NEFES

By tukenmisyazar

57.3K 3.6K 828

Toprağın hayat, yaşamın ölüm koktuğunun farkında mısın, küçük çocuk? More

Önsöz
0. Başlangıç ♣
1. Benim Hikayem ♣
2. Cehennem Sıcaklığı ♣
3. Yardım ♣
4. Dengesiz ♣
5. Ufuk Çizgisi ♣
6. Aşılamayan Aptallık ♣
7. İyiliklerin Sebebi ♣
8. Emanet ♣
9. Alakasız İnsanlar ♣
10. Meydan ♣
11. Kıyamet ♣
12. Gülümseme ♣
13. Kanser ♣
14. Sessizlik ♣
15. İyi Biri ♣
16. Mavi ♣
17. Ruhsuz ♣
18. Çökük ♣
19. Güzel Vedalar ♣
20. Merhamet ♣
21. Tutku ♣
♣♣♣

FİNAL

1.7K 106 51
By tukenmisyazar

*Tek ricam; italik (eğik) yazılı kısımlarda Sezen Aksu - Gidiyorum şarkısını açmanız. Nefes'in finaline ve emeğine karşılık, bu ruhta okumanızı rica ediyorum. Erteleyebilirsiniz ama onunla okuyun, teşekkürler.

***

Düğüm olmuş ruhumun acıları, siyah bir mürekkebin var olan tüm can alıcılığıyla eriyip avuçlarımı öpene dek, küçücük bedenlerin içinde her zaman, kötülüğün ayak izini taşımayan, beyazdaki saflığın büyüsüne kapılmış ruhlar barınır sanırdım. Fakat ruhumdaki acıların en koyu rengi ellerimi kömür karasına buladığında, bazen o küçük sanılan, oysaki kökleri yıllanmaktan çürümüş bir ağaç kadar yaşlı bedenlerin içine de acıların, hayal kırıklıklarının sıçradığına bizzat kendi hislerimin acı yankısıyla tanık olmuştum. Şahitliğini yaptığım ilahi his; en kudretli ruhların, yalnızca bu körpe bedenlerin çatısı altında, cılız bir mum ışığının gölgesinde birikip olgunlaşabildiğini fısıldıyordu. Benim minik bedenimin satırlarına da, acı mürekkebine bandırılan bir kalemden çıkmış kutsal harfler kazınmıştı ve harflerin her birinden kan akıyordu, ruhumun kesikleri satır sonuna sığmayan cümlelerden ibaretti. Harfleri fazla gelip yarım kalan her kelime, usul usul gitmeyi kendine yediremeyip, benliğini kaybetmek pahasına ardında bir iz bırakmak için olduğu yeri kanatmıştı, şimdi yarım kalanların kanatıp yara bere içinde bıraktığı bir ruhun sahibiydim. Her kelimenin, her heyecanın, her tadın ucu açık kalmış, yarasına tuz basılmış bir hasta gibi dokundukça sızlar olmuştu.

Gözlerim, mazinin yaşanmışlıklarla yıllanmış solukluğunu ipe dizdiğinde, boğazımın gerisinde koca bir düğüm hissettim.

O gün... Miladım olup şu anki renkli yaşamıma can katmış o gün, hatıralarımın arasında hala taze bir ruha sahipti. En ufak zerresine dek önüme canlanan geçmişim, bir an hıçkırıklarla ağlamama sebep olacak kadar acının kucağında büyümüş bir kız çocuğunun, bir gecede ölüme gebe kalışından ibaretti.

♣♣♣

"Ölümden sonraki hayata inanıyor musun, Deniz?" diye sordum iç geçirerek. Yatağımın içine hüzünle harmanlanmış bir sessizlikle kıvrılmıştım, kıvamı koyulaşmış yorgunluk ve uyku üzerime karanlık bir gecenin uğursuzluğu gibi çökmüştü. Başımın içinde ıssız bir yer ve sessizliği besleyen ninniler yeşeriyordu ama gözlerimi kapattığımda, zemin ayaklarımın altından kayıyor, boşluğa düşüyordum çünkü hislerimi baltalayıp gözlerimi açık tutan şey, Deniz'in göğsüme yaslanmış başıydı.

Uzun bedenini yanıma bir şekilde sığdırıp benim fikrimi sormaya tenezzül etmeden başını göğsüme koymuştu, karanlığı solumuş saçları yine dağınıktı hatta bir tutam siyahlık çenemin altına değip tenimi gıdıklıyordu. Gözlerinin altına mor halkalar yuva yapmış, yanakları içine göçmüştü, ruhu zedelenmiş bir adamın izlerini taşıyordu. Pek konuşmamıştık, bu yüzden uyuduğunu düşünmüştüm ama sorumla birlikte kıpırdanıp huysuzca homurdandığını duydum.

"Sonraki yaşam, üzerinde düşündüğüm şeylerden biri değil." dedi boğukça, sesi çatallaştığı için harfleri kesintili çıkmıştı. "Bu hayatı bitirdik de, diğeri mi kaldı?"

"Bir gün bitecek nasıl olsa, düşünmek gerek." dedim gülümseyerek. "Seni neyin beklediğini merak etmiyor musun? Ya da bir yaratıcının varlığı, hiç mi geçmiyor aklından?"

Bir elini göbeğimin üzerine koyduğunda, kumaşların varlığının duygulara zırh olamayacağını en öldürücü dozda hissettim. Parmaklarından zehir tadında, gül kokulu duygular dökülüyor gibiydi. "Eğer bir yaratıcı varsa," İşaret parmağını hareket ettirdi. "En başta, şuan aklımdan geçirdiğim her şey için beni günahkâr sayıp diri diri yakmalı."

Damarlarımı hırpalayarak süzülen kanın ısısı artarken Deniz'in elini nazikçe uzaklaştırdım, böyle şeyler söyleyerek buz dağlarına dönüşmüş hislerimi okyanuslara çeviriyordu ve bunun bilince olarak, konuştuktan hemen sonra çarpıkça gülmüştü, üzerimdeki etkisinin farkındaydı ve bunu cephane olarak kullanmakta en ufak tereddüdü yoktu.

"Bugün kuralları her zamankinden daha fazla aşıyorsun," diyerek ciddi bir ses tonu takınmaya çalıştığımda, yuttuğum gülme isteği içimi gıdıkladı. Dün Sedat Bey'den duyduklarımdan ve Deniz'in teninde hissettiklerimden sonra, ona karşı duyduğum duyguları saklamakta her zamankinden daha beceriksizdim, bütün hislerim büyük puntolarla yazılmış bir metinden çok daha açık ve netti.

Başını göğsümden kaldırırken, "Dün yaptığın şeyden sonra uyulacak kural bırakmadın," diye fısıldadı. Harflerine, derinlerinde gizlediği düşüncelerin yansımaları tutunmuştu, her bir sözcüğündeki vurgu ondan parçalar taşıyordu. "Doğrusunu istersen, sana cesur ol derken, bu kadarını alkımından ucundan bile geçirmemiştim."

Dudaklarının sıcaklığı nabız yoklar gibi tekrar aklımın sahillerine vurduğunda, gözlerimin önünde titreşen anıları yok etmek için başımı hızla sallayıp dizlerimi kendime doğru çektim, dolayısıyla Deniz geri çekilmek zorunda kalmıştı ama bu durumun, yüzündeki muzip ifadeyi bozguna uğrattığı söylenemezdi, hatta daha da sağlamlaştırmıştı. Benim utancım onun gücüne güç katıyor gibiydi.

"Bilinçli olarak yaptığım bir şey değildi, ya da planladığım. Oldu işte," dedim sıkıntıyla, anılar ısrarla gözlerimin önünde dizilip ısrarla can bulurken Deniz'in yanaklarıma dokunan nefesi her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Nefesinde daima olduğu gibi yerli kahvenin yumuşak kokusu vardı.

Karnıma çektiğim dizlerimden birini tutup bacaklarımı dümdüz hale getirdiğinde, bedenini havaya kaldırıp üzerimdeki yerini bulmuştu. Kaslarla çevrili kollarını iki yanımda sabitleyince ona dik dik baktım, böyle şeylerden, daha doğrusu böyle şeylere verdiğim çelişkili tepkilerden hoşlanmadığımı bilmesine rağmen, duyduğum utançtan beslenen, hastalıklı yanının gözü hiç olmadığı kadar dönmüştü. "Bilinçli ve planlı olduğu zaman nasıl hissettirdiğini bilmek ister misin?"

Evet.

"Hayır." dedim titrekçe, göğsümdeki derinin altında kemiklerimi parçalayacak derecede güçlü atan kalbimin sesi kulaklarımda çarpıyordu. Dudakları bir an çok az ötemdeydi, bir an uçurumun diğer ucundaydı; gözleri de bu tuzağa katılmış gibi günaha davet ediyordu.

"Peki ya, ben bilmek istiyorsam?" Ciğerlerime dolan kahve kokulu nefesin sahibi, istediğini almakta kararlı gözüküyordu. "Bu his uğruna asırlarca cehennemde yanmayı göze alıyorsam?

Dudakları, cehennemi arzulayan bir adamın tüm sıcaklığıyla dudaklarıma değdiğinde içimdeki duyguları olduğu yere sabitleyen gergin ipler sırayla kopmaya başlamıştı. Bir eliyle yataktan destek alarak diğer elini tişörtümün kenarına getirdi ve parmaklarının çıplak tenimi kavurduğunu hissettim. Sakin değildim, boğucu ve ağır hislerin her birinin etkisiyle bedenimde depremler meydana geliyordu, Deniz'in yüzüne tutunan ellerim dehşete kapılmış ruhuma eşlik ederek titriyordu. Deniz'in avucunun sırtıma değip oradaki tüm hücreleri yok ederek rotasına devam ederken dudaklarının arasında ruhumun eridiğine, varlığını kaybettiğine şahit oluyordum.

Elleriyle doğrulmama yardım ettikten sonra, tişörtümün eteklerinden tuttu ve bu işi uzun süredir yapan bir adamın rahatlığıyla üzerimden çıkardı, kelimelere dökülüp bu kirli eylemler satırların masumiyetini ziyan ettiğinde her şey içimdeki temizliğe gölge düşürüyordu. Yaptığımın yanlışlığını bütün gözler hiçbir çaba sarf etmeden netçe görebilirdi ama olayın içindeyken, duyguların direkt olarak temas ettiği kişi olunca mantık tozlu rafların arasına kaldırılıyordu. Yüzünün güzelliğinden veya hareketlerindeki ısrardan ötürü değildi bu teslim oluşum, hatalarımı yaparken bunu birine adamayı istiyordum.

Dudaklarını iyice bastırıp üzerimdeki hâkimiyetini kesinleştirirken, kendi tişörtünü de saniyeleri kurban ederek çıkarmıştı. Titreyen parmaklarımdaki boşluğu Deniz'in sıcak teni doldurduğunda, zihnimdeki bütün düşünceler girdaba kapılmış, savruluyordu. Doğruyla yanlışı birbirinden ayıran kavramlar bu akıntıya kapılmış, sonunun görülmediği bir noktaya sürükleniyordu.

Elleri belimi sardığında, bir anlığına bütün hücrelerim sağduyu konusunda patlak verdiğini fark etti. Şehvetin esiri olmuş iradem, büyük bir darbeyle kendine gelirken, arzuların ve mantığı sömüren dürtülerin içinde kendimi kaybettiğimin farkına varmıştım.

Teslimiyetimi Deniz'in ellerine tutuşturup kendime olan saygımı dibe vurduracak bir şeye kalkışmanın getirdiği suçluluk duygusuyla, "Dur," diye soludum. Göğsüm arzuya boyun eğmiş nefeslerimle şişiyordu. Kendimi geri çekerek kollarımla kendimi sarmayı denedim, çıplak değildim, sutyenim ve pantolonum üstümdeydi ama zihnime, bir çukura düşüp oradan tırnaklarını kanatarak kurtulmayı deneyen bir çocuğun korkusu sinmişti.

Ben Deniz'den kaçmaya çalışırken çelik kadar sert elleri buna izin vermeyerek kollarımdan yakaladı ve kendine çekti, alnım omzuna yaslanırken yorganı bedenime sarmıştı. Yorganın soğukluğu köze dönmüş tenime iyi gelirken ellerimin altında Deniz'in çıplak teni olduğu düşüncesi sönmeye yüz tutan ateşi tekrar alevlendiriyordu.

"Sorun yok," diye mırıldandı, sesi kısılmıştı ve biraz da soluk soluğaydı. Bunun sebebini düşününce üzerini kapattığım konular tekrar ortalığa saçıldı.

Gözlerimi sıkıca yumarken, "Bir şeye sorun demen için ne kadar ciddi olması gerekiyor?" dedim. Deniz'le yarı çıplak bir şekilde aynı yatağı paylaşıyorduk, bundan daha büyük bir sorun olabilir miydi? Benim için olamazdı.

Sessizce gülerken alnımı yasladığım omzu hareket etti. "Sadece ileri gidilebilecek en uç noktayı merak ettim, ölümden önce sana dokunma fikrini hayata geçirmeliydim."

"Ölümümü sen de kabul etmişsin." diyerek iç geçirdim, ben ölmeden önce bana dokunmak istediğini söylerken ses tonu kırılgandı.

Üzerimdeki yorganı çekip beni yatağa yatırırken, "Ben ölümü kabul ettim, ölümünü değil. Kişiselleştirip birinin ölümünü kabul etmiş sayılmam. Sadece artık ölümün ne olduğundan eminim." dedi ve üstümü tekrar örttü. O yatağın dışında, ayakta duruyordu ve direkt karşı karşıya kaldığım görüntü onun çıplak göğsüydü.

"Neymiş şu ölüm?" dedim gürültünün arasından. Kafamda binlerce konu masaya yatmıştı, her biri çığlık çığlığa bağırıyordu.

"Arınma." Gözleri uzaklarda bir noktaya bağlandı. "Ölmeden önce ne olursan ol, öldükten sonra hiçbirisin. Ölmek güzel, Ada. Ölmek, öldükten sonra ne olacağını bilen biri için en güzeli."

"Ne olacağını biliyor musun?"

"Ne olacağımı değil ama kimin olacağımı biliyorum." diyerek eğildi ve sıcacık dudaklarını alnıma bastırdı. "Sonra görüşürüz, doğum günü hediyemi almak ve seninkini vermek için akşam burada olacağım."

"Bana hediye mi aldın? Benim doğum günüme daha çok var." dedim uyku kokan bir ses tonuyla. Zihnimin iplerinden aşağı ilahi ninniler sarkıyordu.

"Sorun yok, bu akşam yeniden doğacaksın."

Çarpıkça güldü, hüzünlü hüzünlü baktı ve gitti. Onda sevdiğim ne varsa hepsini aynı kareye sığdırmıştı.

♣♣♣

Saatler kol kola girip, uzandığı gökyüzü zihnime ait olan bir uçurtmanın kuyruğuna takılmıştı. Sessizce süzülen uçurtmanın ipini ellerimle sıkıca kavramış, parmaklarım kanayana dek bırakmamaya inat etmiştim ama uyku bastırdığında, ince ip ellerimin arasından kayıp, zihnimin kovuklarına sığınmıştı. Kuyruğuna saatlerin, dakikaların yapıştığı uçurtma girdiği çukurdan kurtulup tekrar zihnimin parlak gökyüzüne kavuştuğunda omuzlarıma kadar batıp içinde tutsak kaldığım uykudan uyanmak, her zamankinden daha zordu.

Gökyüzü uçurtmalara sarılıp sahici bir neşeyle kıvam bulmuşken, yeryüzünde yaşanan olaylar beni bir kâbusun eşiğine itmişti. Rüyalarıma konuk olan görüntüler penceredeki yansımamın üzerine örtülürken, yüreğime korku tohumları dikilmeye başladı. Zihnimin içine gizliden sızan bir duman gibi, kötü düşüncelerin birikimi olarak kendimi bir morgun dolapları arasında görmüştüm, kireç tutmuş tenimi, morarıp ölümümü tescillemiş dudaklarımı hatırladıkça kafama sert darbeler iniyordu. Ölümümü yedi saniyelik bir rüyanın içine sokup bilinçaltıma o tozlu düşünceleri kendi ellerimle serpmiştim, her bir toz tanesi gözüme batarken acıyla inledim; insanlar öldüğünü gördüğünde bundan daha az etkilenebilirdi ama benim elimde kaskatı bir neden asılıydı, kanserin hükmü altındaydım, ölüm içeriye girmek için pencereme vuruyordu.

Odanın içinde gezinirken, bedenim hala uykunun kokuşmuş kalıntılarıyla kaplıydı, henüz göremediğim rüyalar tenimin üzerine konmuştu ve hareket ettikçe dökülüyordu, yürürken ayaklarıma batan rüyalar parmaklarımı kesiyordu, dehşete kapılmıştım, neredeyse kafayı yemek üzereydim. İçim ölüm hissinin yaklaşıyor olduğu düşüncesiyle kavruluyordu,

Bileklerime dolanan rüyalarla, pencerenin önündeki koltuğa adım attım. Hava zifiri karanlıktı, gökyüzü siyahın güzelliğine dem vuracak kadar koyuydu fakat bu kin dolu renge rağmen, her karesine yıldızların dokunaklı güzelliği bulaşmıştı. Bahçenin betonuna saçılmış yapraklar hareket etmiyordu, sanki her şey acımasız bir sessizliğin koynuna girmiş gibiydi. Gecenin eşsizliğini, gün ışığını mağlup eden masumiyetini düşündüm; üzerine serpilmiş yıldızların güzelliğini paylaşan gecenin, yıldızları kendine saklayan bencil gündüze galip geldiği dakikaların üzerindeydik.

Bu saatlerin sonu, diğer günlerin ağırlığını sırtına yükleyen geceye bağlanıyordu, birkaç saniye sonra koca bir yılın yükü omuzlardan atılacak ve yeni bir defterin ilk sayfası, bambaşka kirli ruhları ağırlamak üzere açılacaktı. Yılbaşının en güzel yanı buydu; insanlar zamanında çocuksu bir heyecanla sayfalarına dokunduğu hayat defterlerini karalayıp, yeni bir tanesine sahip olduğunu düşünerek hayatlarına devam edecekti, eskisinden farklı olduklarına inanacaklardı. Oysaki ellerinden çıkan yazı da aynıydı, batırdıkları mürekkep de, kirlettikleri sayfalar da. Hayatın akışkanlığına uyan tek şey rakamlardı, geri kalan her şey yalnızca bir avuntuydu.

Saat gece yarısına vurmak üzereyken, bütün yıldızların alevi daha da şiddetlenip gecenin hâkimiyetini reddetti ve akreple yelkovanın dostluğu tam ortada mühürlendiğinde gökyüzüne havai fişekler yükseldi. Renkli ışıklar siyahın canını yakarken aklıma dolan zararsız düşüncelere gülümsedim, havai fişekler göğe kadar yükselip tanrıdan aldığı yeni yıla ait tüm uğuru ve iyi dilekleri, parlak toz tanelerine üfleyip gibi yeryüzüne saçıyor; insanlar bu zarif ışıkların onlara uğur getireceği düşüncesine kenetlenerek gözlerini ayırmıyordu.

Nefesim cama vurup buğu olurken, ellerimin arasında duran ince kâğıt olduğundan daha ağır hissettirdi. Havai fişeklerin yoğun gürültüsüne eşlik eden mutluluk çığlıklarının arasında, zihnimin iyi niyetlerine düşman taraf da susmuyordu; elimdeki Deniz'in hediyesine baktıkça, kalbimin etrafını saran buz tabakadan sular sızıyordu. Kâğıdın üzerindeki bir çift mavi gözü çevreleyen, her bir kırışıklığına dünyalar sığmış bir çehre vardı. Çehredeki dudaklar dümdüz, geçmişinin kırıklığını saklamak ister gibi sımsıkıydı, gözleri bencil, burnunun kavisi sıradandı. Saçları alnına dökülüp düştüğü yeri gölgeliyor, atındaki güzelliğe acı bir tat katıyordu, yanaklar içeri göçerek oyulmuştu. Bu güzel çehrenin kalemle kâğıda yansımış hali, sahibine hediye olarak verilebilecek en son şeydi belki de; Deniz bu muhteşemliğe zaten sahipti. Benim üzerinde saatlerce ter döktüğüm tek bir yüz çizgisinin birden fazlası onun yüzüne kondurulmuştu ama ben, yıllar sonra zaman çürüyüp tatsızlaştığında, ona âşık olduğum gün nasıl gözüktüğünü bilmesini istiyordum. Yıllar sonra, ben yeryüzünde nefes alıyor olmasam bile, bir zamanlar onun için ölü vaktinden parçalar koparıp bu çehreyi kâğıda aktaran kişiyi ansın istiyordum.

Ellerim endişeye bulanmış mutluluğun etkisiyle terlerken, gözlerimi bir kez daha sıkıca yumdum ve üzerimdeki siyah elbisenin varlığını bir kez daha unutmayı denedim. Böyle bir özenin gereksiz olduğu düşüncesi pençelerini etime taktıkça, elbiseyi yırtıp atmak istiyordum ama güzel durduğuna o kadar ikna olmuştum ki, o pençeler etimden et koparsa bile kararlıydım. Omuzlarımı iki kalın askıyla sarıp göğüslerimi hafifçe açıkta bırakan, dizlerimin biraz üstündeki elbiseye aynada bir kez daha baktıktan sonra kapıyı ürkekçe araladım ve koridora çıktım.

Yılbaşı kutlamaları için birçok hastanın masrafı üstlenilmiş ve hastalar isteklerine göre taburcu edilmişti, hastanede neredeyse kimse yoktu. Koridorlar Deniz ve benim haricimde yabancı bir soluk duyulmayacak kadar ıssızdı, bu yüzden elbise konusundaki tereddütlerim biraz daha azalmıştı, aynı zamanda kel oluşum da her zamanki kadar rahatsız etmeyecekti.

Deniz'in ikinci katın en sonundaki odasına giderken parmaklarımın titrediğini rulo haline getirdiğim kâğıdın sesinden anlayabiliyordum; parmaklarım titrekçe kâğıda çarpıp hışırtı dolu bir ses çıkmasına sebep oluyordu ve terleyen avuç içim çoktan kâğıdı nemlendirmeye başlamıştı.

Karanlık, rutubetli koridorun sonuna varana dek kâğıdın sesi bana eşlik etti ve en sonunda odasının kapısına vurup, düğüm olmuş hisleri kucaklayarak içeri girdim. Hayatımda ilk defa bu kadar heyecanlandığımı hissediyordum, daha önce birisine hediye vermemiştim ya da onun için gecelerimi gündüzlerime armağan edip uykusuz kalmamıştım, bir ilke daha Deniz'in öncülüğünde imza atıyordum.

İçeri girince gözlerim direkt onu aradı ama odası koridordan daha karanlık olduğu için onu seçebilmem zaman almıştı, perdeler yarıya kadar örtülmüş, tüm ışıklar kapatılmıştı. Odaya huzursuzluktan beslenen hastalıklı bir hava dağılmıştı.

"Deniz?" diye seslendiğimde, tek elini yukarı kaldırdı. Odası, hastanenin arkasındaki ormanlığa bakıyordu ve en güzel manzarayı çatısı altına almıştı. Manzarayı izlerken ahşap bir sandalyeye oturmuş, ay ışığının gölgesi altında duruyordu. Yukarı kalkan elinin yansıması cama vurdu.

"Işığı açma," diye fısıldadı, bir sırı ortaya döker gibi ses tonu düşüktü. "Bu geceyi ışıksız geçirelim."

Sözlerine karşılık kaşlarım çatılırken, "Neden?" diye mırıldandım. Anında acı dolu bir his yüreğimin üstüne saçılmıştı çünkü kelimelerini boyayan duygunun yoğunluğu çok fazlaydı, görmemek kör gözler için bile imkânsızdı ama buna bir sebep uyduramamıştım. Belki de doğum günü olduğu için böyleydi, bugüne önem veriyordu.

Sorumu askıda bırakarak, "Lütfen," dedi. Odayı saran kasvete ayak uydurarak ona doğru yürüdüm, yanına gittiğimde bile yüzünü bana dönmemişti, gözlerini bir saniye olsun odak noktasından ayırmıyordu.

"Deniz bir sorun mu var? İyi misin?" diye fısıldayarak yanına eğildiğimde, gözleri mavinin parlak bir tonuyla bana döndü. Yüzüne özenle işlenmiş acılar ay ışığının altında netçe seçiliyordu, Deniz baştan aşağı bir kitaptı ve yüzüne, hikâyesinin en dokunaklı satırları kazınmıştı. O öyle bir insandı ki, yüzüne bakıldığı ilk anda kirpiklerine vurmuş acılar ok gibi saplanıyordu.

"Çok güzel olmuşsun." diyerek gözlerini ağırdan alan bir tavırla üzerimde dolaştırdı, sözleri kırık elmas parçaları gibiydi. "Bana yakışmayacak kadar güzel."

Dilime yuva kuran korkunun ekşi tadına bir yenisi eklenirken, kalbim gürültüyle göğüs kafesimi dövmeye başladı. Binlerce kez bu ifadenin kıyısından geçen bir hüzne tanık olmuştum ama bu acı, bu öfke yeniydi; yüzünün her karışına sinen bu üzüntü zinciri ilkti.

"Doğum günlerini sever misin? Aslında insanların çocukça diyerek sansürlediği çok özel bir yıldönümü." dedi içerleyerek. "Ve buna katılmayan kesimin de pasta yiyerek kutladığı aptal bir yıldönümü. Ne kadar tezat, ne kadar da saçma bir gün."

Gözleri tekrar pencereye döndü, bense yanında eğilmiş onu dinliyordum ve bu hoşuma gidiyordu. "Doğum günlerini sevmiyorsun yani?"

"Hayır, aksine, bayılırım. Benim için bir lanetleme günüdür, varoluşumu protesto etmek için sebep bulduğum sayılı günlerden biri."

"Böyle düşünme," diyerek gülümsedim. "Sen birinin sahip olabileceği en güzel şeysin."

Pencereden ufka bakarken rutin olarak yaptığı sandalyeye parmaklarını sırayla vurma hareketi aniden durdu, nefes alıp verişine yansıyan bir sessizliğe büründüğünde düşüncelerinin onu kemiriyor olduğunu ele vermişti. Yüzünü acı çeken biri gibi buruşturdu, gözleri suluydu.

"Neler oluyor, Deniz? Korkutma beni." dedim endişe kusan bir sesle. Boğazımın acıdığını hissediyordum, o acı çekerken benim de canımı yakıyordu.

"Deniyorum ama mutlu olamıyorum, yalancı gülüşlerim nasıl da soluveriyor, görüyor musun?"

Deniz'in her zaman sıcak olduğu halde bu sefer buz kesilmiş ellerine dokunurken, gözlerime bakan gözleri titredi. "Acıyor, Ada." Gözlerine sular birikirken Deniz'in ağlayacak olduğu fikri zihnimde çınladı. "Canım o kadar acıyor ki, çok acıyor."

"Deniz..." diye inledim şaşkınlıkla, bana bakan gözlerinden oluk oluk acılar taşarken o yaraya bastıracak bir şey bulamadım, hiçbir güç o acının önünü kesemezdi.

"Ben güçlü olamıyorum." Ve damlalar gözlerinden çığ gibi düşmeye başladı. "Kaybolmuş ruhumu bulamıyorum,"

Bağırışı kulaklarımda yankılandı.

İrileşen gözlerimle, "Lütfen, sakin ol. Bağırma!" diye yalvardım, gözlerinin altı kızarmaya başlamıştı.

"Durdur şunu, Ada. İçimde yanan acıyı, nefreti durdur. Bir şey yap!"

Deniz'in ellerimin içinde titreyen elleri, yanaklarına düşen gözyaşları, yüzünün satır çizgilerine batmış acılar boğazımı delerken dilimin ucuna kelimeler gelmedi, konuşamadım. Onu avutacak, yalan söyleyecek kadar bencil olamadım. Şaşkınlık dudaklarımı birbirine dikmişti.

"Ağlama," dedim dudaklarımı kesen bir inlemeyle. "Yalvarırım, ağlama."

"Kötü adam değilim ben, yemin ederim, değilim." Gözyaşları hızla yanaklarına inerken iki elimi birden tuttu. "Benim canım yandı, yaralandım, kabuk bağladı sandım ama şimdi kendi ellerimle diktiğim her yara açılıyor, Ada."

"Ağlama, lütfen, ağlama." Ellerini sıkmayı denedim, nefes alamıyordum. "Atlatırız, buluruz bir çare. Unuturuz, koşarız, kaçarız. Bir şey yaparız."

"Unutmak mı? Unutmaya çalışmaktan deli oldum ben!" diyerek bağırdığında, korkudan gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Yoruldum, koşmaktan çok yoruldum."

O kadar yüreğinden kopup gelmişti ki bu acı dolu ses, zihnimde ayakta kalan ne varsa çökmüştü. Kalbimin etrafındaki buz erimeyip, parçalanarak içimi deşmişti. Tutunduğum bütün dallar kırılıp ellerime batmıştı.

"Ne yaşadın sen bu kadar?" diye fısıldadım. "Hangi canavar kıydı sana?"

Sandalyesinden kalkarak, o da benim gibi dizlerinin üstüne eğildi. Hıçkırık sesleri karanlık odanın içine dolarken, karşımda dizleri bükülerek oturmuş, başı eğik, omuzları sarsılarak ağlayan bir çocuk vardı. Ağlayışı bile güzeldi, kelimeleri gül kokulu adamın gözyaşları acı kokuyordu. Hüzünlü bakışlarının ardında dünyası yıkılıyordu.

Pencerenin kenarındaki mermerde duran ruloya uzandı ve kâğıdı nazikçe açtı, gözyaşlarının arasından resmi incelerken gülümseyeceğini sandım ama daha çok ağlamaya başladı. "Çok güzel."

"Yeter, ağlama, sus." dedim gözyaşlarımı tutamayarak, ciğerlerim yerinden sökülüyor gibiydi. "Kapa çeneni artık!"

"Kızma bana," Harflerine sürülmüş bu hissi biliyordum, saatlerdir tanıdık gelen tek şey belki de buydu, sesinde kan vardı. "Sen beni bu dünyada yalnız bıraktığında ben de sana kızmayacağım."

"Deniz, yalvarırım bitir artık şunu." diyerek derin bir nefes almayı denedim, başım dönüyordu, çıldıracak gibiydim. Yine o ağır his tepemdeydi, her seferinde bu hissin devamında soluğu yoğun bakımda alıyordum ve ramak kaldığını hissediyordum.

Uzun süre sessizce ağladı, karşımda öyle iki büklüm durarak kelimelerine zincir vurdu, hayallerini, umutlarını, ruhuna dair ne varsa gözlerimin önünde hıçkırıklarıyla parçaladı ama bunları yaparken kılını bile kıpırdatmadı, yalnızca ağladı. Ağlamanın ne kadar kutsal bir şey olduğunu, akıttığı her bir su damlasının güzelliğini konuşmadan anlattı.

"Özür dilerim, kötü bir anıma denk geldin." dedi en sonunda, küçük bir çocuk gibi. Omuzlarını korkarak kaldırırken burnunu çekti. "Bundan kimseye bahsetme olur mu?"

"Asla." dedim derince nefes alarak. "Bu sonsuza kadar benimle kalacak bir sır."

Yüzündeki acı, perdelerin arkasına kaçınca yine o çelik kadar sağlam maskesini taktı. Ona şimdi bakan birinin az önceki krizden izler yakalaması imkânsızdı, yüzü dümdüz, gözleri canlı ve duruşu dikti. Normale döndüğünü görünce diken üstündeki ruhum rahatladı, etrafımı saran yırtıcı düşünceler etimi koparmak ister gibi dört dönüyordu.

Bu onu ilk defa kriz geçirirken görüşüm değildi, hatta onunla tanıştığımızda hemen ayaklarımın dibinde parçalanan desenli vazoyu, bağırışlarını, sinirli hareketlerini hatırlıyordum; anılar körpeydi ama karşımda gün geçtikçe yaşlanan Deniz, hiçbir eski anıyla bütünlük sağlamıyordu, her geçen gün değişip eski kimliğini yok ediyordu. Bugün de bir parçasını daha katletmişti, yanaklarını ıslatan her bir yaş tanesi ruhundan akan kanlardı, eksik olan tek şey kırmızı rengin keskin ölüm ilanıydı. Deniz ağlamıştı ve o ağladığında zihnimdeki bütün güller solmuş, topraklar kuruyup dikenlerle kaplamıştı.

Bana doğru yavaşça uzandı ve kollarıyla sımsıkı sardı, gömleğinden erkeksi bir koku yayılıyordu. "Bu geceni bana ayır ve benimle uyu, bu zavallı adamın tek istediği şey bu."

Onu reddetmek için açılan dudaklarım, "Tamam." sözcüğüyle kapandı, onu reddetmeyi aklımdan geçirmiştim çünkü o kadar kötü hissediyordum ki, ilahi bir his bahşedilmiş gibi saatlerin geriye doğru saydığından emindim. Yeni günün doğumunda, bir şeyler olacağını, ölmesem bile müdahale edilmesi gerekecek kadar ciddi bir nöbet geçireceğimi biliyordum ama ölüme deniz'in kollarında teslim olmak, en güzel meydan okuyuş şekliydi.

Yatağının üstündeki örtüyü kaldırdı ve itaat ederek sessizce kıvrıldım, elbisenin etekleri dizlerimi kapatmıyordu ama gecenin karanlığına boyun eğmiş bu odada önemi de yoktu; Deniz'in en son ilgileneceği şeyin o olduğunu sanıyordum çünkü çok dalgındı, litrelerce alkole maruz kalmış gibi hareketleri savsaktı.

Deniz de yatağın içine girerken tüm düşünceleri bir kutuya tıkadım, doğru veya yanlışı ayırt etmek için hatasız bir zamanı kolluyordum ve şuan Deniz'le uyumam da bir sakınca olsa bile, düşünecek kıvamda değildim. Tek istediğim bu geceyi ve yarını atlatmaktı, kalbimin çarpma hızını dinleyerek ölümle yaşam arasında diken üstünde bir gece geçirmemek için tek şansım Deniz ve onun dikkat dağıtıcılığıydı.

Deniz belimden kavrayarak sırtımı göğsüne yasladı ve başını boynumdaki girintiye yerleştirdi, kokusu burnuma çarparken ciğerlerimin küçük düşürücü bir şekilde iştahı artmıştı.

"Biraz daha iyi misin?"

Özgüven dolu bir ses tonuyla, "Şuan yeryüzünde bulunabilecek en güzel noktadayım." dedi, az önceki halinden eser olmayışı şaşkınlığımı artırıyordu, çoktan zırhını giymişti.

"Neden bu kadar mutsuzsun, Deniz?" Belimi saran ellerinin tutuşu sertleşince, konuşması için bahaneler aradım. " Ölmeden önce bilmek istediğim şey yalnızca bu."

Ensemi kavuran nefeslerinin arasından, "Bazen yalnızca mutsuzsundur, bir sebebi olmaz." diye mırıldandı, uyumak üzereydi. "Ruhun dağılmıştır ve sen onu neyin toplayacağını bilmezsin, kendinin ruhunun katili olursun."

"Ruhunun katili olmak," diyerek düşüncelere daldım. "Bir bedeni yok etmekten çok daha kötü gözüküyor."

Fısıldayarak, "Çok, çok daha kötüsü, Ada." dedi.

Sonrasında hiç konuşmadık, zaten kelimelerin artık anlamlarını omuzlayacak gücü kalmamıştı, uykunun sert namlusu şakağıma yaslanana dek düşünüp durdum.

***

Zihnimin duvarları yıpranmış, pörsümüş anıların bekçiliğinde artık güçsüz düşmüştü; yaşadıklarımın birikimiyle tüm duvarlar dolmuş, tek bir çivi çakacak yer kalmamıştı fakat buna rağmen, hayatımda gördüğüm son rüya o kalabalığın arasında kendine bir yer açarak zihnimi kaplamayı başarmıştı.

Şeytanın kulağını çınlatan rüyamda, nerede bittiği belli olmayan beyaz bir odadaydım, havada uğuldayan rüzgarın sesi duyuluyordu ama gözümün alabildiği hiçbir noktada pencere yoktu, her yer duvardı. Beton yığının kucağında yalnızca ben vardım, benim de ellerime acının rengi bulaşmıştı. Avuç içlerimden dirseklerime kadar tüm kolum kanla sıvanmış, parmaklarımın arasındaki boşluğa kelimeler birikmiş, tırnaklarımın dibine bir ruhun son sözleri kazınmıştı.

Ellerimi dehşete kapılarak kaldırıp akan kanlara bakarken, ölümün kırmızı rengi yere düşen her damlada gölgelerin altına sığınıp biraz daha kararıyordu. Ölüm kıvamında, simsiyah sıvı beyaz zemini kapladığında bir an saf korkunun boğazımdan yükseleceğini sandım; bir bedenin çürük kokan kanı avuçlarımda kaynıyordu, birinin solukları ciğerlerimi ısırıyor, birinin hayalleri intikam çukurunda diş biliyordu.

Bir sahibi olmaksızın ellerimden boşalan kan gölüne bakarken, gözlerimde yaşlar sıralandı. Midem çalkalanıyordu, korku ve dehşet dilimin ucunda pusudaydı. Işıkların altında, bulunduğum beyaz odada neye inanacağımı bilmiyordum; hiçbir şey hatırlamıyordum. Bedenimi yıkayan kanın kime ait olduğunu kestiremiyor; seslerimin odayı yıkan yankısı kulaklarımda patlarken odağımı koruyamıyordum.

"Yardım edin bana!" diye yalvardım boşluğa, korkumun rengi katran gibi siyaha boğulurken uzatılacak en ufak ele muhtaçtım, bu çaresizliğin kelimelerle aktarılabilecek bir yanı yoktu. Bir kenara buruşturulup atılan kağıdın kimsesizliğini taşıyordum.

Kan akışının önünü kesmeyi denedim, kesilen benim damarlarımmış gibi avuçlarımdan dökülen kan durmuyordu, acı hissetmiyordum fakat ellerimden o zehirli kan silinmiyordu, dizlerimin üstüne çöküp bileğimi sert zemine sürttüm. Yapışkan sıvı tenimden kopmayacak kadar inatçıydı.

"Boşuna uğraşma. O izler silinmeyecek." dedi ince bir ses, korku diğer tüm duyguları ayakları altında ezdiği için hissettiğim en yoğun şeye tutunarak, önüme dökülmüş saçlarımın arasından ıssızlık boyunca bir beden aradım. Küçük bedenin sahibi görüş alanıma girdi.

Şaşkınlık saç diplerime kadar bedenimi esir alırken kelimelerin ayağı takılıp yuvarlandı ve bana bakan küçük kızla göz göze geldim; dalgalı sarı saçları omuzlarına değen, pembe elbisesinin için sekiz yaşına yeni adım atan bir kız çocuğuydu, yeşil gözleri üzüntüyle beni izlerken yıllar önceki halime korkarak baktım. Yılların kirini yüklenmemiş halim birkaç adım uzağımda, elinde bir avuç şeker taşırken beni izliyordu.

"Ada?" Kaşlarımı çattım, oydu, küçüklüğümdü. "Silinmeyecek mi? Bu izler ne?" diye sordum, üzerimdeki yırtık elbiseye yüreğinden gelen bir kederle baktı, çok güzeldi, masumdu, temizdi, sağlıklıydı.

Birden ağlamaya başlarken, "Sen birini öldürdün," diye beni suçladı. Gözlerinde çimlenen o korku ve dehşeti görmüştüm, aynı duygular bana da aktarılırken korkusunu bastırmak için elindeki şekerleri suratıma fırlatmaya başladı, kendimi korumayı denedim ama günahlarım kanla birlikte onun pembe elbisesini de lekeleyince sert şekerlerin yüzümü tırmalamasına izin verdim.

Dişlerimin arasından, "Ben kimseyi öldürmedim!" diyerek kendimi savununca, öfkesinin kokusu burnuma doldu, geçmişim benden nefret ediyordu, dönüştüğüm insandan tiksiniyordu. Bu düşünce, kalbime dişlerini geçiren bir hayvanın bıraktığı etkiden farksızdı.

"Sen birini öldürdün! Katil, katil, katil." diyerek çığlığa benzer sesle korkarak ağladığında, ona sarılmak istedim ama benden öfkeyle kaçtı, gözlerinden ateş püskürüyordu, nefreti somuttu. "Onlar kan değil, aptal. Gözyaşı! Sen birinin ruhunu yok ediyorsun."

Aslında bir bedeni değil, bir ruhu öldürerek cinayet işlediğim gerçeği düşüncelerimin derisini yüzerken ellerimdeki kurumuş kana baktım, yavaşça geri çekilip tenimde ufalanmaya başlıyor, kanın rengini terk ediyorlardı. "Ben kime zarar verdim?"

Bu soru kafamın içindeki dünyayı yakıp kurutan bir zehirdi, Ada bana bir şeyler anlatmak için çocukluğunu feda etmişti, bağlı olduğu zincirleri kırıp fotoğraflardan fırlayarak yanıma gelmişti fakat önüme sunduğu bulmacayı çözemiyordum. Ben kafama bir silah namlusu dayansa birine zarar vermek yerine kendi ölümümü tercih eden bir insandım, kimsenin ruhunu bu kadar incitemezdim, kimseyi bu kadar ağlatamazdım.

Geçmişin tozlu sayfalarından kalkıp gelmiş küçüklüğüm yaklaşarak, "Henüz vermedin ama geç kalıyorsun, uyan artık!" dediğinde, yanağımda beklenmedik bir tokat patladı. Acı ilk anda iliklerime kadar işlerken yüzüm yana savrulmuştu. Yıllar öncesine ait Ada'dan aslında tüm hatalarımın bedeli olarak yediğim tokat ağzımın içine metalik bir tat yayarken gözlerim yavaşça ona döndü ve tam olarak, karşımda kendi aksimi buldum; az önceki kız çocuğunun yerini şuanki halim almıştı ama daha çok benim kötülükten inşa edilmiş tarafım bir vücut bulmuş gibiydi. Yaşıttık, aynıydık ama o güçlü, ben acizdim. O kabuğunu yırtmıştı, ben bastırılmıştım. Benim varoluş tohumumun üzerine beton yığmışlardı, onunkini her gün sulamışlardı.

"Bana vurdun," dedim dehşete kapılmış bir ses tonuyla, bu beklediğim en son şeydi. Geçmişimden, kendimden tokat yemiştim.

"Bununla yetindiğim için bana teşekkür etmelisin." diyerek gözleri sinirle parladığında, tüm nefretini biriktirdiği tükürüğünün ıslaklığını yüzümde hissettim, iğrençti, aşağılanmış hissediyordum ama bunu kendi kendime yaptığımı hatırladıkça pişmanlıklarım kar gibi üzerime yağıyordu.

"Sen, Ada değilsin. Olamazsın." diyerek gerçeği havayla kavuşturduğumda, sadece kendi bildiği espriye güler gibi bir ses çıkardı, makyaj dolu gözlerinden eskiyip olgunlaşmış bir ruhun varlığı okunuyordu.

"Bu küçük, saf kız geçmişteki Ada'ydı." diyerek ileride yere serilen küçük kız cesedini gösterdi, bedeni kanla örtülüydü. Beklediğimin aksine tepki vermeden, gergin bir yüz ifadesiyle bakmakla yetindim. "Ve bu aptal, çelimsiz kız da şimdiki Ada." İşaret parmağını alnıma bastırdıktan sonra kendi göğsünü gösterdi. "Ve bu güçlü, tecrübeli kızda gelecekteki Ada."

Boğazımda bir yumru belirdi, ellerimdeki tuzlu kalıntıları üzerime silip yok etmek için çabaladım ama ölümün nişanını taşıyarak mühür gibi olduklara yere damgalanmışlardı. Dudaklarımı sızlatan bir ses tonuyla, acizlikle, "Yeter! Bunu bana yapmayın, uyanmak istiyorum." diye inledim.

Karşımdaki Ada, belki de bu kabus girdabında en çok şaşırdığım şeyi yaptı ve ağladı, bir güne çok fazla gözyaşı sığmıştı. Daha fazla mutsuzluk istemezken bütün felaketler birbiri ardına takılmış, tepeden yuvarlanıyordu. Dudakları dümdüz gerilirken kendini işaret eden parmağının hizasından, kanlar sızmaya başladı.

"Bunu bize sen yaptın, katilimiz sensin. Elindeki kanlar hepimizin."

Gözlerim gerçek dünyaya açılırken ensemde hissettiğim ter tabakası, titreyen ellerim, ıslanmış yanaklarım korkumu tetikliyordu; nefes alırken ciğerlerimin paslanmış demir gibi gıcırdadığını duydum, uzandığım yatakta doğrulurken kafamın içinde taşlar yuvarlanıyordu. Az önceki kabusla bütün bilincim sarsılmış, sarıldığım dallar ufacık meltemde kırılır olmuştu. Birinin katili olduğumu düşünmeye katlanamazken, bunun altına imza atsaydım; bir gün birinin canına kıyacak kadar delirecek olsaydım, kendi ölümümün fermanını da yüksek sesle okumuş olurdum ama bilinçaltım bunun tersini ispatlamak ister gibiydi, birini menfaatlerim için soğukkanlılıkla öldürebileceğimi savunuyordu.

Üzerimdeki elbisenin yukarıya kıvrılmasını umursamayarak odanın içinde, Deniz'i bulmak umuduyla gezindim ama ortalıkta yoktu, banyonun içinden su sesi gelmemesinden yüz bularak oraya da bakmıştım, duşta değildi. Beni boş bir nedenden ötürü burada bırakıp gitmeyeceğini bildiğim için koridora çıkmakta tereddüt etmedim. Tatilden dönenleri hesaba katmamıştım, bu yüzden koridorun kalabalığı ilk başta gözümü yordu, herkesin dikkatini çektiğimi hissediyordum çünkü mini elbiseli bir hastanın varlığı hastanelerde sık rastlanan bir manzara değildi.

Sıkıcı turların ardından bu kattaki danışmaya başvurmaya karar vermiştim, Deniz'i görmüş olabilirlerdi, en azından bir fikir sahibi olabileceklerini umarak seri hareketlerle ilerlerken, aniden kolumun güçsüz bir tutuşla yakalandığını hissettim. Selin'in zayıf bedeni önümü keserek durmamı sağlayınca kaşlarımı çatarak ona baktım, çarpışmıştık.

"Deniz'i mi arıyorsun?" dedi muzip bir sesle, yüzünde alay dolu bir ifade vardı ve bundan, bunun altındaki imadan hoşlanmamıştım, ortalığı karıştırmak istiyordu.

Yüzümü buruşturup "Hayır," diyerek inkar ettim, onun dedikoduyla doğrudan ilişkili bir tarafı her zaman aktif olurdu ve şuan radarlarının sonuna dek açık olduğuna şüphem yoktu, Deniz'i ona yem edemeyecek kadar değerli buluyordum.

"Senin odanda bekliyor olduğunu söylemem bir şey ifade etmeyecek öyleyse," Selin yapay bir şekilde iç geçirirken benimle oynuyor oluşu kanıma dokunmuştu ama sözlerine kulak verdiğimde, geri kalan her şey gözümde küçülmüştü. "Nasıl da mutlu oldun, hadi, koş!"

Gitmek üzereyken ardımda bırakmak istemediğim soru işaretleriyle ona dönerek, "Odamda olduğunu nereden biliyorsun?" dedim, Selin'i kişilik bakımından dosdoğru biri olarak bulmayan tek kişi değildim, sınırı aşacak şeyler yapar ve bundan onur duyardı ama bu defa soruma alınmadan, "Birkaç saat önce beni buldu, uyanınca söylememi o istedi." diye yanıt verdi.

Ona sessiz bir teşekkürle veda ettikten sonra, damarlarımın içini gıdıklayan o mutluluğu hissederek odama doğru yürümeye başladım. Ayaklarımın değdiği sabit zeminin, adımlarımdaki coşkuyla sarsıldığını düşünecek kadar mutluluk sarhoşuydum. Aşk şarabından öylesine içmiştim ki, bu duygunun varlığı bedenimin her zerresinde kol geziyordu. Bütün dünya önüme serilmiş olsaydı; bundan daha az tatmin olacağıma emindim. Bir yandan Deniz'in hediyesini merak ediyor, diğer yandan odamda yapmayı planladığı şeyi bilmeye olan ısrarım tarafından kemiriliyordum ve bu tatlı ısırıklar hayatımda duyabileceğim en güzel acı şekliydi.

Odamın önüne geldiğimde kalbim yerinden çıkıp göğsümü parçalamak üzereydi, alnımda heyecanın doğurduğu ter damlaları birikmiş, üzerimdeki elbise kırışıp terin etkisiyle bacaklarıma yapışmıştı, kapının kulpunu bile kaygan avuç içimle tutamıyordum.

En sonunda bütün heyecanımı bastırıp içeri girdim ve odaya bakmadan arkamı dönerek kapıyı sıkıca kapattım, kilitledim. Adrenalin o kadar yüksekti ki, damarlarımı dövüp kafamı her an kalp krizi geçirecekmiş hissine daldırıyordu. Kulaklarıma bir müzik kutusunun hüzünlü sesi dolarken gülen yüz ifademle gözlerimi odaya çevirdim.

Bazen kelimeler, içinde bulunulan durumu tasvir etmek için yetersiz kalır; soluğu boğaza dizerek ölümü ağırlayacak bir geçit hazırlardı.

Gözlerimin gördüğü şeyi anlatmak için avuçlarımı daldırdığım denizde, elime bir tek kelime değmemişti; hepsi bu günahın ortağı olmamak için uzaklara kaçıyordu. Su üstünde kalan bütün harfler ise kendini yerin altına sokup üzerlerine toprak örtmüştü.

Gözlerimin gördüğü şeyi anlatmak için hislerimin bilgeliğine koştum, korkuyu köşesinde saklanmış ağlarken buldum; hüznü boynunu eğmiş, benden af dilerken yakaladım. Acının eteklerine tutunabildim bir tek, o bile gidiyordu benden. Acıya sarıldım, gördüklerimi anlattım, ağlaştık.

Gözlerimin gördüğü şeyi anlatmak için hiçbir şey bulamadım, kelimelerin cellâdı oldum, hislerimi suda boğdum, aklımı kaybettim; en sonunda gözlerim bunun bir yalan olması uğruna kendini feda etti, kör oldum.

Gözlerinde okyanuslar büyüten, saçlarına karanlıklar sataşmış, aklının içinde uçurtmalar yarıştıran adam; bugün en sevdiği uçurtmasının kuyruğundaki ipe takılmıştı. Uçurmanın ipi ruhunu kesmiş, en derininden katran akıtmıştı.

Deniz'in cansız bedeni bir ipin ucu boynuna dolanmış halde tavandan sarkıyordu.

Kelimeler saklandıkları yerden başını uzatarak vereceğim tepkiye karşı dört gözünü açtı fakat ben bile ne yapacağımı bilmiyordum, bütün hislerim birbirine savaş açıp katletmişti, ortalık bir gram kan olmadan kan gölüne dönmüştü; yere bir damla ölüm rengi damlamadan bugün bu odada, bir beden son soluklarını duvarlara kazıyarak ölmüştü. Bugün bu odada, bir beden ölüydü ama camdan uçup giden iki ruh oluştu; biri ben, biri Deniz.

Istırapla onun yüzüne bakmak için adım attım ama yürüyen ben değildim, zihnimde Deniz öldüğü fikri canlanırken oradaki kimseden ses soluk çıkmıyordu; alışık değillerdi böyle hırpalanmaya. Ağır yaralıydılar; daha önce bu kadar sert bir darbeyle karşılaşmadıklarından değil, en beklemedikleri yerden parçalara ayrılmışlardı. Onlar Deniz'in gülen yüzüne, çarpık gülüşüne bağlanmışken şimdi her şey bir araya getirilemeyecek kadar tuzla buz olmuştu.

Deniz'in yüzünü gördüğümde bir rüyanın içinde gibiydim, bacaklarım eriyor, ellerim acının kokusunu almış gibi titriyordu. Ruhunu katletmiş Deniz'in dudakları gergin, yüzü çoktan öldüğünü belli eder gibi mosmordu; gözleri kapalıydı ama son düşündükleri kirpiklerinde sıralanmıştı. Öldüğünde gülüyordu, hayata meydan okurken bunun son zaferi olduğunu ispatlamak ister gibi güldüğünü hissettim ve o kare kafamda milyonlarca kez tekerrür etti.

"Neden?" diye fısıldadım şaşkınlıkla, dilim kanıyordu. Ağır geliyordu, bazen ezildiğimi hissettiğim her bir anı şimdi bir çöpten daha değersizdi; asıl ezilmek, kırılmak, parçalanmak buydu. Sevdiğin adamı boynunda bir iple, ansızın bulmak.

"Neden yaptın?" Hala gerçeği kabullenememiş bir çocuğun inadını taşıyordum, şaka sanıyordum, ümit ediyordum. Çaresizlik kokuyordum. "Neden?"

Ve kırılma anı saniyelik vurup tüm sahili yıktı, bir daha kullanılamaz hale getirdi.

İlk defa bu kadar çok bağırarak, "Neden!" diye haykırdım, o kadar sertti ki bu bağırış, tonunda her çeşit acıyı misafir etmişti. Olduğum yerde ayaklarımı yere vurarak akıl hastaları gibi kendimi dövüyordum. Çığlık çığlığa bağırırken etime batırdığım tırnaklarımla tenimi çizdiğimi hissettim ama bunlar, kalbimi oyan acıyı durdurmuyordu. Hiçbir şey onun önüne geçmiyordu, acı oyuyordu ve o oyukta saklanmak için elini çabuk tutuyordu. Acı kendine mezar seçmişti. 

Deniz'in bedenini sarsarken nefret yüklü çığlıklarım kendi kulağımı deldi, onun uzun bedenini ipten kurtarana kadar deli gibi bağırdım, en sonunda ölü, cansız, nefessiz, bensiz bedeni kucağıma yığıldı. Kokusu üzerinden silinmemişti, ölüm kokusuna el sürememişti.

"Neden yaptın? Ben daha seni çok sevecektim." diye bağırarak başını göğsüme yasladım, kalbimdeki sökülmüş boşluk dünyaların dolduramayacağı kadar büyük, Deniz'in yeteceği kadar küçüktü. Gözlerimden yaşlar sel gibi akarken Deniz'in bedenine sımsıkı sarıldım, burnumu boynuna gömdüm.

Kilitli kapının yumruklandığını duyuyordum ama her şey boğuktu, buğuluydu; gerçek ve net olan tek şeyim kucağımda uzanıyordu. Onun uykuda olduğuna inanmak istedim ama çığlıklarıma, bağırışlarıma, yüzüne damlayan gözyaşlarıma rağmen uyanmıyordu. Uykusu ağırdı belki de, diyerek kendimi en aciz avutmanın içine soktum.

"Uyan," diye yalvardım bağırışlarımın arasından. "Ne istersen yaparım."

Uyanmadı; bana bencilliği öğretirken, en güzelini kendisi yapan adam. Avuçlarımın arasına ellerini alırken soğukluğu ölümü heceler gibi önümde birikti, kokusunu içime çekmeye doyamadım çünkü benden alacaklardı, bir tahta kutuya koyup yerin dibine sokacaklardı. Orada bedeninden önce hayalleri çürüyecekti.

Ayağımın dibinde çalan müzik kutusuna uzandım, bu bile hıçkırıklarımın sesini bastıramıyordu. Bulanık gözlerimin arasından kutunun üstündeki kadına ve adama baktım, kızın saçları yoktu, adamın da kalbinin olduğu yer eksikti.

Hıçkırıklarım ve gözyaşlarım artarken acı kezzap gibi yaktı, ölmüştü, Deniz Günsur ölmüştü ve bunu sindiremiyordum, bunu yutamıyordum; inanamıyordum. Bağırarak saçlarını iyice göğsüme bastırdım, hemen şuan da, ben de ölmek istiyordum; onun olmadığı bir dünyanın ilk dakikasında kafayı yemek üzereydim.

"Ölmüş olamazsın." diye haykırdım, cansız bedenine kollarımı dolarken ona öyle sıkı kenetlenmiştim ki, hiçbir güç onu benden koparamazdı. Saçlarını öptüm, o uyanıkken yapamazdım, utanırdım; yapamadıklarım için pişmanlık balyozla kalbime vururken cızırtılı bir ses tüm gürültüyü ikiye bölerek odaya yayıldı.

Şokun etkisiyle odamdaki yabancı televizyonu fark etmemiştim ama şimdi Deniz'in hoş görüntüsü ekranda belirirken her şey göründüğünden daha korkunç bir hal almaya başlamıştı. Videosu televizyonun ekranında oynuyordu, odasındaydı ve ben arkada, onun yatağında, hiçbir şeyden habersiz uyuyordum. Dün geceydi.

"Bu videoyu izlerken gözlerine dolan yaşları şimdiden hayal edebiliyorum." diye fısıldadı. Çok az bir ışığın altında konuşuyordu, uyanmamam için sesini kısmıştı. "Ağlamayı keser misin? Bunu benim için daha zor hale getirme lütfen, zaten seni yalnız bırakacağımı düşündükçe vazgeçmenin eşiğine geliyorum."

Videodaki Deniz'in dudakları ağlayacakmış gibi büzülürken, nasıl üzüldüğünü görebiliyordum, biri omzuna dokunsa sanki gözlerinden ansızın yaşlar düşecekti. Yüzünü buruştururken düşüncelerimi besleyen her şeyi bir kenara iterek, bir heykelin rolünü çaldım ve gözyaşlarımı içime akıtarak onun güzel yüzünü izlemeye başladım.

"Neden bunu yaptım? Cevabını merak ettiğin tek soru, biliyorum çünkü benim de anlatırken en çok zorlandığım şey de bu. Bir insan yaşamın güzelliklerine rağmen neden ölümü arzular? Neden kendini asar? Çünkü yaşamın güzelliği diye bir şey yok, benim gözlerim onları göremiyor. Her şey kötüyken kendimi bu eziyetten kurtardığım için bana kızamazsın, hiçbir şeyin düzelmeyeceğini bilip gerçeği kavradığım için bana öfkelenemezsin. Ölmek zorundayım ama buna intihar deme çünkü ben intihar etmeyeceğim, ben kendimi acıdan kurtaracağım. Ben ölmek istiyorum, Ada; ölmek ve hiç var olmamış gibi bu dünyadan defolup gitmek."

Omuzlarını silkti ve acıyla boğulmuş gözlerini yere eğdi, dün geceki halinden kat kat beterdi. "Hep inandın, saf sevgilim, benim deli olmadığıma kendini inandırdın, hatta bir ara beni bile bu inandıracaktın bu oyuna ama sonra beynimin içinde olanlar," Sustu, konuşamıyordu, kelimeleri tarafından rahatsız ediliyordu. "Çok kötü, Ada. Anlatamam. Çok kötü." Ağlamaya başladığında kucağımdaki cansız bedenine daha çok sarıldım, artık anlıyordum, ağladığım içim ondan özür dilemek istedim, ağlamamalıydım. "Her gün ölüyorum, insanlar evlerinden çıkıp sorun sandıkları hayatlarından şikayet ederken ben siktiğimin dünyasında nelerle savaşıyorum! Gülerken ağız dolusu jiletler yuttum, ağlarken çiviler battı, hiçbir şeyi adamakıllı yaşayamadım! Artık adamakıllı ölmeyi hak etmedim mi? Güzel yaşayamıyorsam, bırakın da güzel öleyim!"

O kadar kısık sesle bağırmıştı ki, bunun onun canını daha çok yaktığını hissettim. Arkada saf bir şekilde uyuyan beni uyandırmamak için canının yanmasına göz yumuyordu. "Görüntüler, sesler, şarkılar, çığlıkları silemiyorum kafamdan. Ne uyurken sustular, ne koşarken. Hayatımda sadece bir kere sustular, o da seni öptüğümdeydi." Gözyaşlarının arasından güldü. "Hayatının sonuna kadar benle öpüşemezdin ya? Bunu ne kadar isterdim, bilemezsin. Benim bir geleceğim olabilirdi, belki bizim bir geleceğimiz olabilirdi. Belki çocuklarımız da olurdu, hatta bunu gerçekten dilerdim, daha çok sana benzeyen bir kızım olmasını çünkü bana benzerse, tutunamaz; sana benzesin, bıksın ama vazgeçmesin isterdim ama yapamam, ben bu kadar günahı işleyemem, sonra bir bakmışsın, cehennem bile beni içine almayacak kadar temiz kalmış. Tanrı'nın işini zora sokmamalıyım."

Kafasını omzundan geriye doğru çevirerek, yatakta uyuyan bana baktı. Eğer uyansaydım, onu vazgeçirebilirdim ama uyanmadığım için pişman değildim. "Çok güzelsin, aslında bu aptal adamın ömründe gördüğü en güzel kadınsın. En çokta saçların olmadan güzelsin. Kanserle savaşan, bir gram eğilmeyen kadınımsın sen." Gözleri direkt kameranın odağına bakarken ruhuma işlediği harflerle bilincimi ayakta tutuyordum. "Hayatımda olduğun hiçbir andan pişman değilim, iyi ki vardın, Ada. Bana çok kızacaksın, biliyorum. Deliye döneceksin eminim çünkü sen böyle bir şey yapsaydın, seni bir kez de ben öldürürdüm ama sen, beni anlamak zorundasın. Böyle bir şeyle yaşayamazdım, bu şekilde yaşayarak acı çekmemi ister miydin? Öldüğüm için beni affet ve güzel yaşa, senden tek istediğim bu."

Uzun bir süre konuşmadan kamera bakarken kan kusacağımı sandım, bunu bana yapmış olamazdı. "Yıllarca yaşayacağını biliyorum, benden daha az iyi bir kocan olacak; seni deli gibi sevemeyebilir ama çocuklarına örnek bir baba olması için Tanrı'yla sıkı pazarlık yapacağım. Çocuklarının ismini Deniz koymak gibi bir saçmalık yapma, ben sadece zihninde kalmak istiyorum; ben adımı bu kirli dünyadan silmek için ölürken bunu yapma. Yaşlan biraz, yüzün kırışsın, çirkinleş ve öyle gel yanıma, öteki taraf kalabalık diyorlar, kimsenin seni elimden almasına izin veremem."

Gün ışıkları videoyu çektiği odaya dolarken gözlerini hafifçe kısarak eğildi. "Şimdi gidiyorum, çok rahatım, hiç olmadığım kadar mutluyum. Çok mutluyum. Sen de bize yakışanı yap, benim için ağlama ve dik dur. Cesedimi almaya geldiklerinde onlara bizim nasıl bir çift olduğumuzu son kez ispatla. Hem senin o sürekli pencerenden davet etmek istediğin Azrail'e kendimi kurban ettiğim için bana bir can borçlusun, karşılığını böyle öde."

Kamerayı kapatmak için uzanırken dudakları hafifçe aralandı ve kaşlarını çattı, söylemek istediği bir şey varmış gibi tereddüt etti. "Seni gerçekten, deli gibi seviyorum, sandığından daha çok acı çekerek seviyorum. Eğer ölmüyor olsaydım, bunu sana asla söylemezdim. Şimdi gülümse, cenazemde kahkaha at. Atmadığını görürsem..." Dudaklarını ısırarak gözyaşlarını sildi. "Elbette hiçbir şey yapmam çünkü kıyamam. Her neyse, kendine iyi bak."

Ve kamera kapandı, görüntüler aklımda sırasını şaşırıp ortalığı karıştırdığında yüzümde aptal bir gülümseme vardı. Kimse onun ölümündeki zarafeti anlayamayacaktı belki ama ben kanayıp hüzünle şişen kalbimin acısına rağmen ona kızacak kadar bencil olamadım, yavaşça alnını öperken hayatımda var olduğu her saniye için teşekkür ettim. Deniz ölmüştü ve ona ancak, bunu benden önce yaptığı için kızabilirdim çünkü haklıydı, benim yarımlarla dolu ruhuma bir çentik daha atmasına kızmayacağım kadar haklıydı.

Ruhun şad olsun, Deniz Günsur. 

Continue Reading

You'll Also Like

3K 97 15
Fatih Sultan Mehmet zamanda yolculuk yapıyor 1453 yılından 2023 yılında geliyor ve zamanda sıkışıp kalıyor
2.6K 360 12
Dünya'nın sonuna doğmuşum ya da ölmüşüm de haberim yok... Doğuştan hiper empati sendromu ile Dünya'ya gelen ünlü bir cerrahın kızı... Küçük yaşta bi...
1.4K 126 29
Kolumda bir sıcaklık hissettim . Beni kendi ile birlikte biri kolumdan tutup yere çekti ve üstüme kapaklandı bir şeyler söyleniyordu ,ama ben duymuyo...
6.6K 1.2K 81
2. Kitap Dünyanın en iyi silah uzmanının ruhu alternatif bir dünyaya geçti, Yeniden Doğuş Dövüş İmparatoru'nun anılarıyla birleşti, Dokuz Ejderha Sav...