. Doktorlar, başından beri port takmamı; çünkü tedavimin sürekli tekrarlanacak ilaçlardan ibaret olacağını söylemiş, portun amacını ince ince anlatmışlardı. Damardan yapılan enjeksiyonlar, bir süre sonra damarı zedelediği için cerrahi bir operasyonla kalbe yakın atardamara küçük, basit bir makine takılıyordu. İçime bir makine yerleştirmesi fikri, beni daha o saniyede şoka uğratmış, anlık bir felç geçirtmişti. Düşündükçe başımdan buzlu su dökülüyormuş gibi hissediyordum. Sırf bu korkum yüzünden damarlarımdaki yanma hissine, kabarmalara, şişkinliklere katlanıyordum zaten. Kalan damlaların bitmesini, bedenimde fiziksel ağırlık haline gelen düşünceleri çözümlerken beklemeye başladım.

Dün daha önce hissetmediğim kadar yorgun olmama rağmen inat edip saatlerce orada oturmuştum, ki Deniz'le oturmanın bir heykelin yanında durmaktan farkı yoktu. İşin tuhafı Deniz, güzel bulduğu kadını benim gibi hasta ve çirkin bir kızla izlemişti. Neden arkadaşlığa zorlandığı birini bu kadar önemsiyordu? Hem arkadaşlığa zorlanmak hangi mazerete dayanarak mantıklı kabul ediliyordu? Kesinlikle bu işin altında yatan kirli nedenler vardı. Önsezilerim diğer bir deyişle mantığım bu konuyu araştırmam için beni dürtüklüyor olsa da kimsenin işine burnumu sokmaya niyetim yoktu. Deniz'in, rahatlığımı irdeleyecek bir davranışı ortaya çıkmadığı sürece yanımda bulunma sebebini umursamıyordum.

Sorumsuz bir çocuk olarak annem halkında bildiğim tek şey ise bu akşam hastaneden çıkacak olduğuydu, ve iyiydi. Rutin hamilelik sürecinde karşılaşan, hafif bir kanama geçirmişti.

Ailemle vakit harcamamak için elimden geldiğince çabalıyordum, tek sebebi bana bağlanıp yokluğumda gözyaşı akıtmalarını kabullenemiyor olmamdı. Yaşamla ölüm, kollarımı esir almış ve beni kendi taraflarına çekmeye çalışıyorken ümitlenmem garipti, ikisi de güçlüydü. Ben ağacın kopmak üzere olan bir elmasıyken ailemin bana tutunmaları ne kadar mantıklıydı? Bana bel bağlamaları daldan kopmamı duygusal olarak çıkmaza sokacaktı ki bu yüzden tüm duygularımı kendime siper ederek ailemi benden uzak tutuyordum, beni anımsayıp gülecekleri ya da ağlayacakları bir anı bile yaşatmaya fırsat vermemiştim. Onlara göre kötü bir evlat olabilirdim, haklılardı. Yine de onları geride hayal kırıklıkları içinde bırakmak istemiyordum.

Biten serum şişesini hemşire çağırmaya gerek duymadan çıkarıp doğruldum, beynimin içinde durmadan tepinen teletabiler vardı kesinlikle. Buldukları ilk fırsatta zihnime sızarak arsızca geziniyorlardı. Beynim halka açık bir davet standı da olabilirdi, önüne gelen çadırını kurup otlanıyordu.

Ayaklarımı yataktan sarkıtarak odanın dönmeyi kesmesi için bir süre bekledim. Etrafta uslanmaz zihnimin hayal ürünü olan mor kuşlar uçuşuyordu, böyle giderse kafayı yiyecek ve onlara simit atmayı bile deneyecektim. Mor kuşlar kanatlarını açıp teker teker yok olduğu sırada zihnime yerleşen yapılacaklar listemi bir düzene sokmaya çalışıyordum.

Üstümü giyinmeli, ailemi bulmalı ve eve gitmeliydim.

Evet, doğru. Hapis hayatına mahkûm edilen Ada, kırk yılda bir kendisine de gülen özgürlükten nasibini alacaktı. Bir gecelik özgürlüğümü doyasıya yaşayacaktım.

Dolabımın gıcırdayan kapaklarını aralayıp giymekte tereddütte kaldığım eteklerimden birini aldım. Siyah etek 5-6 yaşlarındaki bir kıza bile olabilecek kadar dar olmasına rağmen benim belimde dönüyordu. Kumaş parçasını, belki de vücudumun çürüklerle kaplı olmayan tek yerinden, bacaklarımdan geçirdim. Aynada beni karşılayan yansımam, inatla somurtuyordu, kaslarım güçlü yapıştırıcılarla sabitlenmiş gibi hareket etmiyordu. Gülmek sadece kaslara bağlıyken bile gülemiyordum çünkü benim bedenim çoğu insan gibi mantığın değil, ruhumun himayesindeydi. İçimde kıpırdayan ve katı kuralları olan benliğim, gülümseme ne demek unutturmuştu bana.

Aslında tüm suç bana aitti. Yaşadığım tapılası hayatın kadrini bilememiştim ve yaratan, cezalandırmıştı. Onun olanı verdiği gibi, avuçlarımdan dur dememe fırsat bırakmadan çekip almıştı. Şimdi tek yaptığım şekerleri alınan bir çocuk gibi sızlanmaktı. Ne yazık ki benden alınanlar şeker kadar basit değildi ve öyle marketlerde bulamıyordunuz.

Her gece barlarda takılan ve tonlarca para harcayan biri olmamama rağmen benim hayatım değerliydi, yeni anlıyordum. Para değil, alınan bir nefesti yaşamı yücelten.

Belimi sıkıp dizlerime doğru bollaşan eteğin üzerine renkli askıların birinden kurtardığım beyaz bir şifon gömlek giydim. Hastanedeki depresyona girmişlik modumu bizimkilere söktürmek sandığımdan çok daha zordu. Bu yüzden onların yanındayken Çağanlar'ın yürüyen kemik torbası olmaktan çıkmak mecburiyetindeydim, ilk kural da giyimdi. Kapının kulpunu çevirip yamuk adımlarla koridora çıktım. Üstüme sinen ve derime yapışan hastane kokusu bu katta daha yoğundu. Ciğerler bu mide bulandırıcı kokuyu soludukça alışkanlık haline getiriyordu ve farkına varmadan koku tüm benliğini ele geçiriyordu; bende de durum farksızdı.

Yardımcılar tarafından aşağıya indirilen eşyalarım taşımak zorunda olmadığım için rahat yürüyebileceğimi sanıyordum, tabi benimki küçücük bir avuntuydu. Hala daha kendi başımın çaresine bakabileceğimi düşünüyordum, çoktan pilimin bittiğini bile bile hem de. Çubuk makarnayı anımsatan ve aynı onlar gibi ufacık bir dokunmayla kırılabilecek bacaklarımı sürükleyerek, çamaşır suyuyla silinmekten aşınan merdivenlerden inmeye başladım. Bir kaç şişe şarap içip dünyayla bağlantılarını koparan sarhoşlar gibi yalpalayıp duruyordum. Sevgilimin evine gidip haykırarak onu sevdiğimi söylemediğim kalmıştı bir tek. Gerçi onu yapmak için önce bir sevgiliye ihtiyaç vardı, oysa ben de gerekli materyallerin hiç biri yoktu, ne sarhoş olmama izin verecek böbrekler, ne güzellik, ne sevgili.

Sadece kısa bir süreliğine kullanmamın mümkün olduğu Mp3 çaları takarak daha önceden alışık olduğum gürültülü müziğe bıraktım kendimi. Toplasan bir çuvala sığacak kadar sayılı olan günlerimin çoğu makinelerden gelen kalp ritim seslerinden ibaretken şuan dinlediğim müzik çağ dışı bir şey gibi geliyordu. Gelecekten koparılan bir hazineydi. Bir annenin yavrusuna olan hasreti kadar yüceydi, büyüktü.

Kendimi şarkının nakaratına kaptırmış olduğumdan çarptığım bedeni çok geç fark etmiştim. Dikkatli adımlarıma rağmen birine çarpmam şaşırtıcı derecede çok kolay olmuştu, sol omzumdaki tüm hücreleri katledecek kadar güçlü çarpan adam, içinde birçok duyguyu barındıran gözlerini bana diktiğinde ne yapacağımı bilemez bir halde kulaklıkları çıkardım. Adamın dişlerini sıkmaktan şakaklarında beliren şişkinliğe bakıyordum ki hiddetle bağırışı tüm dengemi alt üst etti. Derdini çözememiştim ama sadece benim çarpışımla bu kadar öfkelenilmezdi. Neyim ben, tır mı?

''Ben, üzgünüm.''dedim ve bir adım geri çekildim. Adam, aklı çalışan herkesin fark edebileceği gibi benden epey büyüktü. Polisiye dizilerinin ağır mafya babası edasıyla yüzümde sabit tuttuğu ağır bakışlarını çekerek bozulan ceketini düzeltti. Üzerine kusmuşum gibi ceketinin her noktasını ayrı bir özenle siliyordu. Pahallı bile görünmüyordu oysaki.

''Gerçekten özür dilerim.'' diyerek durumu toparlamaya çalıştığım sırada başını kaldırıp o nefretin yoğunluğunu hissettiren bakışlarını tekrar önüme sundu. Gülmek için var olan tüm hücrelerim bu asık suratlı adamı kınıyordu. Hatta ellerine pankart alıp protestoya çıkmışlardı.

''Önüne bakmayı beceremez misin kızım sen?''diyerek açık avucunu yüzüme doğru salladı. Büyük ihtimalle Sedat Bey'in bir hastasıydı. Şizofrenlik kokan sözcükleri beni böyle düşünmeye sürüklemişti.

''Yapabileceğim bir şey var mı?'' dedim sınırları zorlayan sabrıma rağmen. İlgi çekici görüntüsünün altında yatan şehir magandası, tam da bu teklifi beklermiş gibi atıldı.

''Ceketime bulaşan mikroplarını arındırabilir misin?'' dedi alayla. Ses tonundaki kibir yetmezmiş gibi bakışlarına da bir yenisi eklenmişti.

''Sen kırdığın omzumu iyileştirebilir misin?'' deyip gözlerimi kıstım. Suskunluğumu sürekli yanlış yere yorumlayıp beni ayaklarının altına almak isteyen insanlardan yorulmuştum. Daha fazla vakit kaybı yaşamamak için hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdüm, hızlı adımlarımın beni nefes darlığıyla baş başa bırakacağından şüphe duymadan döner kapının kulpunu tuttum.

''Görüşeceğiz mikrop yuvası.'' diye gürleyen sesin üzerimde yarattığı sinirle kapıyı sertçe itip özgürlüğüme kucak açtım. Yirmi dört saatin içine sığdırılmış tahliyem bana sonsuzluk gibi geliyordu. Omuzlarımı dikleştirip Çağan ailesinin ününe yakışır bir şekilde kararlı adımlarla beni bekleyen arabaya yürüdüm. Hastanenin ıssızlığını en iyi anlatan yeri olan bahçeden çıkarak kapısı açık arabaya bindim. Ne ara ortaya çıktığını kestiremediğim bir adam kapımı kapatma nezaketini gösterip aracın önünü dolaşarak sürücü koltuğuna yerleşti.

''Ada Hanım?'' diyerek kontrol etme ihtiyacı duymuştu. Daha önce yüzünü görmediğim bu adam, beni sahtekâr sanması normaldi.''Evet, benim.'

''Aileniz, önceden gitmek zorunda kaldı. Mehmet Bey, sizi almam için beni yolladı.'' dedi ve dikiz aynasından resmiyeti bozmayarak ufak bir gülümseme yolladı. Başımı salladığımda görevini yerine getirmenin verdiği mutlulukla arabayı çalıştırdı. Sohbet etmek için topladığım cesaretimi asık suratıyla yerle bir eden adamı umursamadan dışarıyı izlemeye başladım. Gökyüzü aynı benim gibi mutsuz olmalıydı ki ağlıyordu. Arabanın kalın camları yüzünden sesini duyamadığım yağmura çıkıp saatlerce ıslanmak istiyordum. Hatta belki hasta olup ölüme giden yolu kısaltırdım.

Bu yolu yürümek zorundaydım çünkü attığım her adımda arkamda kalan zemin çöküyordu. Tek yapabildiğim ardıma bakmadan ilerlemekti. Durursam çöken zemin beni yutup yeryüzünden silecekti. Durmazsam da, ucunu göremediğim bitiş çizgime kalan mesafeyi azaltacaktım. Yani belirsizliklerden kaçışım yoktu. Her türlü bir bilinmezliğin içinde sıkışacaktım.

''Geldik, efendim.'' diyerek arabayı durduran şoföre anlamsızca baktım. Cevap verilmesi tuhaf kaçacak şeyler söyleyip, yanıt bekleyen bir adamdı. Hoş geldik falan mı demeliydim? Hasretle beklediğim ana kavuşmak için arabadan çıktım. Beklediğim an aileme sarılmak değildi, toprak kokusuydu. Ciğerlerimi toprak kokan havayla olabildiğince doldurdum. Ciğerlerimdeki yapay hava varlığını belli etmek istercesine sızladı. Yapaylığa ve hastanedeki kötü kokuya alışan ciğerlerim, içime çektiğim toprak kokusunu reddediyordu. İnatla soludum. Kim bilir başka ne zaman tadacaktım bu müthiş kokuyu. Cennet'te? Belki.

Çok uzun zamandır evime gelmemiştim, zaten evim demeye bile çekindiğim bir yapı olarak yer edinmişti zihnimde. Bir tür parlak yağlı boyayla sıvanan duvarlar, her pencerenin etrafını saran altın yaldızlı pervazlarıyla evim tam karşımdaydı. Şoför, benden çok daha ağır eşyalarımla arkamdan gelirken, genç bir hizmetçinin açtığı kapıdan geçtim. Evimin salonu at koşturmaya gayet müsaitti. Aslında at değil, atlar.

Salonun en az ışıklandırılan bölgesine konulmuş yemek masasındaki aileme gülümsedim. Bana karşılık olarak gönderdikleri buruk gülümsemelerdi. Tüm sevgiden yoksun, içinde sadece acıma duygusunu barındıran buruk gülümsemeler.

Yanlarına gidip masaya yerleştim. Gelişimi bu kadar basit bir olaymış gibi sınırlandırmaları rahat etmem içindi ama aksine daha bir huzursuz oluyordum. Beklediğim pohpohlanmak değildi, azıcık farkındalık sahibi olsalar yeterdi.

Babam okuma gözlüklerini takmış, elinden düşürmediği romanlarından birinin son sayfalarını karıştırıyordu. Yeteneği tamamen sayısala yönelik olsa da hiç bir zaman edebiyattan vazgeçememişti, önemli bir toplantının baş konuğu da olsa başladığı romanını bitirmeden konuşma yapmazdı. Bu huyunu seviyordum fakat bir yerde can sıkıcı olmaya başlıyordu. Epey bir süredir beraber sohbet etmemiştik, o roman kahramanlarından çok daha fazla ilgiye ihtiyacım vardı.

"Hoş geldin, kızım." dedi annem. Sandalyesi masaya normalden daha uzaktı, şişkin karnı yüzünden sığamadığını tahmin etmek zor değildi.

"Hoş bulduk." diye fısıldadım, parıltı dolu gözleri dikkatsizce yüzümde gezindi.

"Nasıl gidiyor?" Babamın tasviri zor ses tonuyla tüm rahatlığım dağıldı. Bedenim istemsizce gerilmişti.

"İyi, her şey iyi." dedim telaşla. Sofradaki gerginlik dolu hava sözcüklerime işlemiş gibi her kelimem titrekti. Sandalyeye yaslanıp evimin kendine has kokusunu soludum, biraz gevşetmişti ama yeteri kadar yardımı dokumuyordu. Babamın benliğimde bıraktığı yoğun etki kolay kolay silinmezdi.

"Harika, hastaneden yana bir sıkıntın var mı?" dedi romanı masanın üstünde rastgele bir yere koyarak. Kitap kapağındaki yazı görüşüme ters düştüğü için romanın adını öğrenememiştim ama antik çağı anlatan bir eser olduğunu çözmüştüm

"Hayır, hayır. Hastane gerçekten çok yardımcı oluyor." diyerek sessizliğe bürünmek için masadaki gümüş çatala uzandım. Babamla konuşmak benim için her zaman yorucu olur, onun nadir bilgileri karşısında takındığım ifade çoğu zaman yapmacıklığa bulanırdı. Beni örnek bir evlat olarak görmesi için kelimelerimi itinayla seçerdim ama şekil A'da görüldüğü gibi sonuç pek parlak değildi.

Üzerinde tek bir çiziği bile olmayan çatalı elimde çevirdim, bunlar misafir takımıydı. İstisnasız her evde bulunan bu takımın, ben geldiğimde ortaya çıkarılmasını yadırgamıştım. Beni artık misafir olarak görmeye başlamışlardı, ki bu sevinebileceğim bir haber değildi.

Uzun bir aradan sonra annemin elinden olmasa da ev yemeklerinin tadına bakabilecektim. Çatalımı tabağımdaki makarnalara doladım ve ağzıma götürdüm. Zenginlik kelimesini doruklarında yaşamamıza rağmen yediğimiz yine makarnaydı. Çünkü ailem, insanı mutlu eden şeyin paradan geçmediğini en azından yemek konusunda fark edebilmişti, ufak da olsa adım atabiliyorlardı.

"Umarım biraz daha iyisindir tatlım. Uzun süredir tedavidesin ve biz artık mutlu olduğunu görmek istiyoruz." dedi annem ciddi bir tavır takınarak. Hamilelik bazen onda ters tepkiler oluşturabiliyordu. Duygusallaşması gerektiği zamanlarda bile saniyeler içinde diktatör havasına bürünebilirdi. Ondaki bu yönetici ruh hali, yıllar önce hüküm süren kraliçeleri anımsatıyordu bana. Bu ev onun sarayı, babam kralı, karnındaki şehzadesi ve ben... Kendime saraya layık bir konum bulamadığımdan benzetmelerime son verip yemeğimi yemeye devam ettim. Annem uyarıcı bir ses tonuyla öksürdüğünde az önceki konuşmasına cevap aradığını anlamıştım.

"Mutluyum. Sadece uykusuzluktan dolayı biraz halsizim o kadar." dedim kendime hiç yakıştıramadığım gülümsememi takınırken. Bir yabancının suratı bana nakledilmiş gibi hissediyordum. Çok az dikkatle dile baksalardı, benliğimi yansıtmayan bu tebessümün sahteliğini çözebilirlerdi ama onlar işin kolayına kaçıp bakmamayı tercih ettiler. Aslında bakmamayı değil, bakıpta görmemeyi.

"Öyleyse odana çıkıp biraz dinlenmelisin. Serumlarının kapsül halini temin etmiştik. Onları içip güzel bir uyku çek, bebeğim." dedi annem vicdanını rahatlatarak. Bunları tembihlemesinin tek nedeni sorumlu bir anne olduğunu kendine ispatlamak istemesiydi. İlaçları içip içmediğimi kontrol etmeyecekti bile.

"Tamam, teşekkürler. Bu arada sen iyi misin anne? Pek bir bilgi alamadım." diyerek ben de vicdanımı rahatlatma çabasına giriştim. Ah, kimi kandırıyorum! Ben sırf laf olsun diye sormamıştım. Eğer öyle olsaydı bir yanım onun, iyiyim, demesi için çırpınmazdı.

"Çok çok iyiyim. Yaptıkları kuru bir gürültüydü." diyerek başıyla babamı işaret etti. Babam yemeğiyle bir bütünleşme içine girdiği için konuşmanın konusundan bile haberdar değildi tabi.

"İyi olmana sevindim. İzninizle ben odama çıkıyorum. İyi geceler."

Kısa, resmi ve net. Ailemle sohbetlerim bu terimlerin dışına çıkmazdı. İki tarafta buna izin vermediği için konuşmalarımız hep soğukluğa mahkûmdu. Beni sevmemeleri en iyisiydi, ya da en az acı vereni. Bilmiyorum.

Bana ve ciğerlerime inat fazlasıyla dik yapılan merdivenleri tırmanmak, olmayan uykumu getirmişti. Uyumak sadece annemlerden kurtulma bahanemdi ve sürekli uyumak canımı sıkıyordu. Zombilerle insanlar arasındaki tek fark uyanık olmamızdı ve bu farkta bende yavaş yavaş kapanıyordu.

Üst katın en ücra yeri olan koridorun sonuna yürüyüp tamamıyla benim zevkim olan odama girdim. Çarşaflar ben kokuyordu. Hastane kokusuyla karışmış antibiyotiklerin iğrenç tadı suratıma çarpmıyordu ilk defa. İçi, kullanılmamış eşyalarımla dolu olan dolabımdan, ipek uyku pijamalarımı tek hamlede çıkarıp aldım. Kesinlikle beni yansıtıyordu burası. Sadece beyaz renk vardı. Yatak, perde, halı. Kısacası her mobilya beyazdı. Havada uçuşan toz tanecikleri bile beyazın birer parçasını yakalamak mümkündü. Bilim adamlarının inatla renk olarak kabul etmediği beyaz rengi sevmemdeki bir diğer neden anlamsızlığıydı belki de. Bu renk hiç bir duyguyu barındırmıyordu. Tek anımsattığı saflıktı. Belki de bu rengi, artık gerçeğim olan ölümü simgelediği için seviyordum.

Yastığıma sarılıp yarın için kafamda tasarladığım planı anımsadıkça sırıttım. Beni bağlayan ve rahat vermeyen zincirleri kısa bir süreliğine kıracaktım. Özellikle boynumu saran tasmanın geri takılacağını biliyordum fakat özgürlüğe ihtiyacım vardı. Nefeslerime dahi karışan esaretten bıkmıştım. Artık bedel ödemek istemiyordum, 7 aydır ödediklerim yeterliydi. En azından bir kaç saatliğine kendimi özgür kılabilirdim.

***

Abartısız aylardan beri uyuduğum en güzel uykuydu. Sessizliğin bana mırıldandığı ninni sayesinde bebeklerden bile daha huzurlu uyumuştum. Gözlerimi aralayıp kollarımı yatağın iki yanına açtım. Saat çok erkendi. Büyük ihtimalle havanın aydınlanmasına çok az kalmıştı ve zihnimde dönen çarklar yardımıyla yarattığım planı uygulamak için, vaktim kısıtlıydı. Dün gece annemin ısrarlarına rağmen içmediğim ilaçlar, başucumda duruyordu ama bu sefer yanında dün geceden farklı olarak koyu renk bir peçete vardı. Acaba bu saatte kim bırakmıştı bunları buraya? Eğer biri uyanıksa tüm çabalarım boşuna gidecekti. Sıkıntıyla sıcak nefesimi dışarıya verdim.

Hayat önüme engellerini dizme konusunda profesyonelleşmişti, hiç bir istediğim olmuyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi yavaş yavaş, ortadaki ''ben''i yok ediyordu. Seneye yaşayıp yaşamayacağımı bile bilmezken zorluklara tahammül etmem gerekiyordu ki bu en zoruydu. Sabır kelimesinin en belirgin timsaliydim.

Bacaklarımı saran ve diz kapaklarımın hemen altında biten siyah taytın üstüne gri renk, desensiz kısa kollu tişörtü geçirdim. Bunları yaparken çıkardığım gürültüyü en aza düşürmek için nefes alış verişlerimi bile düzene sokmuştum. Kalçalarımı örten kapüşonumun cebine sıkıştırdığım müzik çaları düşürmemeye dikkat ederek kapıyı araladım.

Koridoru aydınlatan pencerelerin önüne geçip, ay ışığına barikat oluşturan perdeler kapalıydı. Buna sevinmeliydim çünkü bu evde gün ağarır ağarmaz yapılan ilk iş pençeleri açıp güneşi eve davet etmek olurdu. Evimle, en azından temel kuralları bilecek kadar, ilgiliydim.

Yavaş ve temkinli adımlarımla merdivenleri inmeye başladım. Kaplumbağa hızıyla hareket ettiğim için ciğerlerim isyan çıkarmaya girişmemişti ama her zamanki sızı oradaydı. Derin bir nefes alıp merdiven engelini de hızla aşarak çıkış kapısına yürüdüm. Varlığımı hisseden biri olursa gözünü kırpmadan aileme haber verirdi, işim biterdi. Ailem konuşma hakkımı elimden alarak uğraşmaktan bıktıkları çok sevgili kızlarını, hastaneye geri götürürlerdi.

Tüm riskleri göz önüne alarak ayakkabılarımı kaptığım gibi dışarıya çıktım. Sert bir tokat yemiş kadar afallamama sebep olan rüzgâr, darbesini indirdiğinde kapüşonun fermuarını boğazıma kadar çekmiştim. Soğuğu bir nebze olsun engelliyordu. Çıplak ayaklarımı evin sıcak parkelerinden ayırıp buz gibi betona sabitlediğimde içim titredi. Soğuk, her geçen dakikamı ziyan etmek için inanılmaz bir çaba sarf ediyordu. Bedenim nefes kesen soğuğa alıştığı sırada bahçenin kapısına varmıştım. Özgürlüğüm sadece bir kaç adım uzaktaydı.

Başarmanın verdiği hazla sessiz zafer nidalarını atıyordum ki taytın örtmediği bacaklarımda sıcak, tüylü bir şey hissettim. Elim, tuttuğu bahçe kapısında asılı kaldı. Endişe ve duygularımın birçoğunu kapsayan korkuyla arkama dönerken saniyeleri kurban etmiştim. Rüzgârı ardıma aldığım için eskisi kadar titremiyordum fakat çıplak ayaklarım, bu yaptığımın doğruluğunu sorgular gibi sızlıyordu.

Kesik nefes alışverişleriyle dilini bana uzatan Toprak'a öfkeyle baktım. Her şeyi mahvedebilecek potansiyele sahip köpeğime uzanıp tam burnunun üstünü okşarken gözlerinden fırlayan neşe beni de yerimde kıpırdatarak heyecan selinde boğmuştu. Pespembe burnunda gezinen parmağıma karşılık hırıltılar çıkarıyordu.

"Yürü, başımın belası." dedim ve peşimden gelmesi için tüylerini okşadım. O kadar kabarık tüyleri vardı ki, duruşuyla bile tehlikenin sinyallerini veriyordu. Havaya kalkan kahve tüyleriyle aslanları anımsatan bir görünüşü olmasına rağmen en fazla bir ceylan kadar cesurdu. Sokakta bir kedi görse tüm karizmasını sular altında bırakıp kaçacak delik arardı.

Sessiz adımlarla peşimden gelmeye başladı. Arada bir diliyle burnunu yalayıp midemi bulandıracak olsa da bana yol arkadaşlığı yapması fena sayılmazdı.

Gelişmiş şehrin nezih ilçelerinden birine inşa edilmiş evimden kaçmanın verdiği huzursuzlukla, ana yola döndüm. Tahminen sahile çok yakındım, kısa süreli bir yürüyüş mesafesi olmalıydı. İlgi çekmemek için olduğum yere oturup ayakkabılarımı giydim, Toprak da uslu bir tavra bürünmüş, kibar bir soylu gibi kenarıma kıvrılmıştı. Öyle ki trafik kurallarını bile benden daha çok benimsemişti. Doğduğum andan itibaren belleğime kazınan anılar zincirinin belki de en büyük halkası, Toprak'a aitti. Tüm anılarımın içinde ufakta olsa yer alıyordu. Hastaneyi benim için çekilmez kılan etkenlerden biriydi Toprak, özletiyordu.

Sahilin, betimlemesi çok zor olan dalga sesi kulaklarıma çalındığında bir bebek gibi ellerimi çırptım. Hatırladığımdan çok daha güzeldi. Masmavi deniz, esaretime inat uzaklara açılmış, özgürlüğü kucaklamıştı. Derin bir iç geçirdim kıskançlıkla.

Seyrine doyum olmayan bir güzelliği vardı, benim aksime.

Özgürdü, benim aksime.

Her şeye bir kusur bulmaya programlanmış zihnim, kendini yüceltmek için; denizin üzerinde, dalgaları yok etmeye çalışan çöp yığınını bahane etmişti. Pet şişeler ve ezilmiş teneke kutular denize zorla giydirilen çirkin bir elbise gibiydi. Dalgalarıyla, ona yakışmayan elbiseyi üstünden atmaya gayret ediyordu.

Toprak'ın hizasında eğilip dikkat kesilen kulağına fısıldadım; "Yarışa var mısın?"

Dediklerimi anlamış gibi havladı ve içeri sokmak bilmediği diliyle bileğimi yaladı. Tenime damlayan salyalar midemi kaynatmaya yetmişti. Boğazımda acı tat birikirken derince yutkundum.

"İğrençsin ya, seni bırakıp gidersem görürsün. Uslu dur." dedim kararlı bir sesle. Burada bıraksam bile evin yolunu hemen bulabilirdi, benimki kendimi tatmin etmek için kullandığım bir tehditti, orası ayrı. İtaat edip dilini içeri soktu.

İşaret parmağımla, sahili izlemeye fırsat veren beton yolun sonundaki direği gösterdim. Direğin ucundaki fener henüz hava aydınlanmadığından zayıf bir ışıkla parıldıyordu.

"Şu direğe kadar koşacağız. Önce varan kazanır." diyerek açıklamayı yaptığımda beni anlamış görünüyordu. Aldığı eğitimler sayesinde üst düzey komutları anlıyordu. Boynuna bir tasma takıp Yetenek Sizsiniz Türkiye'ye götürsem, kazanmamız işten bile olmazdı.

"3...2..." dedim ve bir bacağımı öne uzanırken rakibime sinsi bir bakış attım. "1."

Namludan fırlayan kurşun hızıyla hedefe doğru koşmaya başlarken nefes barajımın tamamı açılmış gibi ciğerlerimdeki hava dışarı serildi. Henüz gelişim çağında olan köpek olan rakibimi unutmuş, sadece bitişe odaklanmıştım. Bacaklarımı iyice açarak attığım adımlar bana yoldan kazanç sağlarken, ciğerlerimde depoladığım tüm havayı sömürmüştü. Kazanmamın bana bir getirisi olmayacağını bildiğim halde gözümü kör eden hırs, daha çok hızlanmama sebep oldu.

Bakışlarım bir an Toprak'a kaydı ve ben daha nasıl olduğunu kavrayamadan önüme geçti. Belirlediğimiz bitişe benden önce varan Toprak, havlamalarıyla dalga geçiyordu.

"Şike yaptın!" dedim nefes nefese. Ellerimi dizlerime dayayarak eğilmiş, itiraz ediyordum. "Sayılmaz."

Benim sesimi havlayışlarıyla bastıran Toprak, bitmeyen enerjisiyle etrafımda dönerken sinirle yere oturdum. Bir köpeğe yenilmiş olmak, bende gurur denen şeyden eser bırakmamıştı. Öyle ufalmış, öyle alçalmıştım ki kafamı toprağa gömmek istiyordum.

Göğüs kafesimi parçalayan soğuk hava, canımı yakıyordu. Buna rağmen geçmişte kalmış yazın izlerini taşıyan havayı derin derin soludum.

"Al."

Erkeksi sesin sahibi, tam tepemde dikilmiş, sıkıca kavradığı pet şişesindeki suyu uzatıyordu. Deniz'e inanamaz gözlerle bakmayı kesip şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım. Yine de dudaklarım bana uymayarak aralanmıştı.

"Senin ne işin var burada?" diyerek avuçlarımı yere bastırıp dengemi sağladıktan sonra ayağa kalktım. İnce, beyaz gömleği ve siyah kot pantolonuyla kanlı canlı karşımdaydı.

"Bir tek sen mi gelebilirsin buraya?" dedi ve ısrarla şişeyi uzattı. Yarısı içilmiş suyu tereddüt etmeden alıp kafama dikledim. Susuzluk, beynimin mantıklı düşünmeyle ilgilenen lobunu çökertmişti ve bu yüzden onun ağzının değdiği şişeden su içmeyi dert etmemiştim.

"Hayır, öyle değil. Bu saatte gelmene şaşırdım." diyerek itiraf ettim. Masmavi gözlerini kısarak sert yüz hatlarını açığa çıkardı. Onun bu kusursuz görünüşüne karşı, berbat gözüktüğümü biliyordum. Yanaklarım, bana yakışmadığını düşündüğüm kızarıklığa bulanmış olmalıydı. Özenmeden topladığım saçlarım dağılmış, vücudumu ikinci bir deri gibi kaplayan terle ıslanmıştı.

"Güneşin doğuşunu kaçırmak istemedim." dedi çarpık gülüşüyle. Sadece dudağının tek tarafını kıvırdığı için yüzünde ister istemez bir yamukluk oluşuyordu. Bu eğim dalga geçilmesi gerekirken, onun suratında hayranlık uyandırıcı bir kimliğe bürünmüştü.

Ellerini ceplerine sokup beton yolun gerisinde sıralanan banklardan birine oturdu. Kımıldamadığı zaman, üzerinde yıllarca uğraşılan şaheser heykellerle arasında bir fark kalmıyordu.

Yanına gidip gitmemek konusunda bir fikre sahip olamadan sıcak tüyler bacaklarımı sardı. Toprak'ı da peşime takarak Deniz'in oturduğu banka ilerledim. Benim varlığımı unutmuş gibi gözlerini, adını aldığı enfes manzaraya dikmişti.

Soğuğu ardıma aldığım için saçlarım öne doğru savrulup görüşümü kısıtlıyordu ama aldırmadan sessizliğimi korudum. O bu kadar sakinken benim ergen kızlar gibi ağzından laf almaya çalışmam saçma olurdu ki zaten o konuşsa bile çekinecektim.

Toprak uslu bir köpek olup önüme oturdu. Bacaklarımı iki yanından sarkıtıp üşümesini engellemek için kendimce teknikler oluşturdum.

"Adı ne?" diye sordu Deniz. İlgisiz ses tonu beni soğutsa da "Toprak." diye mırıldandım. Soruyu kim için sorduğunu anlamak zor değildi.

Cevap vermeden ufuk çizgisine bakmaya devam etti. Onun umursamazlığına alışmıştım. Kısa süredir "zorunlu arkadaş" olmamıza rağmen onu az çok tanıyordum, ya da öyle sanıyordum. Umursamaz görünüyordu ama her şeyi gereğinden fazla önemsediği belliydi.

"Çok tatlı, değil mi?" diye mırıldanıp Toprak'ı daha da sevimli göstermek için burnunun üstünü okşadım.

"Ne tatlı?" diye sordu Deniz. Ciddi miydi?

Başımla Toprak'ı işaret ettiğimde gözlerini devirdi. Bana, hayatının o çok önemli saniyelerini gereksiz yere çalmışım gibi kızgın bir bakış attı.

Oturduğum banka iyice sindim.

Sanki onunla konuşmak dünyanın en yüce şeyiydi. Yanımda oturmak herkese nasip olmaz tripleri vardı resmen. Egosu, yanına alıp gezdirebileceği kadar büyümüştü, düşünün artık.

Gözlerimi onun baktığı yere dikip manzaranın tadını çıkarmaya başladım. Denizle gökyüzünün birleştiği çizgide oluşan kabarık kızıllıklar, tüm yorgunluğumu silip süpürmüştü. Koşmanın getirdiği bitkinlik hala üzerimde olmasına rağmen göz kapaklarım bu eşi benzeri bulunmaz doğal eser karşısında inatla açık duruyordu.

Güneş, benim tabirimle sarıya bulanmış top, nereden geldiği bilinmez bir halde göğe tırmanırken saydam örtüyü yırtmıştı. Sırf bu muazzam esere bakabilmek için evden kaçmıştım ve güneş her kıpırdayışında yaptığımı destekler gibi mükemmel gözüküyordu. Ben buydum işte. Kulağa bu kadar basit gelen bir şey uğruna başıma çoraplar örüyordum, değmişti.

Ortama uymayan bir kabalıkla esneyip Toprak'ın avucumun altında ezilen tüylerini okşadım. O da en az benim kadar hayranlıkla izliyordu etrafı.

Yorgundum, bitkindim. Mücadele etmekten çok önceleri vazgeçmiştim ama umut kırıntıları iş başındaydı. Beni, hayatımın bitiş çizgisine götüren tek şey umuttu, yaşarsam ömrümü uğruna yatıracağım birçok şeye sahip olmuştum. Ruhu gülümseyen bedenler için bile çekilirdi bu çile, sırf çocukların sessiz çığlıklarını susturmak, kurumuş kalpleri hayatın acı suyuyla yeşertmek için bile dayanırdım ben bu eziyete. Eğer yaşam beni himayesinde tutarsa, ruhum bedenimden sıyrılmazsa, peşinden koşacağım, bir avuca sığacak kadar minik kalpleriyle, çocuklar olacaktı.

Birbirini tartaklayan düşüncelerimin arasından sıyrılan uyku baskın geldi ve pili bitmiş bir oyuncak bebek gibi, Deniz'in omzuna yığıldım. Burnuma çarpan keskin koku, tanımlayamadığım bir şeyi çağrıştırıyordu bana.

Şey gibiydi, babam tıraş olduktan hemen sonra tenine sürdüğü losyon gibi. Küçükken onun yanaklarını doyasıya öper, koku benim tenime de bulaşana dek durmazdım. Aynı keskinlikteki koku beynimi uyuştururken gözlerim, bulunduğu mekân ve zaman da dâhil her şeyi bir kenara atıp kapandı.

Continue Reading

You'll Also Like

20.4K 278 4
Merhaba ben deniz, Deniz. Böylede soğuk bir mizacı olan biri.. Kendi hayatının baş rolü.. Şanssızlığın beden bulmuş ruhu. Kedi misali dokuz canlı. Ba...
154K 9.4K 49
"Neden kaçıyordun?" dedi merakla genç adam. Küçük kız yavaşça kafasını çevirip genç adama dikkatlice baktı. Genç adam, kızın konuşmayacağını anladığı...
401K 21.7K 46
Şanlıurfa ☞ Muğla 0546****; Fotoğraf* 0546****; Belli ki bu yoldan yürümüşsün... 0546****; Yoksa etraf böyle çiçeklenmezdi. İlsu; Var öyle marifet...