NEFES

By tukenmisyazar

57.1K 3.6K 828

Toprağın hayat, yaşamın ölüm koktuğunun farkında mısın, küçük çocuk? More

Önsöz
0. Başlangıç ♣
1. Benim Hikayem ♣
2. Cehennem Sıcaklığı ♣
4. Dengesiz ♣
5. Ufuk Çizgisi ♣
6. Aşılamayan Aptallık ♣
7. İyiliklerin Sebebi ♣
8. Emanet ♣
9. Alakasız İnsanlar ♣
10. Meydan ♣
11. Kıyamet ♣
12. Gülümseme ♣
13. Kanser ♣
14. Sessizlik ♣
15. İyi Biri ♣
16. Mavi ♣
17. Ruhsuz ♣
18. Çökük ♣
19. Güzel Vedalar ♣
20. Merhamet ♣
21. Tutku ♣
FİNAL
♣♣♣

3. Yardım ♣

2.4K 197 35
By tukenmisyazar

İçinden buharların yükseldiği porselen bardak, damarları belirginleşen avucumu ısıtıyordu. Bardaktan bir yudum daha alıp o aşina olduğum buruk tadın, sürekli yaralanan bedenimi gevşetmesine izin verdim. Kahvem bile acıydı.

Hayat, bana sunduğu her şeyin içine biraz acı serpiştirmişti sanki. Nefes alırken dahi acı çekiyordum. Bedenimle ilgili hissettiğim duyguların tümü acıya bağlanmıştı. Vücudu ayakta tutan iskeletse beni de dimdik kılan acıydı. Fakat her şeye burnunu sokan ve yaralara tuz basma hevesi olan acının karışamayacağı tek şeye sahiptim; ruha. Ruh denen şey, üç harfin aksine sırtında binlerce gizem dolu kelimeyi taşırdı, kudreti olmayan insanlar dokunamazdı; bu yüzden bendeki hasarsız tek şey ruhtu.

"Evet, başlayabiliriz. "

Sedat Bey'in en az yüz ifadesi kadar sevecen sesi, sohbete olan soğukluğumu yok etmek için yeterli değildi. Aklımdaki düşünceleri baltalayan kalın sesini kontrol altında tutarak elinin tersiyle yaklaşık yarım saattir beklemem sebep olan önündeki kâğıtları kenara itti. Beni çağırmasındaki temel neden ilgimi çekiyordu ama Sedat Bey'in yorgun görünüşüyle tüm kuşkumu geriye tepmiştim, bu adamla iyi anlaşamadığımız gün gibi ortadaydı. Fiziksel özelliklere pek bir önem verdiğim yoktu, ama bu adamdaki tüm tiksinti özellikler zaten ruhundaydı. Benim üzerime nefret etmekten başka bir şey düşmüyordu.

"Aslında ben gitsem daha iyi olur." dedim huzursuzlukla kıvranırken. Dakikalardır karşısında oturduğum Sedat Bey, beni yanına çağırarak konuşması gereken önemli bir konu olduğunu söylemişti. Bir psikolog tarafından çağrıldığımı öğrenince bir sürü senaryo sıralamıştım ve korku daha ilk dakikalarda içimi kaplamıştı.

Belirli aralıklarla yere vurduğum sabırsız adımlar, Sedat Bey'in konuşmasını hızlandırmak için yaptığım bir hareketti. Tavsiyeleriyle insanların pusulası olduğunu iddia eden psikolog, bana da ısmarladığı kahvesinden bir yudum aldı.

Bakışları zihnimdeki tehlike çanlarını alarma geçirdiği için tedirgin olmuştum. Bu yüzden gözlerim bir noktada sabit kalamıyordu. Sedat Bey benim varlığımı umursamadan işlerine yoğunlaştığında odayı inceleme fırsatı bulmuştum. Duvarlar pastel renklerin ağırlıkta olduğu bir palete batırılmış gibiydi. Soluk, başka bir deyişle renksiz tablolar sadece sinir bozuyordu. Buraya gelen insanların sabretme sürelerini test etmek için yapılmış olmalıydılar. Zira bu tablolar, 15 saniyeden fazla bakınca mide bulantısına yol açıyordu.

"Hadi ama Ada! Sakin ol." dedi alayla. Benimle dalga geçiyor oluşu gerilen sinirlerimin iyice kasılmasına neden olurken, psikolog gayet rahattı. Her ne kadar geniş bedeni oturduğu koltuktan taşıyor olsa da rahat görünüyordu.

"Peki, dinliyorum." dedim ve nereye koyacağımı şaşırdığım ellerimi masada birleştirdim. Aldığım vitaminler sayesinde cilalı gibi duran tırnaklarımı avucuma geçirerek sakin kalmaya çalışıyordum.

"Senden bir ricam var Ada. Biliyorsun, ben bir psikologum ve uğraştığım sorunlu insanlar var." dedikten sonra eliyle ampul takıyormuş gibi yaptığında, bu mesleğin ona yakışmadığı konusundaki tezim doğrulanmıştı.

Danışılacak kadar geniş seviyede bir psikolog değildi. Hatta nazik sayılmayan hareketleri, insanlık kavramının sınırlarını bile zorluyordu.

"Biliyorum." dedim uzun bir oflama eşliğinde. Bakışlarımda bile seçilebilir düzeyde var olan sıkıntıyı fark edemiyor olduğuna inanamıyordum.

"Sınırlarını çizmekte zorlandığım bir hastam var. Bu konuda yardımın gerek."dediğinde konuşmanın gittiği yönün ciddi bir hal aldığını anladım fakat amacını kavrayamamış olmak, içimi daraltıyordu.

"Yardım? Sanmıyorum."

Güvensiz ses tonumun zerre kadar etki etmediği apaçık ortadaydı.

"Basit bir teklif Ada. Sadece bu hastamla biraz vakit geçirmeni ve ona ruhsal yönden iyi davranmanı istiyorum. Lütfen." dedi ve ellerimi sıkıca sardı. Dokunuşlarıyla ısıttığı ellerimi hemen geri çektim. Erkeklerin gereksiz yakınlıklarını yaş farkı gözetmeden saçma buluyordum. Sedat Bey ilk defa beni anlayarak geri çekildi.

"Ta-tamam. Nasıl isterseniz." dedim ve soluklarıma yansıyan korkuyu küçük kutusuna geri tıkarak sandalyeden kalktım. Doymak bilmediğim bir sohbette, partnerim asla Sedat Bey olamazdı.

"Odana gelmesini söylerim. İyi günler." dedi. Sesindeki sevecen ton, teklifini kabul ettiğim için silinmişti. İnsanlar böyleydi işte.

"Adını öğrenebilir miyim?" dedim fısıltıyla. Amerika'nın gizli telefon hattının numarasını istiyormuş gibi hissetmiştim.

"Deniz Günsur." dedi gözlerini ekranı yeni açılan bilgisayardan ayırmadan. Sedat Bey'in ilgi alanından çıktığımı fark edince kapıya doğru yürüdüm. Koridor ürkütücü bir sessizlikle çalkalanıyordu. Tek hareket koridorun sonundaki pencerenin rüzgardan dolayı gıcırdamasıydı.

Başıma, filmlerdeki gibi kılıfı altın kaplamalı, çok değerli duran bir silah tarafından vurulmuş gibi hissediyordum. Saçma sapan düşüncelerle boğuşan beynimi çevreleyen kafatasım çatlıyordu. Odama gidip kapıyı sıkıca örttüm. Hala daha hayaletlerin ziyaretime geleceğine inanıyordum. Bulanan zihnimi rahatlamak için, yeri sabit olan kitabımı şifonyerin üzerinden alıp kaldığım sayfadan okumaya başladım. Sonlarına gelmiştim neredeyse. Hikayedeki kahramanın acınası halleri bulunduğum yaşamı gözümde daha çok yüceleştirmişti. Sürekli göz yaşı dökmekten bitkin düşen bir kız ve hissetmeyi bırak, aşk kelimesine bile suratını buruşturan bir çocuk. Vahşet!

Konu romantizmden çıkıp gerilim, şiddete dönüyor ve ben de kitabı sertçe kapatıp olur olmadık bir yere fırlatıyorum.

Kitabın sonu içimdeki tüm mutluluğu yok etmişti. Olmaması gereken şekilde bitmesine rağmen bu kitabın hafızamdan atmam epey zor olacaktı. Sanırım en son, 5 yaşımdayken balonum patlatıldığında bu kadar üzülmüştüm.

Anlamsızlıkla etrafı süzen bakışlarım saate kaydı. Bu odada hareket eden tek nesne olmalıydı. Akrep ve yelkovanın birbirini kovalama sesleri yalnız olmadığımı hissettiriyordu. Yayıldığım koltuğumda kıvranıp bacaklarımı kendime çektim. Odamın normalin üstündeki sıcaklığı beynimde salgılanan uyku fikrini yoğun bir seviyede arttırıyordu ama beklemem gereken bir ruh hastam vardı. Kendimi acaba nasıl biridir diye düşünmekten geri alamadım. Umarım en az benim kadar hastadır. Bu kötü temennimin tek nedeni onun yanında ezik gibi durmak istemememdi.

Başımı omzuma yatırıp gözlerimi yumdum. Her bulduğum boş vakitte uyuyabilme gibi harika bir yeteneğim vardı. Başımın altında sert bir zemin olsa bile yastığımın yokluğunu hissetmeden uyuyabilirdim.

Zihnimin emektar çalışanları,birer birer bürolarını terk ederken açılan odamın kapısıyla gözlerimi araladım.İçeriye izinsizce giren bedenin ait olduğu kişiyi görünce olduğum yere iyice sindim.Odanın karanlığında net seçilen ve güneşi yadırgatmayan parıltısıyla mavi gözler tam karşımdaydı.

Yine mi bu çocuk?

Gözlerinin korkunçluğundan tamamen uzak, alayla kıvrılan dudaklarını araladı. Aramızdaki bir kaç adımlık mesafeye rağmen nefesinde yoğun olan kahve kokusunun tadını hissetmiş kadar olmuştum, tahminde bulunmak zordu ama kaliteli bir kahveydi.

"Ciddi olamazlar. Sen mi beni yola sokacaksın?" dedi dalga geçerek. Sesindeki muzip tonun tersine kasılan çenesi sinirli olduğunu gayet net açıklıyordu.

"Ne?" Titreyen sadece sesim değildi. Kaslarımı çarşaf gibi saran derim, ellerimin titremesini durduramayacak kadar çok terlemişti. "Ben birini bekliyordum." diye ekledim.

"Bu kadar aptal mısın gerçekten? Deniz, benim." dediğinde boğazımdan aşağıya akan sıvı bana kezzap gibi gelmişti.

"Ne? Ben seni kız sanıyordum!" diyerek ufak bir çığlık attım. Çok yorulmuş gibi omuzlarını düşürdü. Uzaktan bakıldığında bile kendini belli eden bir ukalalığı vardı ve soğuk duruşunun yanına eklenince sanki olabilirmiş gibi daha fazla itici durmuştu.

"Artık erkek olduğumu anladığına göre, suratındaki aptal ifadeyi siler misin?" dedi somurtarak. Ben yokmuşum gibi rahat davranarak, o içeri girmeden önce yayıldığım koltuğa oturdu. Odanın tenha, daha doğrusu Deniz'e en uzak köşesine koyulan yatağımın ucuna kıvrılıp dudaklarımı mühürledim.

O gelmeden önce oluşturduğum onlarca Deniz modeli, şimdi zihnimdeki çöplükte kendilerine yer edinmişlerdi. Tatlı bir kız bekliyordum, somurtkan bir çocuk değil.

"Kaç yaşındasın?" Kendisine bakmayı reddettiğim çocuğun sesi odanın kirlenmiş zeminine döküldü.

"18."

"Senin gibi bir bebekle vakit geçirecek olma fikri canımı sıkıyor." dedi ve kelimenin tam anlamıyla beni yerin dibine soktu. Kırgınlıklarla dolu ifademde ona baktığımda, ensesini koltuğun başına yasladığını gördüm. İlgisiz tavrı, intihara meyil veriyordu.

"Sen, kaç yaşındasın?" diyerek sorduğum sorunun cevabını tahmin etmek çok zordu. 18 gibi bir sayıyı küçümsediği için büyük olduğunu varsaymıştım ama taş çatlasın, 25 olabilirdi.

Beni duymadığını sandım ama kırışan alnı, sadece umursamadığının kanıtıydı. Kaale alınmamanın verdiği buruklukla kendimi yatağın ucundan sürükleyerek yorganın içine girdim.

Dışarıdan nasıl göründüğüm konusunda emin değildim. Sedat Bey bende ne görmüştü de bu akıl almaz derecede vurdumduymaz çocuğu başıma bela etmişti?

Ya hissettiğim kadar kötü görünmüyordum ya da Sedat Bey gerçekten aptaldı.

"Ne yapıyorsun?" dediğinde sesindeki umursamazlık kırıntıları suratıma çarptı. Umursamazlığı artık sadece kırıntılardan ibaretti ve bu bile benim için, iyi arkadaş olmak yolunda bir adımdı.

Ağrıyan sırtımı dikleştirip yatağın içinde oturmuş, onun sabit duruşunu seyrediyordum. Ta ki ne yaptığımı sorgulayana kadar.

"Uyumaya çalışıyorum." diye mırıldandım. Her ne kadar açlığını guruldayarak dile getiren midem buna karşı çıksa da ancak uyuyarak bu deliden uzak durabilirdim.

"Benim yanımda? Büyük risk." dedi dilini, bir çizgi gibi duran dudaklarında gezdirirken. Aklıma üşüşen pis fikirlere kapıyı açmayı reddederek yüzümü buruşturdum.

"Pekala. Sen ne yapmak istersin?" dedim kibirle. Hiç olmadığım bir karaktere bürünmüştüm. Kibir bulaşmak isteyeceğim son sıfattı. Uzun bir süre konuşmadı ve beni tekrar kendi dünyasından dışladı. Zihninin ne gibi işlere çalıştığını bilmiyordum ama kesinlikle ahlaksız hareketlerle karşılaşacaktım. Önsezilerim bu çocuğun hoşlandığı şeylerin benim tiksinti duyduğum şeylere yönelik olduğunu söylüyordu.

"Kalk." Net emrini algılamış olmama rağmen onun gibi duymazlıktan gelmeye çalıştım. Oyunculukta aileme sergilediğim performansın yarısı bile etkili olurdu.

"İkiletme beni. Kalk dedim!"

Emirlerini artık net olmanın yanı sıra yüksek sesle söylüyordu. Oflayarak üzerimdeki beyaz yorganı ittim. Uğraşmak zorunda olduğum sorunların başını bu genç adam çekecek gibi duruyordu. Beni beklemeye tenezzül bile etmeden odanın kapısına doğru yürüdü. Kıyafetlerim düzgün olduğu için vakit kaybetmeden peşine takıldım. Kapıyı açıp, bir heykeltıraşın yıllarını vererek yaptığı müthiş eserleri andıran bedeniyle koridora çıktı. Uzaktan bakıldığı zaman hiç bir kusuru yoktu. Belki yakından bakınca kusurlarını yakalayabilirdim ama ona hiçbir zaman yakından bakmaya cesaret edemeyeceğim için gözümde kusursuz kalacaktı.

Uzun gelen pijamamın paçaları yeri süpürürken, giydiği beyaz gömleğiyle önümde yürüyen Deniz'i takip etmeye başladım. Aramızdaki belirgin boy farkı yüzünden ağabeyim gibi duruyordu ama bu umursamazlıkla bırakın ağabeyim olmayı, insan olması bile imkânsızdı.

Tanımadığım bir adamın peşinden öylece gittiğime inanamayarak etrafa bakındım. Yukarıya çıkan merdivenlere doğru ilerliyorduk. Doğrusu o yürüyor, ben takip ediyordum.

"Acele et." dedi buz gibi bir sesle. Dediği gibi yapıp ayaklarımı kıpırdattım. Merdivenin her basamağında soluklanmak zorunda kalıyordum ama Deniz vücudunun atletik yapısını kanıtlamak istercesine ikişer üçer çıkıyordu.

"Ben, bekle!" diye bağırdığımda sadece başını döndürüp ters bir bakış attı.

"Ne var?"

Dilimin ucuna biriken tüm zehir dolu kelimeleri geri yutup merdivenin korkuluğuna sarıldım. Demirin elime geçirdiği soğuk iyi gelmişti.

"Yoruldum."

"Banane."dedi ve bildiğiniz önüne dönüp ucunu göremediğim koridorun sonuna doğru yürüdü. Birbirine kenetlediğim dişlerimden gelen gıcırtılar eşliğinde merdivenleri çıktım.

Kafeteryaya girdiğini görünce gülümsedim. En azından karnımı doyurabilecektim. Beyaz spor ayakkabılarımı kirletmemeye çalışarak, kafeteryanın çamaşır suyu kokan kapısından geçtim. Neredeyse her gün uğradığım bu yerin dakika başı mikrop öldürücü maddelerle silindiğine bizzat kendim şahit olmuştum. Kokunun rahatsız ettiği burnum şimdiden sızlıyordu.

Su mavisi tişörtümü uzun olmasına rağmen alışkanlık olduğu için aşağıya çektim. Giydiğim tişörtlerin neden desensiz olduğunu ben de bilmiyordum ama yakıştığını sanıyordum. Kıyafet seçiminde pek bir iddiam yoktu zaten.

Beni buraya getiren Deniz, yokmuşum gibi davranarak cam kenarındaki sandalyelerden birine yerleşmişti. Yüzüne vuran, günün tam ortasında göğe yükselen güneşin ışıklarıydı. Yandan bakınca bile şeffaflığını seçebildiğim mavi gözlerini karşısındaki boş duvara dikmişti. Aşırı derecede sakin tavırları beni şaşırtıyordu çünkü onu ilk gördüğüm zaman sinir krizi geçiren bir psikopatın tekiydi.

Damarlarımı istila eden cesaret, kontrolü ele alarak bedenimi tam Deniz'in karşısına oturttu.

"Fikrin çok eğlenceliymiş." dedim kendime inanamayarak. Bakışlarında bile beni yere serebilecek kadar güç gizli olan adama diklenerek aptal cesuru oynamıştım.

"Benim eğlenceli fikirlerimi kaldıramayacağın için buradayız, sevimsiz."

Tiksintiyle yüzümü buruşturup ellerimi masaya koydum. Kullandığı kelimelerin altında yatan arsız anlamları es geçip sevimsiz sıfatına odaklandım.

"Sevimsiz mi?" dedim kuruyan dudaklarımı aralayarak. Şaşkınlık somutlaşmış ve kokusunu kullandığım her kelimeye serpiştirmişti.

İlk defa dudakları gerçek anlamda kıvrıldı ve gülümsedi.

"Seni görünce böyle diyesim geliyor." dedi ve çocuklaşıp dil çıkardı. "Sevimsiz.''

Konuşmak ve ağzının payını vermek için dudaklarımı aralamıştım ki masaya konan tepsi buna engel oldu. Tavuk suyundan yapıldığını kokusundan ayırt ettiğim çorbaya baktım bir süre. Getiren kadın geldiği gibi sessizce gittiğinde hala dokunmamıştım.

"Ye."

Bitmek bilmeyen emirler başımı döndürürken kaşığa uzandım. Kaşıkta gördüğüm yansımama alaycı bir bakış atıp çorbaya daldırdım. Tadından önce kokusunu aldığım çorba lezizdi fakat Deniz beni izlerken sıvı olduğu halde çorba, boğazıma diziliyordu. Kaşığı kenara bırakıp doyduğumun sinyallerini beynime yollamaya yeltendim ama tekrar gelen "Ye." emri buna imkan tanımadı.

"Canım istemiyor." Alışılagelmiş yalanlardan biri.

"O zaman söyle o midene, guruldamayı kessin." dedi sıkıntılı bir ses tonuyla. Sandalyesinde geriye yaslandı, bacaklarını masanın altına uzattı. Görünmez lazer ışınlar saçan gözleri her hareketimi incelediği için midem çoktan kasılmaya başlamıştı.

Kendimi hapsolduğum delikten kurtaracak sözcükler ararken sırtımda beliren ikinci bir tenle irkildim. Gereksiz panik dalgası ellerimin titremesini yol açtığında arkama dönmüştüm ki bir çift kahve gözle karşılaştım. Koca bir çınarı anımsatan kehribar rengine dönük kıvırcık saçlarıyla Mete, gülümsedi.

"Ada!" diyerek küçük kollarını boynuma doladığında burnumu saçlarına gömdüm. Mete, 6 yaşında minicik bir çocuktu ve hayatın acımasız girdabı onu da yuttuğu için buradaydı. Benden 2 hafta sonra gelmişti bu uğursuz binaya. Tanıştığımız günü çok iyi hatırlıyordum. Annesinin yakasına yapışmış, kan vermemek için ağlıyordu. Sırf Mete'ye destek olmak için kendi kolumu açıp boş yere kan aldırmıştım. Eğlenceli değildi ama onu ikna ettiğim için her şeye değdiğini düşünüyordum.

"Merhaba, nasılsın?" dedim kendimi geri çekerek. Gülümsemeye çalışarak ellerini kavradım ve dudaklarımı bastırdım. Kendimi çiçek bahçesine yere uzanmış gibi hissettiriyordu onu öpmek.

Kıkırdadı."Süper iyiyim. Sen?" dedi yerinde kıpırdanarak. Bedenini bir saat bir sola sallayarak şebek dansını yapıyordu. Elmacık kemikleri belirginleştiğinde maskesinin altından sırıttığını fark ettim. Ağzını saran ve kulaklarının arkasından geçen maske yüzünün yarısını kaplıyor ama tatlılığını zerre kadar değişikliğe uğratamıyordu.

"Bende aynı." dediğimde neşe saçan gözleri Deniz'i buldu ve binlerce voltluk elektrik çarpmış gibi gülümsemesi dağıldı.

Mete'ye doğru eğilen bedenimi bozmadan başımı çevirip Deniz'e baktım. Çocuğa bile tolerans göstermeden sertçe bakıyordu. İlikleri donduracak derecede soğuk olan bakışlarından etkilenmemek neredeyse imkânsızdı.

Yalandan öksürerek boğazımı kurutan sıvıdan kurtuldum. Amacım Deniz'i uyarmaktı ama değişmeyen ifadesinden başarısızlığım okunuyordu.

"Sen onu boş ver Meta'cım. Kendisi biraz üzgün." dedim ve sırf Mete'ye karşı ikna edici olmak için alt dudağımı sarkıttım.

"Üzgün mü? Niye? Nolmuş?" dedi gözlerini büyüterek. İyice eğilip kimsenin duymayacağı şekilde kulağına fısıldadım; "Kan aldırması gerekiyor ama biraz korkak, bilirsin."

Gülerek geri çekildi ve göz kırptı.

"Bu bir sır." dedi ve son bir kez sarıldıktan sonra gülerek annesine doğru koşmaya başladı. Ardından bakakaldığım Mete'nin, annesine sarılışını tatlı bir kıskançlıkla izledim ve önüme döndüm. Gözlerinde uğruna romanlar yazılacak hüznü besleyen bu çocuk, gülecek yerde her gece; acıdan doğan çığlıklarını yutuyordu. Olmayan adaletin hışmından bir vurgun da o yemişti.

Beni bekleyen tehlikeli gözleri yok sayarak soğuyan ve jöleye dönen çorbamı kaşıklamaya başladım.

"Ne dedin çocuğa?"

Umursamaz görünebilirdim, evet. Metal kaşığın porselen tabağa çarparak çıkardığı ses dışında başka bir şeye odaklanmadan, az önce yemek istemediğim çorbayı kıtlıktan çıkmış gibi tüketmeye başladım.

"Sana afiyet olsun." Anlam yüklemekte güçlük çekeceğim bir ses tonu. Geriye itilen sandalye ve bir adet Deniz.

Kaşığı masaya bırakıp olanca gücümle peşinden koştum ama daha ilk saniyelerde bedenim hesap sormuştu. Benim tüm enerjim, emekleyen bir bebeğin sarf edebileceğinden bile düşüktü. Ciğerlerim, içi pudra şekeriyle doldurulmuş gibi her bronşçuğu tıkanmıştı. Olduğum yere, kafeteryanın ortasına çöküp çığ gibi büyüyen nefes darlığını alt etmeye çabaladım. Etraftaki her ses, haykırış gibi geliyordu.

"Aman Tanrım, iyi misin?"

Selin'in endişeli sesiyle birlikte ellerini belimde hissettim. Sevmediğim kelimelerden biri olan Aman Tanrım'ı kullanmış olduğu için kızgınlıkla ona bakmıştım.

"Ne oldu?" dedi ağlamaklı bir ses tonuyla. Kendimi frenleyerek kahkaha isteğimi içimde tuttum. Çoktan düzelen nefesimi yüzüne üfleyerek "Sana Aman Tanrım demeyi yasaklamadım mı?" dedim. Beynimin varlığını sorgulamak için yumruğunu kafama vurdu.

"Beni korkuttun." diye bağırdı ve zaten uzun zamandır rahatsızlık verdiğim kafeterya sakinlerinin bakışları bana döndü. Ayağa kalkmama yardım eden Selin, gözlerinin kenarlarında biriken zavallıların sembolü haline gelmiş gözyaşlarını sildi. Güçsüz ve düşük kaliteli vücuduma rağmen kendime ağlamayı yasaklamıştım. Gözyaşlarımı depo ettiğim barajın kapaklarını sıkıca kapatıp anahtarını, tenha bir yerdeki ağacın altına, toprağa gömmüştüm. Topraktaki taşlar kanatmıştı cılız ellerimi ama değmişti. Çünkü bu sayede ağlamak gibi zavallı bir işe girişmeyecektim. Adem'le Havva'ya yasak olan elmaysa bana da ağlamak haramdı.

"Hadi gidelim, yorgunum." dedim acıtasyona bulanmış sesimle. Gözlerini devirip imali sesler mırıldansa da koluma girerek bedenimi odama sürüklememe yardım etti. Basamaklarda kısa süreli molalar vermem gerekiyor olmasına rağmen bana tahammül edebilmişti ki bu yüzden koridora gecikmeli olarak varmıştı.

Neşeli gülüşmelerimizi havada bırakan görüntü, yasağımı çiğnettirdi ve tuzlu sıcak su yanaklarımdan aşağıya kaydı. Gözyaşlarımı depolayan garajın kapakları, ellerimi kanatarak yok ettiğim anahtarla açılmış ve durmak bilmeden akan suyu serbest bırakmıştı. Soluk benizli, cesur olmayı beceremeyen, fedakar annem neredeyse yüzüyle aynı renk beyaz sedyede uzanıyordu. Gözyaşları yüzünden bulanıklaşan bakış açımın görmeme izin verdiği tek şey, hâmile annemin bacaklarından akan sıvıydı; kan.

Çok erken konuşmuştum, hayat bana gücünü bir kez daha kanıtlamış ve bir kez daha ağlatmıştı.

Continue Reading

You'll Also Like

311K 19.9K 25
Bir serikatilin bordobereli olma hikâyesi. O ölümün elçisi. Gecenin sessizliği, ölümün ayak sesi. Dağların kızı ,Yurdunun komutanı. Adını bile anmaya...
664K 19.2K 26
(Cinsel içerikli sahneler, yaş farkı ve daddy isuess içermektedir.) Ölü çocukluklar yaşamaya devam eden ölü insanlar doğurur... Kapak @-necirvan a ai...
745 64 8
*** Kraliçe Lola'nın mantıklı sorusuyla herkes gözleri parlayarak Yaşlı Büyücü Omino'ya baktı. Omino kafasını olumsuz anlamda sallayarak, "İnanın, bi...
6K 31 1
Evvelâ Vatan... Tam o anda omzuna dayanan bir ağırlık hissetti. Bu ağırlığa aşinaydı, uzun zamandır hissedememişti bu ağırlığı. Deyim yerindeyse dah...