NEFHA -Düzenlemede-

By yarim_ay

63.7K 2.5K 1.8K

Kaybettiklerimizi dudaklarımızın arasında buluyorduk. Ne tuhaftır, oysa ciğerlerimize karışan nefeslerdi, arz... More

Remus ve Romulus
-Giriş-
1.Bölüm "Kader Yolu"
2.Bölüm "Gölge"
3.Bölüm "Geçmişin boyası"
4. Bölüm "Şah-Mat"
5. Bölüm "Hastane"
6.Bölüm "Masumluk"
7. Bölüm "Kukla"
8.Bölüm "Soğuk"
9.Bölüm "Heyecan"
10.Bölüm "Kıvılcım"
11.Bölüm "Kabulleniş"
Duyuru
Kartal'ın Doğuşu -Özel Bölüm-
Bilgilendirme
13.Bölüm "Yıldızların Gözyaşları"
9 Temmuz 2017

12.Bölüm "Şafak"

944 57 24
By yarim_ay


"Geçmiş, geleceğin üzerine örtülüyor. Sema, kanlı bir bıçak ile güneşi katlediyor, şafak söküyor."

Çığlıkları, boş sokaklarda yankılanan bir gökyüzü, acısını bana fısıldıyordu. Yağmur damlaları, karın altında üşümüş bir güvercin gibi titrerken saçlarıma damlıyor, beni kendi hüzünleri ile boğuyorlardı. Tanrı'nın, kalbimize gebe bıraktığı hisler, benim ruhum tarafından katledildiğinden beri ilk defa, bu kadar canlı hissediyordum kendimi.

Bilirsiniz, ıssızlık sizi kamçıladığında, duygulara sığınan kelimeler anlamlarını yitirirdi. Ne aşk kalırdı, ne sevgi, ne şefkat, ne merhamet... Nefret ve intikam hissine bile çürümüş bir ceset ile bakar gibi olmuştum artık.

Bir ağaç gibidir aslında hayat. Büyük, geniş ve güçlü bir ağaç gibi. Gövdesinde, bir romanın ilk sayfalarına kazınan kelimeler mevcuttur. İlk cümleler, bir anne şefkatini veya bir bebeğin dudaklarından dökülen ilk masum çığlığı yansıtır.

Ardından gövdeden yukarı çıkılır ve sayısız dallar, gözler önüne serilir. Her biri kaderin farklı bir saniyesini temsil ederken, sağ tarafında hislerin bulunduğu ve soyut bir şekilde rüzgarların, o dalları beslediği yapraklar bulunmaktadır. Yapraklar... İşte onların her biri, o günün tek bir lahzasını içinde barındırır, bu yüzden hayat ağacında sayısız yaprak vardır.

Yere düşen gömlek gibi kırışmış olan zihnimde, küçük bir kız çocuğu gibi o soyut olan ağaca tırmandım. Parmak uçlarım, sağ tarafta hislerin bulunduğu dallara giderken sanki dokunduğum her dal parçalara ayrılıyor, kendisini uçurumdan aşağı itiyordu. Elimi çektim dallardan ve kafamı kaldırarak yukarlara baktım. Yaprakların her biri solmuştu.

Şimdi gerçek dünyaya uğrayan zihnimde kendi kendime sordum. "Hislerimi yıkan şey, çocukluğumun parmak izleri miydi? Yoksa zaten en ufak bir tepkiyi mi bekliyorlardı parçalanmak için?"

Düşünmeyi reddettim.

Vücudum, soğuktan tir tir titriyordu. Burnumdan derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapatarak kafamı yukarı kaldırdım. Damlalar, teker teker yüzümde dans ediyordu. Hızlı atan kalbimin, vücudumdaki darbelerinin etkisini duyabiliyor, kemiklerime çarptığında çıkan hisleri her bir parçamda hissedebiliyordum.

Aklımda fazla soru vardı ve endişe, ensemde nefes alırken tereddüt, düşüncelerimi kamçılıyordu.

Barda kovalanmamın ardından bir daha o gölgeye rastlamamıştım ama içimden bir ses, sergide gördüğüm gölge ile aynı kişi olmadığını fısıldıyordu ve sırtımdaki ürperti, bu işin hala bitmediğini söyler gibi varlığını her an vücudumu titreterek hatırlatıyordu.

O anda bir karar aldım. Belki de sorularımın cevabını alabileceğim tek bir karar.

"Eski bir dostu ziyaret etsem iyi olur."

--

"Bayan, istediğiniz yere geldik." Taksi şoförünün sesi ile bakışlarımı dışarıdan ona doğru çevirdim. Ön koltuktan kafasını bana doğru uzatmış bir şekilde bakıyordu. "Toplam 30 TL."

Evden aniden çıktığım için üzerimde ne para, ne cüzdan vardı. Bu yüzden taksinin kapısını açtım ve omzumun üzerinden adama bakarak "Burada bir dakika bekleyin," diyerek arabadan çıktım.

Bu sokaklara adımımı atmayalı uzun zaman geçmişti ve şimdi değişen mekana baktığımda, kalbime bir hüzün ve özlem duygusunun çökmesini bekledim ama geçmişim gibi buradan da nefret ediyordum. Yağmur durmuştu ve etrafta huzur dolu bir toprak kokusu vardı. Buna rağmen siyah pantolonum ve siyah ceketim hala tamamen ıslaktı.

Büyük bir girişin önünde duran takım elbiseli bir adam, bana anlamaz gözlerle bakarken yanına doğru ilerledim. Tam onu umursamadan içeri girecekken beni kolu ile durdurdu ve "Bir şeye mi bakmıştınız?" diye sordu, şüpheli bir tavır ile.

Kaşlarımı çatarak bakışlarımı tekrardan ona çevirdim. "Ne demek istiyorsun?"

"Bu saate burada ne işiniz var? Üzgünüm ama içeriye giremezsiniz, oynayacak başka bir yer bulun."

Yapmacık bir siniri yüzümde yer ettiğimde ellerimi yumruk haline getirdim. Şu anda yaptıklarımın ve bu mekanın yanında olduğum her an yapacaklarımın hepsi yapmacık bir kimliğin üzerinde sergilenen bir roldü. Bu böyle olmak zorundaydı.

"Kim olduğumu bilmeden böyle konuşman sinirimi bozuyor. Çekil şuradan."

"Ya öyle mi, kimsin? Amcamın kızı mı? Hadi başka yere git, başıma iş çıkartma." Dişlerimi birbirine bastırıp gıcırdattığımda sinir dolu bakışlarımı hala ondan çekmemiştim. Yaklaşık benden bir kafa uzunluğundaydı ve bu, onun gözlerine bakarken boynumun ağrımasına neden olmuştu.

"Beni hemen içeriye alacaksın!" diye bağırdığımda boğazımın yandığını hissettim. Adam bundan etkilenmemiş, aksine daha çok sinirlenmişti ve bir süredir hareketsiz olan vücudunu gererek kolumdan tuttu.

Parmakları tenime sertçe gömüldüğünde kemiklerimin acı ile çığlık attığını hissettim. "Lan uğraştırma beni!" Kolumdan çekiştirmeye başladığında tekrar bağırmaya hazırlanıyordum ama o sırada başka birinin sesini duymamız ile birlikte ikimizin de bakışı, mekanın kapısına doğru döndü.

"Bir sorun mu v..." Adamın bakışları beni bulduğunda cümlesini bitiremeden şaşkınlık ile bana bakakaldı. "D... Derya? Bu gerçekten sen misin?" Kolumdan tutan adam da şaşkınlıktan devinemiyordu ve iki kaşının ortasında, düşüncelerini karmaşası olan bir çukur oluştu.

Hiçbir şey söylemeden sert bir ifade ile kolumdan tutan adama baktım. Bakışlarımı hissetmiş gibi kafasını bana çevirdi ve ardından kararsız kalmış bir ifade ile diğer adama çevirdi. Kapıda hala dikilmekte olan adam, gözleri ile kolumu işaret ettiğinde kolum özgür kaldı.

"Bunun için çok özür dilerim. Daha yeni ve sizi daha önce hiç görmedi." Adam yanıma doğru geldi ve eli ile içeriyi göstererek "İçeriye gelin," dedi.

"Taksiye parasını öde. Yanıma para almadım."

"Elbette." Adımlarımı içeriye doğru yönelttiğimde yanımdaki adamda benimle birlikte yürüyordu. Hareketlerindeki heyecan, vücudunun bir mum gibi titremesine neden oluyordu.

Tanıdık duvarlar adımlarım ile birlikte yavaş yavaş arkamda kalırken, geçmiş karşımda cesurca dikiliyordu. Elinde sanki siyah bir elmas vardı ve bana o elmasın, geleceğim olduğunu söylüyordu. İhanet kokan edası ve acının kızıl gözleri beni esiri altına alırken ruhumun yavaş yavaş eriyen bir mumun yansıması gibi yok olduğunu hissediyordum. Yanımdaki adam bir şeyler söylüyor veya soruyordu ama benim dikkatim, zihnimin çukurundan dirilen geçmişin elindeki gelecekteydi.

Adımlarımız bizi bir kapıya getirdiğinde adam önce kapıyı çaldı, ardından içeriden gelen bir "Gel," kelimesi ile kapıyı araladı ve benim geçmem için yer verdi.

Odanın içerisinde girdiğimde ise geçmiş, elindeki elması sertçe yere fırlattı, yıllardır ölü olduğuna inandığım geleceği, gözlerimin önünde gürültülü bir şekilde parçalara ayırdı.

Odanın içerisi, gün ışığına nazaran karanlıktı. Odanın ortasında bulunan büyük masanın başında duran orta yaşlarda ki adam, kafasını önündeki kağıtlardan kaldırdığı an göz göze geldik ve kaşları hafif bir açı ile yukarı kalktı.

"Derya, bu ne sürpriz." Ayağa kalktı ve masanın etrafından dolanarak bana doğru ilerledi. "Uzun zaman oldu, otursana." Eli ile bu kez masanın önündeki deri koltuklardan birini gösterdiğinde bir şey demeden oraya doğru ilerledim ve kendimi koltuğa attım. "İçmek istediğin herhangi bir şey var mı?" Sorusuna karşılık olarak başımı iki yana salladığımda bakışlarını benden çekti ve kapıda dikilmekte olan adama dönerek "Derya ile bizi yalnız bırakın. Rahatsız edilmek istemiyorum," diye emir verdi.

Bunun üzerine adam, "Elbette efendim," diyerek odadan çıktı ve kapıyı da arkasından kapattı.

Adam yavaş adımlarla masasına doğru ilerlerken "Beni gördüğüne şaşırmadın Eray. Neden?" dedim ve adımları sanki bir an için duracak gibi oldu ama sandalyeyi çekerek, davranışlarından taviz vermedi ve oturdu.

Arkasına yaslandı ve gözlerini kapattı. Dudaklarında alaycı bir gülümseme vardı. "Hisleri pek anlamadığını söylersin ama yüz ifadeleri ve ses tonları rahatlıkla çözüyorsun, Derin." İsmimi dudaklarından döktüğü an ölüm yavaşlığı ile göz kapaklarını araladı ve gözlerini kısarak, tehlikeyi resmeden bir ressam gibi bana baktı.

"Kulağımı tırmalayan o sahteliği fark etmemem imkansızdı," dediğimde sesli bir şekilde güldü ve masanın kenarında duran viski şişesini aldı ve birazını bardağa dökerek geri yerine koydu. Dudakları sarı içkiye misafirlik ederken tek bir dikişti buzlar dudaklarına kadar geldi ve ardından bardak masa ile buluştuğunda şişe tekrardan devrilerek bardağın üzerine çömeldi.

"Neden geldin?" Bana bakmadan sorduğunda kahverengi gözlerinde bir yorgunluğa tanık oldum. Bütün geceyi, karanlığın eşliğinde uyanık olduğunu belli eden göz kapakları hafif şişmişti ve gözleri kanlanmıştı.

"Merak ettiklerim var."

"Herkesin yok mu?" Derin bir iç çekti ve bir kez daha bardağın dibini getirdi. Bu kez bardağı doldurmak yerine kollarını göğsünde birleştirdi ve arkasına yaslanarak gözlerini benim gözlerime dikti. Karanlık, odanın üzerinde kara bir bulut gibi gezerken tehlike, göz kirpiklerine düşüyordu. Gözlerindeki ifadesizlik, kan dondurucu bir zemheriye eşlik eden siyah bir kar tanesi gibiydi. "Bunca zaman sonra buraya geldiysen, gerçekten canını sıkan bir şey olmuş demektir. Anlat."

"Birkaç yıldır klasik bir döngü içerisinde olan hayatım, şu günlerde tuhaflaştı."

"Özellikle sergiden sonra, öyle değil mi?"

Gözlerimi kısarak ona baktığımda kahverengi gözlerimde şüphenin gölgesinin düştüğünün farkındaydım. Onun yüzünde ise tek bir kas bile oynamaması, şüphemi körükledi.

"Sergideki o gölge senin adamlarından birine aitti." Soru soran bir sesle söylediğim cümleye rağmen hiçbir tepki vermedi. "Beni neden takip ediyorsun?"

Sırtını, büyük, siyah deri sandalyesinden ayırdı ve dirseklerini masaya yaslayıp çenesini ellerine koyduğunda "Böyle olması gerekiyor," dedi.

"Sokaktaki gölg...." Sözümü bitirmeme izin vermeden, "Hayır, o olay ile alakam yok ama ucuz yırttınız neyse ki. Bir şey yapmama gerek kalmadı," dedi.

Derin bir iç çekerek arkama yaslandım ve bir süre sessizliğin aramızda pusu kurmasına izin verdim.

Geçmiş, bir karartı gibidir. Geleceğin üzerine örtülen bir leyl gibidir. Zamanın acımasızlığını taşıyan, nefretin harflerini süsleyen ve çaresizliğin gölgesinde nefes alan bir rüyadır. Şimdi ise gökyüzü şafağın rengi ile yanıyor. Güneş, geleceğin üzerinde pusu kurarken geçmişin üzerinde batıyor; bir daha asla doğmuyor. Gökyüzü hayalleri, güneş ise umutları betimler. Hayaller kan rengine bulanırken, umutlar karanlığın içinde kayboluyor.

Böyle olması gerekiyor, çünkü zaman bunu istiyor.

Çünkü zaman bencildi.

Çünkü zaman yaşlıydı.

Çünkü zaman, katildi.

"Deden ne yapıyor?" Eray'ın bu sorusu, zihnimi bulunduğum zamana çekerken bakışlarımı ona çevirdim.

Omuz silktim ve "Aynı. Para, şan, ün ve şöhret peşinde," dedim. Gözlerini bir an için kısacak sandım ama ifadesizliği, bir heykel gibi donuk ve sadeydi.

"Eee? Cevaplarını merak ettiğin sorular yok muydu? Sessizsin, her zamanki gibi."

Aklımda bir sürü soru vardı, cevabını bilmek istediğim ama elimi zihnime daldırdığımda, hiçbir su damlası parmaklarıma tutunmuyormuş gibi bulanık suların ardından hiçbir soruyu seçemiyor, göremiyordum.

Dudaklarımı sessizliğe bir kez daha mühürledim ve oturduğum koltuğa daha çok sindim, ne söyleyeceğimi bilmez bir şekilde.

"Eğer henüz anlatmaya cesaretin yoksa, belki de sadece konuşmalıyız," dedi Eray, sakin ve sabırlı bir ses ile. Derin bir iç çekti ve bardağına bir viski daha doldurdu. "Olanlardan sonra nasıl hissediyorsun?"

Bu soru ile anlık bir şaşırma yaşasam da kendimi toparladım ve omuz silkerek "Bilmem. Hala aynıyım sanırım," diye cevap verdim.

Ruhumu kemiren bir soru vardı. Belki de buraya gelmeme neden olan asıl soruydu ama kelimeler dudaklarım ile buluştuğu an geçmişin zehri ile kıvranacağımı biliyordum. Derin bir nefes aldım ve kurumuş olan dudaklarımı ıslatarak "Onlar burada mı? Bu şehirde mi?" diye sordum ve sorunun ardından cümleler, düşüncelerimi esiri altına aldı.

Kalabalık şehrin ıssız sokaklarında, korkmuş bir kız canlandı zihnimde. Üzerine geçirmiş olduğu beyaz bir elbise vardı ve dizleri yaralarla kaplıydı. Bir duvarın köşesine sinmiş, gecenin zamanın ardından akmasını ve güneşin, içindeki umutları yeşertmesi ile doğmasını bekliyordu.

Lakin güneş doğmadı, zaman akmadı. Gece, ceset olan bütün hislerin üzerine örtülürken yıldızlar korkuyu fısıldadı.

"Bilmem. Belki buradalar, belki de değiller."

"Şüpheli davranıyorsun," dediğimde dudağı, sağ yanağına doğru tırmandı ve Eray, başını hafif öne eğerek bana baktı.

"Ne fark eder? Karşında görsen, onları vuracak mısın?"

Bu soru karşısında ne diyeceğimi bilemezken zihnimde bütün kelimeler sıralanıyor, bir araya getirilip tartılıyordu. Tartılan her cümle zihnimde bir tiyatro sahnesinin görüntüsünü canlandırırken kimisi elinde bir silah ile onları öldüreceğimi, kimisi bir köşeye çekilip karanlığa kaçacağımı kimisi ise bu düşüncelerin her birinin saçma olduğunu haykırıyordu.

"Saçmalama."

Eray sesli bir şekilde güldü ve derin bir nefes alarak arkasına yaslandı. "Ah Derin, senden beklerim."

"Sanmıyorum." Ellerimi kucağımda birleştirdim ve kaşlarımı çatarak bakışlarımı parmaklarıma çevirdim.

"Onlardan nefret etmiyor musun?" Gülen sesinden bir kırıntı bile kalmazken kaşlarım daha çok çatıldı ve kalbimin göğüs kafesimin arasında sıkışıp kaldığını hissettim. Sanki, intikam hissi ile kıvranan kalbimin, öfkesini etrafa saçacak kadar geniş bir alan yoktu göğsümde.

"Onlardan ölümüne nefret ediyorum." Kelimeler, dudaklarımdan birer lanet gibi dökülürken parmaklarımı avuç içlerime bastırdım. "İntikamın her geçen gün batmayacak olan bir güneş gibi içimde tekrar ve tekrar doğduğunu hissediyorum."

Şafağa gebe bir karanlıktı benimkisi. Göz kamaştıran bir siyahın içinde, kanın kırmızısına muhtaç olduğumu biliyorken güneşin ölümüne karşı bir mahcupluk vardı içimde. Çünkü güneş her battığında, ufukta dizili olan sonsuzlukları da alır götürür, kendi mezarlığında onlara da yer açardı.

"O olaya neden olan herkes ve her şeyden nefret ediyorum," diye cümlemi tamamladığımda odanın duvarlarını, bir sessizlik kapladı.

Gözlerimi yumduğumda kaşlarım biraz olsun gevşedi ama avuç içlerimin acıdan uyuşmaya başladığını hissediyordum. Sanki geçmiş yaşantılarımın acısını avuçlarıma kazınmış olan yaşam köklerinden çıkartıyordum. Zira avuç içleridir, yaşam ağacına köklenen; en zarif anılar orada dallanır.

Saniyeler dakikakların peşine bir zincir ile bağlandı ve zaman her birini süpürürken sessizlik parçalandı. Koyu bir sohbet Eray ile benim aramdaki yılların samimiyetini tekrar kazandırırken daha çok o anlattı, ben dinledim; ben soru sordum, o cevapladı.

Geçen bunca yılda neler olduğunu sordum. Mekanda pek bir değişikliğin olmadığını ama işlerin sıklaştığını belirtti. Başından geçen birkaç olayı anlattığında, bunca yıldır polisten nasıl kaçtığına bir kez daha şaşırdım. Uyuşturucu alışverişi yapan birinin bu kadar kolay salınması tuhafıma gidiyordu her zaman ama Eray bir şekilde bunu başarıyordu ve her sorduğumda beni geçiştiriyordu.

Güneş batmaya başladığında gölgeler üzerimize daha karanlık bir şekilde uzandı ve gecenin kollarında sallanmaya başladı yıldızlar, teker teker. Daha tam güneş son nefesini vermemişti ve belki de günün son saatini yaşıyordu.

Eray, kaçıncı olduğunu sayamadığım bir viski şişesinin daha sonunu getirdiğinde hala tam olarak sarhoş değildi ama hareketleri dengesizleşmeye başlamıştı.

"Bugün eski bir dost beni ziyarete geldi." Kafamı Eray'a doğru çevirdiğimde gözlerinin dalmış olduğunu fark ettim.

"Tanıdığım biri mi?" diye sorduğumda bakışları hala uzaklarda, derin düşüncelerin koynundaydı.

Duru bakışlarının aksine dudakları alaycı bir tebessüme misafirlik ettiğinde "Eğer tanımadığın biri olsaydı sana söylemezdim," dedi.

"Kim?" diye sordum ama sonra bu sorunun anlamsızlığını ancak o gülümsediğinde anladım. Eğer bilmemi isteseydi, kim olduğunu ben daha sormadan söylerdi.

Derin bir iç çekti ve gözlerini, dalmış olduğu diyardan ayırarak bardağı tutan ellerine götürdü. "O da kafasında birçok soru ile uğradı buraya ama onun soruları net ve kesindi." Elindeki bardağı çevirdi ve dibindeki sarı sıvı, bardağın tabanında dönmeye başladı.

"Ona cevap verdin mi?"

Sorumun karşısında elinin hareketini durdurdu ve gözlerini benim gözlerime çıkardı. "Her sorusuna," derken sesi oldukça sakin ve yorgun çıkmıştı.

Gözlerimi çok hafif kısarak "Bu yaptığın ayrımcılık," demem, onun o ifadesiz suratına içten bir gülümseme ekledi.

Ayağa kalktım ve "Artık gitsem iyi olur. Geç oldu," dedim. O sırada o da elindeki bardağı son kez kafasına dikti ve masaya koyarak ayağa kalktı.

"Tam olarak ne için geç oldu?" dediğinde hala gülüyordu. Ardından omuz silkerek "Söylesene, ne fark eder ki?" diye sordu ama o samimi gülüş, bir anda buzla kaplandı.

"Evdekilere nereye gittiğimi söylemedim. Merak ederler." Merak mı ederler? Bu söylediğime ben bile gülmemek için kendimi zor tutarken Eray kendisini tutma gereği duymadı ve buz gibi gelen bir ses ile sesli bir şekilde güldü.

"Öyle olsun." Derin bir nefes aldı ve ellerini masaya dayadı. Kafasını ellerine doğru eğdi ve "Bilirsin ya, bazen onu özlüyorum," dedi, hüzün düşen bir ses ile. Alkolün kanında gezmesinin verdiği bir etki olarak ruh hali çok hızlı değişiyordu.

'O' derken neyden bahsettiğini biliyordum; ikimizde biliyorduk ve bizi asıl yaralayan buydu. Kendi nefesini hayatımıza konduran anıların, bir kuş gibi uçup gitmesiydi aslında acı olarak gözüken ama gerçek acı, o kuşun kanatlarının yandığını ve yanarken öldüğünü bilmekti.

'O' diye bahsettiğimiz kişi bir kuştu ama özgürce uçup giden değil, giderken kanatlarını yakan ve acı ile gözlerini yumandı.

"Bazen keşke o gün hiç var olmasaydı, diyorum kendi kendime. O gece, o sokakta olanlar hiç..." Sesi daha çok titreyince konuşmayı bıraktı ve kafasını kaldırıp bana baktı. Sesindeki notaların her biri, duygularını ifşa ederken bakışlarının nasıl bu kadar donuk olabileceğini düşündüm.

"Bende..." Bunu söylerken gözlerimi istemsizce yumdum ve az önce Eray'ın bakışlarındaki donukluğun cevabını, kendi sesimde buldum. Zira soğuk bir rüzgarı fısıldıyormuş gibi ifadesizdi. "Bende onu özlüyorum." O an dudaklarım, kendime ve geçmişime yaptığım itiraf ile yandı.

Gözlerimi açtım ve kapıya doğru adımladım. Arkamdan Eray'ın da adım sesini duyduğumda kapının kulpunu aşağı indirdim ve kapıyı çekerek açtım. O anda karşımda, bana bu odaya kadar eşlik eden adamı, duvara yaslanmış bir şekilde gördüm.

"Bu arada Derya," Adımlarımı durdurdum ve Eray'ın sözüne devam etmesini bekledim. Kafamı ona çevirdim ve yorgunluktan kızarmış kahverengi gözlerine baktım. "Sana son bir tavsiye. Kimle arkadaşlık kurduğuna dikkat et."


--


Evin kapısını açtığımda anahtarı deliğinden çıkarttım ve sehpanın üzerine atarken "Ben geldim," diye seslendim.

"Dur dur, geldi şimdi. Tamam bekle bir dakika." Annemin sesini mutfaktan duyduğumda bakışlarımı oraya çevirdim. Annem, elinde bir telefon ile bana doğru ilerliyordu ve yüzünde bir sırıtma vardı. Yanıma kadar geldiğinde ceketimi asmıştım bile ve telefonu bana doğru uzatarak "Emre," dedi aynı zamanda çenesi ile telefonu işaret ederek.

Emre'nin annemi araması tuhafıma giderken benimle konuşmak istemesi daha çok şaşırmama neden olmuştu. Derin bir nefes alarak annemin elinden telefonu aldım ve kulağıma götürerek "Alo?" dedim.

"Derin? B... Ben Emre." Emre'nin sesi titrerken kaşlarım çatıldı.

"Efendim?"

"Ç... Çabuk buraya gelmelisin." Nefesi kulağıma sertçe çarparken telefonu kendimden biraz uzaklaştırdım. Kekeliyordu ve hızlı konuşmaya çalışması, harfleri yutmasına neden oluyordu.

"Neyden bahsediyorsun?"

"Derin, ben ne yapacağımı bilemiyorum. A... Arnaldo..." Endişem boğazımda yuva kurarken nefesimin kesildiğini hissettim. Telefonun arkasından bir kırılma ve bağırma sesi geldiğinde ise, sessizliğe sağır olduğumu hissettim.

Gürültüye ve sessizliğe. Ardından duyulan tek ses Arnaldo'nun çığlığıydı, ruhumda tekrar ve tekrar yankılanan. 



Merhaba arkadaşlar, uzuuuuunn bir aradan sonra tekrar bölüm atabildim sonunda. Her ne kadar daha düzenlenecek bölümler olsa da arada olabildiğince bölüm atacağım. Bir de size sormak istediğim bir soru var;

Sizce Derya diye bahsettikleri kişi kim?

Biliyorum, her şey çok karıştı ama Derya'nın tam olarak kim olduğunu, 20. bölümlere geçmeden öğreneceksiniz. Şu an bile belki bulmuşsunuzdur. 

20.Bölümler genelde geçmiş ile ilgili bölümler olacak. Çokça flash back sahneler olacağını tahmin ediyorum. 

Bu bölüm, içime hiç sinmeyen bölümlerden biri daha oldu çünkü sizi hem çok beklettim, hem kısa oldu, hem de olaysız ilerledi ama aslında geçmiş ile ilgili bir çok ipuçlar taşıyor. Bu tür bölümlerin de ayrıyeten önemli olduğunu düşünüyorum. 

Tekrar özür diliyor, iyi okumalar diliyorum. 



Continue Reading

You'll Also Like

1.2M 74.7K 76
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
KALBE KURŞUN By Val

General Fiction

299K 17.2K 24
❗kitabın isminde küçük bir değişiklik yapılmıştır. Sıkılan kaldırılmıştır. Üniversite de tıp okuyan genç kadın ve oraya yarbay dedesini katılacağı ko...
14.1M 622K 61
GENEL KURGU #1 Babasından başka hiç kimsesi olmayan bir genç kız... 28 Yaşında hapishanede mahkûm bir adam... Ya bir gün olur da genç kızın babası da...
196K 9.9K 49
Klâsik gerçek aile kurgusuna benzer ama daha olası bir kurgudur; Kızımız eski ailesinden gördüğü baskılar sonucu 18 yaşında ayrı bir eve taşınır ora...