Tarot

By Yazar-Sama

10.6K 2.2K 339

Lewis hayatı boyunca kendisi ile psikolojik savaş vermiş bir adamdır... Aynı zamanda sokaklarda kart gösteril... More

ÖNSÖZ
Hüküm - Kısım -1
Hüküm - Kısım -2
Tereddüt - Kısım -1
Tereddüt - Kısım -2
Çin Sokağı - Kısım-1
Çin Sokağı - Kısım -2
Çin Sokağı - Kısım -3
Çin Sokağı - Kısım -4
Kriz - Kısım -1
Kriz - Kısım-2
Kriz - Kısım -3

Hamle - Kısım -1

278 65 15
By Yazar-Sama

  Körlerin ülkesinde, tek gözlü insan kral olur. 

-Desiderius Erasmus  


Birkaç gün sonra Abraham Gavrilovich'e belirttiği üzere Soho'daki telgraf bürosundan bir mesaj aldı. Kirk denilen yetim ve bahşişçiler hakkındaki işlerin tamamlandığından söz eden ufak bir uyarı niteliğindeydi. Ayrıca Kirk denilen çocuğun geçmişi hakkında ufak bilgilendirmeler yazmayı da unutmamış gibiydi. Portsoken de bir yurtta kaldığı yazılmıştı ve o yıllardaki Nisan yağmurlarının zavallının arkadaşlarına önce soğuk algınlığı sonra da daha kötüsü olan tifüs hastalığını bela etmişti. Kendisi de bu hastalıktan kıl payı kurtulmuş gibi görünüyordu. Empati kurmak gibi bir niyeti yoktu tabii; bunun suçlusunun o yıllardaki sorumluluk sahibi insanların, vakıfların, hastanelerin ve kumpanyaların suçu olduğunu düşünüyordu. Sonuçta yapacaklarını büsbütün kavramıştı Lewis; çocukla öylesine bir samimiyet kurmak gibi gayesi yoktu. Onun istediği soylu kadına olabildiğince yaklaştığını görmekti. Böylece soylu kadının çarşafın altında ne sakladığını gayet anlaşılır bir biçimde çözecekti. Sonuçta BHA denilen çete de bu işin içindeydi. Hali hazırda tarih adına bilgileri olduğu yetmezmiş gibi, bir de onlardan haberdar da olmuşlardı. Sir Richard gibi üniversite profesörlerinin de bu işin içinde olduğu besbelliydi.

O gün Londra'nın hiç olmadığı kadar kurşuni bir yağmur havası vardı. Thames'ın üstünde küçük kalıplar şeklinde seyir eden sis orduları, yavaşça Tower Bridge köprüsünün üzerinde kümeleniyor ve açılır-kapanır özelliğini neredeyse etkisiz kılabilecek bir vasıf veriyordu. Arabaların ve tek tük görünen insanların bir an olsun görünmez olmasını sağlayan bu alışıla geldik görüntü, gerçekten de bir kabusun içinde kulaç atıyormuş hissiyatı veriyordu. Parklarda dahi neredeyse hiç çocuk yoktu; kuşlar bile küçük havuzlarda yüzüp giden ekmek kırıntılarından umudu kesmiş gibiydi. Soğuğun son demlerini attığı şu sıralar, insanların ellerini pek çok kez birbirine kavuşturduğu zamanlardı denilebilir. Yanında Abraham Gavrilovich vardı ve yürüdükleri yolda pek düzgün değildi açıkçası. Little Argyll'ın asfaltında araba izleri süre gidiyordu ve pek çok açıdan dupduru olan caddenin içindeki seyrek görülen şoförlerin dikkatini hiç mi hiç çekmiyordu. Hepsi dosdoğru önlerine bakıp arabalarını sürüyorlardı. Lewis bu şoförlerin nefes alıp verirken tıpkı bacasından pofur pofur buhar üfleyen bir treni andırdıklarını düşünüyordu. Yanındaki adama döndüğünde ise bu yabani hissiyatı ona büyük ipuçları veriyormuş gibi konuşmasını bekleyen bir ifadesi vardı.

"Araştırmalarım için iyice dolaştım, tanıdıklarımı sorup soruşturdum," dedi Abraham. "Ulaştığım bilgilere bakacak olursam, yarım saat sonra otelin önüne bir arabayla bırakılacak. Bahşişcilere ve malum çocuğa haber yolladım, orada olacaklar, Bay Warren."

Abraham'ın yüzünde abartılı bir ciddilik vardı. Kaşları kurşunkalemin sivri ucu gibi aşağı bakıyordu. Endişeli gibi değildi ama sık sık elini yumruk yaparcasına ağzına götürüp boğazına bir şey takılmış gibi öksürüyordu.

"Ee," diye devam etti Lewis. "Hangi otel de olacaklarmış?"

"Amba adında bir otelde. Charing Cross da Thames nehrine beş dakikalık mesafesi var. Oldukça lüks bir yer." dedi Abraham.

"Peki Winono bugün orada ne yapmayı planlıyor?"

"Bir iş görüşmesi," dedi Abraham, sessizce. "Hissedar olmak isteyen, birleşik devletlerden gelen bir madenciyle görüşecekmiş."

Lewis'in beynini kurcalayan ufak sorular vardı. Oldukça kuşku duyduğu biri durumdu bu. Winono adındaki genç bayan madem bir iş görüşmesi yapacaktı, neden bunu kendi huşu dolu malikanesi yerine, Amba da yapmayı planlamıştı ki? Ayrıca sanki; Danimarka da yatan eski Geot ve Heorot umurunda değilmiş gibiydi.

"Yazılı isimlerdeki grubun BHA ile bir alakası yok, değil mi?" diye sordu.

"İkisi ayrı şeyler," dedi Abraham. Dikkatli bir şekilde düşündükten sonra tekrar konuşmaya başladı. "Belki de bağlantıları vardır, açıkçası kesin bir şey de diyemiyorum. Bizlere telkin ettikleri ne varsa o; merkezdeki durumlar da oldukça karmaşık."

"Peki, birleşik devletlerden gelen adamın hissedar olarak iş yürütmek istediğini söyledin," dedi Lewis. "Adamın ismini öğrenebildin mi?"

"Tabii!" dedi Abraham, gülümseyerek. "Agust González adında başarılı bir adam, geleceğe yönelik çalışan bir iş veren. Güney Amerika maden bakımından çok zengindir bilirsiniz."

"Evet, biliyorum," dedi Lewis başını sallayarak. "Şili'de dünyanın en zengin bakır yatakları ve büyük miktarda nitrat bulunuyor. Peru'da bakır üretilir, ayrıca dirençli çelik üretimi için gerekli vanadyum çıkarılır. Bolivya'da kalay, Brezilya'da zengin demir ve manganez yatakları vardır; elmaslardan söz etmiyorum bile."

"Agust González daha çok Kolombiya'daki platin ve zümrütlerle ilgileniyor," dedi Abraham. "Londra da bir iş kurma peşinde gibi, ekonomide de sinsi bir deha adeta."

"Bu konuyu basite indirgemesek iyi olur Abraham," dedi Lewis, uyarı yaparcasına. "Genç bayan oldukça zeki bir izlenim verdi bana. Agust González bu işin içindeki yanıltıcı isim olabilir. Belgeleri almak gerçekten kolay olmayacak gibi. İşler ilginçleşiyor."

"Bu durumda onlarında bizleri basite almamaları mantıklı olur," diye cevapladı Abraham. "O belgeleri ne olursa olsun ele geçireceğim." Derin bir nefes verdikten sonra cümlesini tekrar edercesine, "Ne olursa olsun!" dedi.

Abraham Gavrilovich'in iç yüzü keçeleşmiş otları anımsatıyordu. Bazen karman çorman, bazense çağıldayan bir şelale gibi köpür köpürdü. Yüzünde, düşündüklerinde ve hareketlerinde, her zaman bir amaç, bir saplantı varmış gibi davranırdı: şu çok bilindik saplantısı da uğrunda çarpıştığı paraydı. Trafalgar Meydanı ve Covent Garden'a sadece birkaç adım uzaklıkta, Charing Cross tren istasyonunun yanında yer alan Amba Otel Charing Cross'a yakınlaştıklarında, insanların mantolarına ve pardüsülerine sıkı sıkıya sarılmış bir biçimde yanlarından geçtiklerini gördü. İkindi vaktiydi ve öğle yemeğini çoktan yediklerinden, tümü şık ve küçük minibarlarla çevrili restoranlar pek ilgisini çekmiyordu. Mall, National Gallery müzesi ve Thames Nehri kıyıları gibi turistik mekanlar kısa bir yürüme mesafesinde kalıyordu. Theatreland'e yürüyerek beş dakikada gidilebilecek mesafedeydi; ayrıca Westminster Borough, alışveriş, parklar ve tarih ile ilgilenen gezginler için harika bir durak noktasıymış gibi görünüyordu. Lewis yine olduğu gibi Londra'dan uzak ve daima kendi hayallerinin ve iç dünyasının bir oyuncağıymış gibi boş ve canı sıkkın bakıyordu şehrin meydanına. Adamakıllı bir şey getiremiyordu aklına bu beton dolu şehre bakarken. Meydanın tam ortasından iki polis geçiyordu ve çeşitli sosyal aktiviteler için bir araya gelmiş bazı bireyler, önceden rezervasyon yapmış oldukları sıcacık koltuklarına erkenden oturabilmek için tıkış tıkış duran süslü binaların kapısından içeriye akın ediyorlardı. Kulaklarına da pek uzak olmadığını düşündüğü bir şarkı mırıldanıyor gibiydi; ulaşamayacağının peşinden koşan, kendine acıyan, ruhsal iniş çıkışlarını yapıtlarına yansıtan, bir türlü sözünü bitiremeyen, yapısal çerçevelerle düşüncelerini sınırlamaktan kaçınan, iç dünyasının karmaşasını sanatına yansıttıkça tekniği de karmaşıklaşan bestecilerin döneminin en berbat notalarını duyuyordu belki de. Ama, pek dikkat etmedi. Abraham'ın elini beni takip et dercesine kendisini işaret ettiğini görünce, arkasından onu takip etti. Amba'nın yaklaşık elli metre yakınlarına gelince durdular. Abraham cebinden bir köstekli çıkardı ve saatine göz attı. Bu sırada başını çevirip Lewis'e baktı ve "Şimdi burada olurlar," dedi. "Gelin, dikkat çekmeyelim." Yaklaşık yirmi metre kadar yürüdükten sonra Abraham'ın beyninde neyin planını kurduğunu anladı. Hemen önlerinde, kaldırımın sol tarafına doğru iyice yaslanmış küçük bir müzik grubu, kulağa hoş gelen, naif ve güzel sözlerle biledikleri muhteşem romantizm eserlerinden birini çalıyorlardı. Solistin arkasında enstrüman çalan bir kadın vardı; çuha kumaşından yapılmış güzel bir elbise giymiş, başının gerisine küçük bir topuz yapmıştı ve diğer sokak sanatçılarından ayrılan çok farklı bir cazibesi vardı. Elinde tuttuğu İtalyan usulü kemanını yanındaki erkek solistin sesine en uyumlu olabilecek şekilde çalıyordu. Erkek solistte bazı bazı hülya dolu gözlerle kadına bakıyor, önünden geçen insanları etkileyebilecek bir tonla, iniş çıkışlı sesini kaymak misali insanlara nüks ediyordu. Abraham da buraya çekiştirmişti şimdi onu. Birkaç dakika durup öylece çalınan şarkıyı dinlediler. Az sonra ne olmuştu bilemiyordu ama bu küçük çalgı çengi grubunun etrafında bir düzüne insan beliriverdi. Abraham bunu görünce o yamru yumru gözlerle kadını izleyen adamlardan birine yanaştı ve Fransızca, "Ils seront là maintenant. Allez au travail." dedi. Lewis bunu duyunca, gözlerini ta Amba'nın olduğu yere odakladı. Birkaç saniye içinde oraya bir arabanın yanaşacağını öngörmüştü. Öyle de oldu; yolun hemen karşısından cilalı, süslü, büyükçe bir araba beliriverdi. Atları oldukça asildi ve dosdoğru Amba otelin önüne doğru park etmeye gidiyordu. "Bu o araba olsa gerek," dedi Lewis, fısıldar gibi. "Winono olmalı bu." Abraham çatık kaşlı, gaddar bir patron edasıyla kış kış eder gibi yanındaki adama ellerini salladı. Ve müzisyen grubunun önünde duran onca insan, Amba'nın önüne cenk edermiş gibi hücum etti. Bu sırada atlı durdu, arabanın kapıları uşak tarafından açıldı. Önce tokalı, topuklu ve kemerli simsiyah bir ayakkabı görüldü. Sonra arabadan oldukça çekici, seksi bir kadın iniverdi. Başında kırmızı kurdeleli şık bir hasır şapka vardı. Boğazına siyahtan bir eşarp bağlamış, üzerine mantosunu giymişti. Yüzü oldukça gergin, kırmızı ruju bir hayli belirgindi. Yağmur hafiften çiselemeye başladığından centilmen uşak ona bir şemsiye açmıştı. Ama, uşağın bu nazik hareketi alabora olmuştu, zira oraya doğru çoktan ulaşmış olan bahşişçiler kadını sıkıştırmaya başlamıştı. Kimisi, "Yükünüzü taşıyayım, leydim," diyordu, kimisi de başını olağanca kaldırarak, "Durun, efendim, ayakkabılarınız kirlenmiş," deyip kadına olabildiğince yakınlaşmaya çalışıyordu. Lewis bunu görünce gözleri Kirk denilen yetimi aradı. Didik didik aradıktan sonra grubun içinde değil de ta Amba otelin kapısının önünde on sekizlerinde bir gencin dikeldiğini fark etti. Bu oydu! Lewis onun kendine özgü bir minvalinin olduğunu varsayıyordu. Genç hanımefendiye döndü tekrar. Çantasını, mantosunu ve kendine özel eşyalarını muhafazakar bir insanın yapabileceği en iyi şekilde savunduğunu gördü. Sonra birden kadının sinir katsayısının inanılmaz bir biçimde arttığını fark etti ama bu sakin ve cana yakın görünüşünün altında bir sinsilik olduğunu da sezdi. Bu sırada hanımefendinin uşağı bahşişçilerden kurtulmak için ellerini açarak kadına kendini siper etti ve guruba hatırı sayılır bir engel koydu. Daha fazla tutamayacağını anlayınca da arabadaki şoföre seslendi: "Hey sen, ne duruyorsun yardım et!" Şoför alelacele arabadan indi ve uşağa yardım etti, atlar da huysuzlanmaya başlamıştı artık. Lewis olayların iyice ısındığını görünce olduğu yerden biraz daha yakına, bahşişçilerin yanına kadar yürümek istedi ama Abraham kolundan tutarak onu durduruverdi. "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. "İşleri berbat etme niyetinde misiniz?" Lewis kolunu kurtardı ve bir şey demeyerek grubun yanına sokuldu. Hanımefendi, şoför ve uşağın yardımıyla Amba'nın gösterişli kapısına kadar zorda olsa yürüyebilmişti. Şimdi daha net görüyordu onu tabii! Kirk'i fark etti hanımefendi, genç delikanlı da onu gördü. Sonra Kirk birden eğilerek başını göğüs kafesine doğru iyice eğdi ve "Leydim, bu işe yaramazlar böyledir," dedi. "Kabadırlar ve serttirler. Size onlar adına özürlerimi sunarım!" Genç hanımefendi, dudaklarına yayılan sıcak bir tebessümle çocuğa baktı ve şöyle söyledi: "Kendini burada, bu vahşi adamların yanında hırpalama, delikanlı. Senin için güzel bir gelecek görüyorum ben. O yüzden bir ustalık edinmeye bak ve kendini kurtar." Hanımefendi birden çantasına uzandı ve beyaz tertemiz bir mendil çıkardı. O mendili önünde dikilen genç delikanlı Kirk'in alnına, yanaklarına ve çenesine nazikçe sürttü. Genç delikanlının yüzüne çiseleyen yağmur damlaları yok olup gidince, Kirk birden gülümsedi ve hanımefendinin Amba'nın kapısından sihirli bir periymiş gibi gidişini izledi. Hanımefendi tam içerdeyken sağ elinin işaret ve orta parmağı açık, öbür parmakları kapalı şekilde aşağı doğru hareket ettirdi ve selam verdi. Akabinde delikanlı bahşişçilerin arasına doğru koştu. Lewis için bu görüntü kendisine pek dramatik veya sevgi dolu gelmemişti. O daha çok, bu tatlı diyaloğun içinde solungaçları olmadan yüzmeye çalışan, balıklara benzettiği ipuçlarını bulmaya çalışıyordu; bulmuştu da. Yavaş adımlarla geriye, çalgı çenginin olduğu yere gitti. Abraham'ı görünce gülümseyen bir ifadeyle yüzüne baktı ve aklında uçuşan düşünceleri ortaya dökmeye başladı.

"Kirk ve Winono arasında bizim anlayamadığımız bir işaret dili konuşuluyor galiba," dedi Lewis, müzisyenlere bakarken. "Şimdi gayet iyi anlıyorum."

"Nasıl yani?" diye sordu Abraham. "Her şeyi buradan gördüm, anormal olan tek şey bizimkilerin beceriksizlikleri idi."

"Elbette, bu doğru."

"O halde, sizin görüp de benim göremediğim şey ne, bay Warren?"

"İlk olarak şunu belirteyim," dedi Lewis. "Hanımefendinin üzerinde gizli bir belge, kendini özgü bir yazı veya not yok."

"Nasıl yani? Bunu nereden bilebilirsiniz ki?"

"Öncelikle genç delikanlı Kirk'e verilen mendili bana getirmesini söyle."

Abraham bahşişçileri dağıtıp, sadece Kirk denilen yetimle müzisyenlerin önüne geldi. Yüzünde çocuğa karşı bir öfke ifadesi olsa da Lewis'in aklında yaratmış olduğu soru işaretleri, tüm hezimet dolu duygularını bir köşeye kaldırmış gibiydi.

"Evet, delikanlı sonunda seni görebildim." dedi Lewis göz teması kurmayarak. Delikanlı tam aralarında duruyordu, diğer tarafta da Abraham dikeliyordu.

"Efendim, söylediğinizi yaptım ama belgelerin nerede olduğunu anlayamadım. Bu yüzden yanlış bir hareket yapmaktan korktum." dedi Kirk.

"Önemli değil, delikanlı," dedi Lewis. "Sana verilen mendil, onu alabilir miyim lütfen?"

Kirk'in kalbinde değerli bir izlenim gören mendil elinden zorlukla çıktı.

"İşte," dedi mendili uzatırken. "Ne yapacaksınız onunla?"

"Ufak bir deney."

Abraham birden, "Mendili aldınız," dedi. "Peki şimdi açıklayacaksınız değil mi?"

"Tabii, ama biraz beklemek göz çıkarmaz."

Lewis mendili açıp altını üstüne getirdi. Sonra birden mendili burnuna götürdü ve iyice kokladı. Abraham ve Kirk de şaşkın gözlerle onu izliyorlardı.

"Pekala, şimdi soru sorma sırası bende," dedi, cafcaflı bir şekilde. "Delikanlı söyle bakalım, hanımefendinin kokusu nasıldı?"

Kirk'in yüzü birden kızardı. Sonra Abraham dürtükleyince, birkaç kelimeyi yuttu ve konuşmaya başladı.

"Kiraz çiçeği gibi kokuyordu."

Lewis mendili tekrar kokladı. "Kiraz çiçeği, çok doğru," dedi. "Ama, mendil de sadece kiraz çiçeği kokusu yok. Ayrıca bir de gül kokusu sinmiş üzerine."

"Gül kokusu mu?" diye şaşkınlığını dile getirdi Abraham. "Daha önceki kağıdın üzerinde de bu koku vardı."

"Çok doğru!" dedi Lewis. "Ayrıca kağıttaki kokuda tazeydi. Şimdikiler de tıpkı öyle. Gül ve kiraz çiçeğinin kokusu gayet net bir şekilde ayırt edilebiliyor."

"Ne yani, iki parfüm birden mi kullanıyor?"

"Hayır tabii ki," dedi Lewis, soğukça. "Bu yeni bir akımın örneğinden çok, hatayla birbirine karışmış bir mendilin kalıntısı diyebiliriz, Abraham."

"Yani bir başka kadın."

"Aslında onun ikiz kardeşi desek daha iyi olur," dedi ekleyerek. "Söyle bakalım delikanlı, Leydinin bu halini mi daha çok seviyorsun yoksa agresif olan diğer ikiz kardeşini mi?"

Kirk'in yüzündeki şaşkın kalma nöbeti yerini korku dolu yüz ifadesine bıraktı. Abraham da bu nöbete eşlik ediyormuş gibi bakıyordu.

"Si- siz de kim oluyorsunuz?" dedi birden Kirk. "Leydimin bir kardeşi mi varmış? Ne saçmalık ama!"

"Yok muymuş?" dedi Lewis, tebessüm ederek. "Tabii olmaz, ah aptal kafam!" Birden delikanlıya doğru elinin işaret ve orta parmağı açık, öbür parmakları kapalı olacak şekilde aşağı doğru hareket ettirdi. "Söylesene delikanlı; bu işaret sana bir şeyler çağrıştırıyor mu?"

"N-ne demek oluyor bu?"

"İşaret dilindeki gramer de geçen, ikiz anlamını taşıyan bir eylem demek oluyor," dedi Lewis. "Artık lafı dolandırmayacaksın değil mi, delikanlı?

Abaraham birden delikanlının omuzunu tuttu ve iyice sıktı. Lewis bunu görünce bırakmasını söyleyen gözlerle ona baktı; Abraham da isteksizce bıraktı.

"Ş-şey bu doğru," dedi başını eğerek Kirk. "Bana bir mesajdı bu aslında. Ö-özür dilerim efendim, sizden sakladım ama işaret dilini de biliyorum. Eskiden işitme engelli bir kardeşim vardı. Onunla iletişim kurmak için yurdumuzdaki kütüphaneden bir gramer kitabı araklamıştım. Sayesinde işaret dilini öğrendim ama kardeşim o zamanlar kötü hastalıkların pençesine düştü."

"Tifüs hastalığı demek," dedi Lewis. "Devam et."

"Kardeşime yeterli besini ve eczayı sağlayamadıkları için öldü. Sonra ben de o yurttan ayrıldım ve dışarıda pis işlerle uğraşmaya başladım. Kim çok para verirse onun için çalışıyordum. İşte, yine bir gün o pis işlerden birini aldığım gün, leydimle tanıştım. Kalkışmış olduğum hırsızlıktan alıkoydu beni ve benimle düzgünce konuşup öğütler verdi. Polise vermedi beni. Yine de başımın dertte olduğunu söylediğimde, eli boş göndermemek için bana bir kağıt verdi, öyle yolladı beni. İkiz kardeşi olduğunu sonradan, bahçelerine çıkınca öğrendim. Hayalet görmüş gibi bir üst kattaki siluetine bir de bahçede çiçekleri tekmeleyen o kadına bakıyorum da... Benim leydim kardeşine göre daha şefkatli göründü gözüme, efendim."

"Şimdi, daha iyi anlıyorum," dedi Abraham, çocuğa kötü kötü bakarak. "Demek seni kendi yanına çekebilmek için o sahte cazibesini ve gizli yüzünü gösterdi."

"Artık olaylar anlaşıldığına göre, hedefimizin malikanesi olduğunu anlamak güç değil," dedi Lewis. "Merak etme, Abraham. Bu tür küçük zeka oyunlarını satranca benzetirim. İnsanların hangi hamleyi nereye süreceğini, nasıl düşüneceğini, neyi planladıklarını gayet iyi anlarım. Bu akşam o malikaneye bizzat ben gideceğim. Bana adresini ver."

"Sadece siz mi?"

"Evet, sen delikanlıyı bugünlük leydisine haber iletmemesi için bir otelde misafir et. Onun bir suçu yok. Zarar vermeyi de düşünme."

Abraham elini delikanlıdan çekti. Delikanlı da aynı zamanlamayla Lewis'in koluna sarıldı.

"Leydime zarar vermeyeceksiniz değil mi?"

"Elbette vermeyeceğiz, delikanlı," dedi Lewis, ifadesizce çocuğa bakarak. "Bizim işimiz asla tatlı leydilerle değil. Onu kalbinde istediğin kadar yüceltebilir, tapabilirsin."

"T- teşekkürler, efendim."

Lewis, Abraham'dan Winono'ların adresini aldı. Ve çok sevgili dostlarını almak üzere o akşam yola koyuldu. Hamle sırası artık ondaydı.


Continue Reading

You'll Also Like

136K 22K 47
TÖRE & ADALET SERİSİ 2. KİTAP♟️👠🎓
80.5K 4.8K 15
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]
1.2M 21.8K 20
Oysa ne çok hayal kurmuştum. Yeni bir hayatım olacak bu şehirden bu aileden uzak ve yalnız. Şimdi yine bu şehirde ait hissetmediğim o aileden birinin...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

990K 69.2K 6
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...