NEFES

By tukenmisyazar

57.1K 3.6K 828

Toprağın hayat, yaşamın ölüm koktuğunun farkında mısın, küçük çocuk? More

Önsöz
0. Başlangıç ♣
1. Benim Hikayem ♣
2. Cehennem Sıcaklığı ♣
3. Yardım ♣
4. Dengesiz ♣
5. Ufuk Çizgisi ♣
6. Aşılamayan Aptallık ♣
7. İyiliklerin Sebebi ♣
8. Emanet ♣
9. Alakasız İnsanlar ♣
10. Meydan ♣
11. Kıyamet ♣
12. Gülümseme ♣
13. Kanser ♣
14. Sessizlik ♣
15. İyi Biri ♣
16. Mavi ♣
17. Ruhsuz ♣
18. Çökük ♣
20. Merhamet ♣
21. Tutku ♣
FİNAL
♣♣♣

19. Güzel Vedalar ♣

1K 82 12
By tukenmisyazar

Acı, ilk başta başını okşadığın çocuk kadar masum bir tomurcukken ufak, zararsız görünen bu hali zamanla, nefret, korku gibi siyaha karışmış duygulardan beslenerek büyüyor; hayatı en çok benimsediğin anda elini öpmeye geliyordu. Kendisinden bir gelecek ummadığın acı zerresi, ele avuca sığmayan kudretiyle önüne dikildiğinde, gerçekler cam parçaları gibi kesip kanatıyor, ruhunun yansımaları birer birer soluyordu. Acı açtı, her bir hayalini yakıp küllerinden yeniden doğuşunu izler, ardından mutlak kalıcı yok oluşuna dek ruhundan parçalar koparırdı; en son tükendiğinde bir zamanlar elini öpmeye gelen acı, sana elini öptürerek çekip giderdi. Acının olayı buydu, gün ışığından mahrum bir tomurcukken ağaca dönüşmek, zehir kokulu yapraklarıyla sana çay demletmek.

Beni sarmış acının, çoktan bir ağaca dönüştüğünü ve her bir dalının içime sarıldığını hissediyordum, takvimlerin benim için geri saydığını, saatlerin sırf ben diye aktığını biliyordum. Yaşamam için kendime bir neden sunamadığım bu yavan hayatımın en uç köşesinin yanmaya başladığını ve bu yangının git gide artarak tüm sayfayı yok edeceğini de biliyordum. Buna rağmen daha önce bu gidişatı durduracak hiçbir şeye yeltenmemiştim ama şimdi var olan inadımla, o yangını söndürmeye çabalıyordum, tüm nefesim kâğıdın ucunu kül ederek zaferle koşturan yangını söndürebilmek uğrunaydı.

Deniz'in uykudaki yüzüne bakarken, zihnime yayılmış kelimelerin arasından onu seyrediyor gibiydim. Dudakları bir bebeğin masumluğundan kendine pay biçer gibi hafifçe bükülmüştü; iki çatık kaşının arasına çökmüş, onun ruhunun ve kimliğinin bir gölgesi olmuş çentikli iz, yine aynı eğimiyle orada durup epeydir kesilmeyen kapkara saçlarının arasında dalgalanıyordu. Yüzünün rengi her zamankinden daha soluktu, ölüm kelimesi işlenmiş gibi teninin her yerinde yakıcı bir soğukluk kol geziyordu. Kapalı gözlerinin altında biriken şişkinlikler şimdi çok daha belirgindi, Deniz her şeye rağmen bu harap olmuş güzelliğiyle, uzun bir drama metnin en can alıcı kısmına benziyordu. Aklımın eriyip sıvılaşmış kelimelerinin arasında birden, sapasağlam, katı bir düşünce bayrak salladı; tüm insanlık bir kitap haline getirilseydi, Deniz, kitabın sonunda insanları darmadağın edip yetim gibi bırakan o cümle, o paragraf olurdu. Macera bittiğinde, sayfalar üst üste yığılıp kitap kapağı tarafından mühürlendiğinde, havaya sinen o sessizliğin içindeydi Deniz, insanın kalbini kazıp derinlere defnedilen hüzündü Deniz, tozlu bir kitaptı Deniz; tozu kalın cildine yapışmış bir kitaptı. Yıllar önce yazılmış, el değmemiş satırlarına yalnız benim parmaklarımın dokunduğu, kara kalemlerle huzur fısıldadığı yerlerin altını çizdiğim kitabımdı.

Dün yaşadığım dehşet ve kan dolu sahnelerin bekçiliğinde, uzandığım yerden Deniz'i seyrediyordum. Hareketsiz kalmış olmanın yüklediği hamlıkla gözlerim yarım yamalak açıktı ama profilini çok temiz bir şekilde görebiliyordum, gerilmiş, asık bir yüzle uyuyordu. Morarmış gözleri huzurla kapanmıştı.

Omuzlarımda tonlarca taş ağırlığı varmış hissiyle ayağa kalkarak odanın içinde gezindim, beynimin içinde sıvı bir şey sürekli hareket ediyor gibiydi, sanki dokunduğu her yere yapışıp ortalığı kirleten bir şey orada dolanıyor ve yalpaladıkça duvarlara çarparak başıma ağrıların girmesine sebep oluyordu. Yürüdükçe adımlarımla birlikte ağrının da eridiğini hissettim, odanın penceresi açıktı ve içeriye giren temiz havanın getirdiği o özgürlük hissi ciğerlerimi okşuyordu. Beni kıvrandıran ciğerlerimin şimdi nasıl da özgür hissettiriyordu. Bir şeye ne kadar özgürlük hakkı verirsen ona o kadar tutsak oluyorsun, diye bir düşünce düşüncelerimin arsına sızarak bembeyaz kağıdın üzerine değen bir mürekkep gibi belirdi ve damarlı çizgilerle yayıldı.

''Gittikçe kilo kaybediyorsun,'' dedi uyku mahmurluğuna hapsolmuş bir ses, başım omzumun üzerinden geriye dönerken ellerimi pencere mermerinin iki yanına koydum. Soğuk taş ilk anda elimin içini yakmıştı ama ardından sadece içime doğru yol alan soğuk bir esintinin kaynağı oldu.

Deniz'in uykudan yeni uyanmış, yalın güzellikteki yüzüne bakarken içimi kemiren kıskançlık duygusunu somut bir şeymiş gibi hissettim. Gerçekten mısraları bile iki büklüm halde bırakacak kadar güzeldi. Yakışıklı veya cezp edici değil, güzel. Ruhunun savunmasızlığını ipe dizip indiği uyku çukurundan çıktığında dahi, yüzündeki boş ve anlamsız ifadelerin dans edişine inat güzeldi.

Gözlerimi yüzüne sabitlerken, ''Genelde kanserli insanların olayı bu olur.'' diye mırıldandım. Üzerimdeki siyah sporcu atletten gözüken bedenimle bile teşhis koymak mümkündü, ölümüne ölümcül bir hastaydım.

''Kanserli hastaların bir diğer olayı da gittikçe güzelleşmek olmalı,'' diyerek dudağının tek tarafını eğdi ve yüzünün tüm oranını bozan o çarpık gülüşü yine mükemmellik kalıbına soktu. Harfleri satırlardan kopup birer birer kalbimin üstüne çakılırken Deniz'in bu ironik tavrının bünyemi gerçek anlamda etkiliyordu. Birkaç gündür, ses tonunda bile yoğunlaşan bir değişim vardı.

''Bana güzel mi dedin sen az önce?'' diyerek tuhaf bir biçimde gözlerimi kıstığımda tüm bedenim ona dönmüştü, saçma sapan bir eşofmanın üstüne alelade geçirilmiş atletimle, cevap beklemeye nasıl hakkım oluyordu, bilmiyordum ama sorumun cevabına karşı bütün hücrelerim ayaklanmıştı, bir tribün dolusu insanın zafer bekleyen haline benziyordum.

''Cümleme başka açıdan baksaydın eğer, bir an önce güzelleşmeni umduğumu görürdün.'' dedi muzip bir ifadeyle. Her kelimesinin, hatta harfinin arkasında binlerce oyun yürütüyordu ve bunları tahmin edip onu alt edecek kadar enerjim de, kabiliyetim de yoktu. Bu yüzden ona boş boş baktım, onunsa gözleri göğsümün hizasındaki bandaja takıldı. Bandajın bir kısmı boğazıma doğru uzandığı için fark edilmesi kolaydı ve onun da gözleri tüm keskinliğiyle o noktaya tutunmuştu.

Çenesinin ucuyla bandajı işaret edip, ''Acıyor mu?'' diye sordu. Düne ait kareler duvara asılmış çerçeveler gibi gözümün önündeyken her birini sallanarak yere düştü ve parçalara ayrıldı, o cam kırıklarının acı gibi güçlü bir yapışkanla yeniden birleşip eskisinden daha sağlam olarak duvarlara sıralanacağını biliyordum, ardından tekrar yere düşüp tuzla buz olacak, tekrar birleşecekti. Anılar her zaman duvarda asılı olurdu, onların düşüp parçalanması yok olacakları anlamına gelmiyordu, her cam tanesinin özünde saklıydılar.

''Hayır, acımıyor. Alıştım.'' diye fısıldadım. Ona muhtaç oluşuma ait cam kırıklarının yansımaları gözüme batıyordu, ona yalvarışıma ait camlar ise direkt kalbimin üzerine çöreklenmişti. ''Aslında senden dün için özür dilerim.''

Kaşları çatılırken, anlamını bilmediğim bir ifadeyle bana baktı. Uyku sersemliği hala bir çarşaf gibi üzerine seriliydi ama neyi kat ettiğimi biliyor oluşu gözlerinden okunuyordu. Gözlerinin siyahlığı gün ışığının etkisiyle küçülmüş, mavilik göğü kapladığı gibi her yanını sarmıştı.

Bunun yerine anlamazlıktan gelerek, ''Neden bahsediyorsun?'' dedi hırıltılı bir ses tonuyla. Oturduğu sandalyeden rahatsız olmuş gibi ayağa kalkarak yanıma geldi, sırtımız cama dönüktü ve mermer ikimizin sırtını yaslayabileceği kadar genişti. Birlikte sırtımızı güneşe vererek ensemize doğru vuran ılık meltemi hissettik.

''Biliyorsun işte,'' dedim güçsüz bir ses tonuyla. Birine muhtaç olma hissinin sonradan kattığı yoğun bir ezicilik vardı. ''Dün senden kalmanı istememeliydim.''

Yüzünü yan çevirerek bana baktığını hissettim ama onunla göz göze gelmekten kaçındığım için bakışlarımı boşa tutturduğum tavandan çekemedim, gözlerimin sulandığını hissediyordum, tavana bakarken ayaklarımı sessizce yere vurarak dindirmeyi denedim ama bu tuzlu, tuhaf sıvılar insanın ruhundan kopmuş gibi asla inadından vazgeçip geri dönmüyordu. Geldiği noktadan vazgeçmeyip, kıvam bulmuş halleriyle süzülmeyi bekliyorlardı.

Ağlamamın sebebi, çaresizlik duygusunu tatmamış ruhlar için gülünç bir malzemeden öteye gitmiyordu ama yalın başına, tekliğin ve hiçliğin göbeğinde, kendisine uzanan ilk ele düşman bile olsa sarılabilecek insanların, benim ruhumdaki boşluğu çıplak gözlerle gördüğünü biliyordum. İnsanın yalnızlığı sevebildiğine hiç inanmamıştım ve inanmayacaktım, yalnızlığın güzelliği sadece bir şiirin satırlarında, bir romanın kurgusunda tatlanıyordu. Oysa yalnızlık gerçek hayatta o kadar acıydı ki. O acı tat dilime değer değmez, acizlik içinde Deniz'e yalvarışım kulaklarımda çınlıyordu.

''Bazen sana baktığımda, inatçı, hırçın, cılız bir kız çocuğu görüyorum. Babası ona istediğini almadığında, yere oturup istediği yapılana dek ağlayan şımarık bir kız çocuğunu hatırlatıyorsun.'' diyerek elini uzattı ve çenemden tutup kendine çevirdi. Masmavi gözleri, gün ışığında parlıyordu. Ayın puslu gölgelerinin altında durduğu kadar güzeldi. ''Fakat bazen de, harabelerin ve göçüklerin içinde tek başına oturup yıldızları sayan, yara bere içinde bir kadını getiriyorsun gözümün önüne. Yaralı, hasta ama sevdiği şeyi yapmaktan vazgeçmeyen bir kadın.''

Sulu gözlerimi kırpıştırarak bir iç çektiğimde bandajların esneyip ciğerlerimin sızladığını hissettim, nasıl ki ağzına kadar dolmuş bir bardak suyun üstüne bir kova su boşaltılırsa etrafa sular saçılır, Deniz konuştuğunda ben de etrafa ruhumun saf kırıntılarını döküyordum.

''Ben dün seni o göçükten kurtarmadım, yalnızca yıldızları beraber saydık. Hepsi bu.'' diyerek beni kendine çekti ve başımı göğsüne yasladım. Kalbinin sesi ritmik olarak kulaklarıma çarparken saniyeler içinde alt üst olmuş halime de bir kez ağlamak istedim, toparlanabilecek ya da karşı konulabilecek bir şey değildi. Ölüyordunuz, kalbinizin git gide durmaya doğru yol aldığınızı biliyordunuz ve biri bin yapmanız için geçerli bir sebepti.

Burnumu çekerek, ''Sence bir gün o göçük dediğin şeyden çıkabilir miyim?'' diye sordum. Eğer Tanrı'dan bir şeyi öğrenme hakkım olsaydı, o an Deniz'in neden sustuğunu bilmek isterdim, çünkü kalp atışları da tıpkı onun gibi derin bir sessizlik yumağının içine gömüldü. Konuştuğu zaman sözcüklerinin beni inciteceğinden mi, yoksa konuşmaya itibar etmediğinden mi, bilmiyorum, bir süre konuşmadı ve ona olan saygım bir kez daha arttı. Yalan söyleyerek avutmak yerine, susarak gerçeğin sadeliğinin beni boğmasına izin vermişti.

Birkaç dakikanın ardından başımı kaldırdım, o da itiraz etmeden kollarını çekti. Birden püsküren lavların yavaşça soğuyup durulması misali zaman aktıkça yaptığım şeyler pişmanlık giysisi giyiyordu, Deniz'e dokunmak bile hataydı.

''Gerçeği kabullenmene sevindim, sonunda öleceğimi inkar etmedin.'' diyerek ondan biraz uzaklaştım, yine o siyahı solumuş kara bulutların üzerime yağmur damlaları iliştirdiği dakikalara emekliyordum, kanserin yalnızca bedeni etkilemediğinin en büyük ispatı benim gelgitlerle aşındırdığım iç dünyamdı.

''Sen göçüğün içindeki kadın olabilirsin ama o göçük sana değil, bana ait, Ada. O harabeler benim dünyama ait. Sen misafirimsin, zamanı geldiğinde tekrar cennetine dönebilirsin.'' Dişlerini hafifçe sıkınca yanakları gerildi. ''Sen döndüğün zaman kurtulursun ama ben bu göçükten çıkamam. İşte bu yüzden ölmek, yıkılan dünyanı tamir etmekten daha kolay oluyor. Öleceğini söylediğinde, sana kızmamın sebebi bu.''

Afallamış gözlerle ona bakarken tüm benzetmelerimi baştan aşağıya yıkılmış halde buldum çünkü dediklerini kendi üzerine yorumladığım için okları kendi bedenime çevirmiştim. Oysa onun kendi kapısını araladığından haberim bile yoktu.

''Ne yıktı senin dünyanı?'' Gözlerimin önüne binlerce olası şey sıralandı; birini kaybetmiş olması, sevdiğinin ölmesi, annesiz büyümek, belki şiddet ya da tüm diğer olası, vahşetle yıkanmış şeyler.

Gözlerini boşluktan çekerek yüzüme döndü, aramızdaki havanın ağırlaşıp ikimizin arasında katılaştığını hissettim. O bana baktığı zaman havadaki zerrecikler bile dönüşünü aksatıyordu, akan sular saniyesinde donakalıp esen rüzgar toprağa çöküyordu

''Benim geçmişimde öyle büyülü bir şey yok, Ada. Neler kurup neler düşündüğünü biliyorum ama hiçbiri değilim, hiçbiri olmadım.'' Ses tonu kırık dökük, paramparçaydı, kelimeleri zar zor toparlıyor gibiydi. ''Ben yalnızca zihnine saatli bomba kurulup dünyaya fırlatılmış bir adamım. Dünyam zaten yıkıktı, kimsenin bir şey yapmasına gerek yok.''

''Neden mutlu olamayasın ki? Olabilirsin, yapabilirsin. Sen de hayattan zevk alabilirsin, engel yok, sen yaratıyorsun.'' diyerek hızlıca konuştum, kalbim güm güm atıyordu. Ona bir şeylerin kanıtını sunmak için çırpınışımdaki heyecanın izahı yoktu ama o hayatta kalmasını sağlayan ipleri çoktan kesip kendisini boşluğa bırakmıştı.

Kolumdan tutarak beni çevirdi ve camdan dışarıya bakmamı sağladı, güzel bir Aralık sabahıydı, hastanenin bahçesi yere düşen yağmur damlalarıyla hafif ıslaktı ve dökülmüş yapraklar bahçenin en ucuna sürüklenip orada biriktirilmişti. Toprak kokusu havadaydı.

Ben manzaraya göz gezdirirken pencereyi birden aşağı indirip camların titremesine sebep olacak şekilde kapattı. Korkuyla gerilen bedenimin arkasında onun varlığını hissetmek, korkumun önündeki katsayıyı arttırıyordu, mesele olayın vahimliği veya kıvam bulmuş ürkütücülüğü değil, içinde Deniz'i dahil ediyor oluşuydu.

''Camdaki yansımana bak, ne görüyorsun?'' diye soludu, sesinin arasında uyuklayan nefesi enseme çarparken ellerimin ve ayaklarımın buz kestiğini hissettim. Parmaklarımın ucu hissizlikten uyuşmuştu.

Aynadaki yansımamla göz göze geldiğimde, arkamdan beni izleyen Deniz'in bakışları soluklarımı sömürüyordu, havada oksijen kalmamış gibiydi. Tamamen dibimde değildi ama o an kilometrelerce uzağımda bile olsa, tenini tenimde hissetmiştim.

''Bilmiyorum, her gün milyonlarcasına rast gelinebilen sıradan bir yüz işte,''

''Böyle mi düşünüyorsun gerçekten? Yüzüne bakmayı dene.'' diyerek gözlerini yansımamdaki bana dikti. Gördüğüm şey, cılız, yüzü yarım kalmış hislerle boyalı bir kız ve arkasında durmuş, onun yeryüzündeki güçlü gölgesini temsil eden bir adamdı. Gözlerimi, korkak bakışımı, kemikleri çıkmış bedenimi izlerken güçsüzlük kelimesi buğulu camın üzerinde can buldu.

Başımı iki yana sallarken kollarının çıplak tenime değdiğini hissettim, gözlerimde sular yeniden yeşeriyordu, içimin acıdığını ve zayıf duyguları hapsettiğim zindandan yükselen çığlıkları duydum. Oradan kaçmak ve beni bir bütün olarak, yenilmiş halde ele geçirmek istiyorlardı.

Deniz kolunu omzumun üzerinden uzatarak parmaklarını yüzüme götürdü ve gözlerime dokundu. ''Ben bu gözlerde ölümü kabullenişi, ümitsizliği, çaresizliğe dem vuruşu görüyorum.'' İnce parmakları yanaklarıma dokundu. ''Ben bu tende zamanla canlılığını kaybedişini görüyorum.'' Ve parmakları dudaklarıma değdi. ''Bu bu dudaklarda, hiç öpülmemişliği görüyorum, Ada.''

Gözlerim titreyerek kapanırken, cennetin bana bu kadar yakın oluşunu yeni yeni keşfediyor gibiydim, cennetin kollarının arasındaydım.

''İnsanlar yalnızca bakarken, ben görüyorum.'' dedi elini yüzümden çekerken. Pamuk gibi bir his yanaklarımdan kayarak cennetin izini arkasında bırakıp kayboldu. ''Belki de bu yüzden, sende görülemeyeni görüyorumdur.''

Kozasından kurtulmuş kelebeklerin içimde dans edişi, ölümü kucağına almış bir kıza verilebilecek en güzel hediyeydi, yanaklarımın gerilişi, dudaklarımın bükülüp heyecanla dalgalanışı bana iyileşme umudundan daha iyi geliyordu.

''Onu bunu boş verip kaçmak istiyorum,'' dedim iç çekerek. Damağıma hüzünlü bir duygunun, beni ters düz eden ruhsuz tadı dağılmıştı.

Arkamdan çekilerek önüme geçti ve sırtını duvara yasladı, yerini sürekli değiştiriyor olması yön duygumu afallatırken, Deniz yüzünü bana doğrultup gözlerini yere eğdi. Bakışlarına içindeki boşluğun akisleri vurmuştu, içinde bir eksik vardı, zerre kadar bir nokta onun ruhuna üflenmemişti ve bu boşluk zamanla, iki uçurum arasındaki mesafeye dönüşmüştü.

''Uyu biraz,'' Yere diktiği gözlerini yavaşça kaydırarak benimle hizaladı. ''Dün çok hırpalandın.''

Başımı hafifçe sallarken, çekinerek sordum.''Sen ne yapacaksın?''

Gözlerinden bir şeyler tartıyor olduğu seçiliyordu, gözlerinin arkasında binlerce renk baloncuğu içindeki düşüncelerle uçuşup patlamaya hazır halde havada asılıydı.

''Birkaç gün işim var, onları halletmem lazım.'' Yumruklarıyla gözlerini ovaladı. ''Hastaneye uğrayamayabilirim.''

İçi tepeleme acı ve üzüntüyle dolmuş bir torba kalbimin üzerinde bırakılırken tok bir sesle oraya saplandı, birkaç günden kastının ne olduğunu merak ederken sormak için topladığım cesaret havaya fırlatılan bir avuç kum gibi etrafa saçılıp eski gücünü kaybetti.

''Tamam o zaman.'' diye mırıldanırken yorganı kaldırıp kendimi yatağımın içine sakladım, serinlik tenimin üzerine bir sis gibi çökmüştü. ''Uyuyayım ben.''

Yüzündeki muziplikle harmanlanmış eğlenceli ifadeyle bana gülüp odadan çıkarken, derince bir üzüntüyle yatağımın içine kıvrılmış halde ardından baktım. Birkaç günümün Deniz'in varlığı olmadan geçirecek olmak, bir romanı boş sayfalarla okumak gibiydi, anlamsızdı.

***

Hava içimdeki duyguların çoraklığına ters düşecek kadar ıslak ve yağışlıydı. Hastanenin çatısından aşağıya akıp asfaltta şapırtı sesleri çıkartan yağmurun sesi, havaya fısıldıyordu. Pencereden damlalar halinde buğulanmış su tanecikleri süzülürken kantin camının önünde oturmuş, boş zihin sayfalarımı kirli düşüncelerle doldurup o düşüncelerin sertliği zihnimi delecek kıvama gelene dek karalıyordum. Fiziksel olarak eskisinden daha dinç sayılırdım, en azından kolumu kaldırıp yürüyecek enerjiye sahiptim ama ruhum ve gerisinde taşıdığı yükler, sıfırın altına inmişti. Ruhum yamalarla, ucuz poşetlerde tamir edilmeye çalışılan hurda bir uçurtmaysa, artık ipini tutmakta zorlanıyordum. Sanki o git gide ellerimi kesiyor ve avuçlarımın arasından sıyrılıp kaçmaya hevesleniyor gibiydi, çok yakında o yamalı uçurtmanın gökyüzünün yumuşaklığı arasında eriyip kaybolacağından şüphem yoktu.

Tüm düşünceler birbiri içine karışıp tüm sayfayı hak etmediği kadar kirlettiğinde, elimin içini haşlayan bardağı parmaklarımla ittim. Günün telaşı bir elbise gibi üzerimdeydi, bugün büyük bir gün sayılabilirdi, uzun bir aradan sonra ailemle görüşecektim ve bu bana artık tanıdık bir histen çok, tutuklu birinin görüşme iznini anımsatıyordu.

Biraz sonra kantinden içeriye gireceklerini, içeriye girip neşelerine beni ortak etme çabalarını son sürat sürdüreceklerini biliyordum. Gözlerimin içine konaklayınca ışığı sönmüş, bayat samimiyetsizliği fark etmeden birkaç saat boyunca beraber vakit öldürecektik, ardından onlar gidecekti, ben kalacaktım. Ben ve benim o güzel, onurlu yalnızlığım, geceye birlikte kucak açacaktık.

Biraz sonra, beni şaşırtmayarak yine aynı stabil gülüşle kantinden içeriye girdiler. Gözlerinin altında yorgunluktan halkalar belirmiş annem bana sarılırken samimi olmayı deniyordu ama nasıl afalladığını görebiliyordum, şişik ve oval karnına rağmen hayata dair olan inancı gram sarsılmamıştı, yüzünde yine o gerçekliğini hiçbir zaman hesap edemediğim gülüşüyle bana sarılırken, akabinde düşüncelerim bambaşka yöndeydi. Sanki biri ben uyurken ruhumun kilidini açmış ve bedenimden kaçmasına izin vermiş gibiydi, bugün tamamen hiçliğin nefesi ensemdeyken yaşıyordum.

Babam sarılırken de içime ilmek ilmek işleyen o acı hissi göz ardı etmeye çalıştım, sözlerini tutmaları gerekiyordu, haftalar önce kararlaştırdığımız sözü bugün uygulamamız gerekiyordu.

''Doktorla konuştuk, gelişmelerin harika gittiğini söylüyor.'' diyerek gülümsediğinde, annemin dudaklarının ilk kez yalandan kıvrıldığına şahit oldum. Beni mutlu etmek için haberleri güzel kelimelerle şerbetlemeyi deniyordu, sesinin altında yatan endişe ve umutsuzluğu örtbas etmeye çabalıyordu. Benim güzel, benim vefa dolu annem; gülümsemem için elinden geleni yapıyordu.

Babam da bu yolanın en büyük ortağı olarak, ''Evet, işler harika. Bu ayın sonunda hastaneden çıkabilirsin belki de. Yılbaşını evimizde kutlamak istemez misin? Yeni, tertemiz bir başlangıç olacak.'' diyerek annemin omzuna sarıldı ve anlam kokan bir bakışla annemi izledi. ''Hepimiz için.''

''Elbette,'' diye fısıldadı annem. Kimse onlara söylememiş miydi, bu rollerinin altında yatan sahtecilik çatlak bir duvarın üzerinden akan boya gibi meydandaydı, her zaman da meydanda olmuştu, ben görememiştim. Artık o boya, derin çatlakları kapatamayacak kadar yetersizdi.

''Bunu atlatacağız, hatta belki yeni bir eve bile geçeriz. Her şeyi unuturuz.''diyerek heyecanla ellerini ovdu babam, yüzündeki otoriter tavrı bozmamıştı ama ben elini harca bulayarak, o çatlakları nasıl da kapatmaya çalıştığını görüyordum. Hırsla ve azimle, artık yıkılmaya meyil etmiş binamızı korumaya çalışıyor, ailemizin paramparça oluşundaki payımı üstelemeksizin örtüp kamufle etmeye çalışıyordu.

Ve birden bire, içimdeki duyguların aynı noktaya yoğunlaştığı anda çatlaklarla dolu o duvar parçalara ayrılarak üstüme çöktü, canımın hiç acımadığını hissettim, bir gram bile sızı olmadan, aylardır omzuma konmuş ve zamanla birikmiş duyguları yıkmıştım. Duvarın yıkılışıyla beraber gözlerime yaşlar dolarken ardında biriken tüm duygular birer birer hesap sormak ister gibi önüme dizildi, bazıları boğazımın gerisinde tıkalı kalıp orada yığıldı.

''Artık yapmasanız olmaz mı? Öyle bir şey olmayacak.'' diye fısıldadım burnumu çekerken. Tüm cesaretimle sandalyeme otururken birbirlerine bakışlarını, ne yapacaklarını şaşırmış hallerini görebiliyordum. En sonunda sessizce karşıma oturdular, ailenin önünde yetersizliğinin somut bir şeymiş gibi hissedilmesi korkunçtu.

Sessizce iç çekerken, ''Sizin istediğiniz gibi bir çocuk olamadım, biliyorum.'' dedim ve elimle yüzümü kapattım, gelmek üzere olan gözyaşlarının tuzu gözlerimin içini yakıyordu. ''Ama denedim, ilk aylarda denedim. Gerçekten denedim.''

Annem ellerimi yakalayarak yüzümden uzaklaştırdı ve avuçlarına aldı, gözyaşlarıyla ıslak yüzüm şimdi acılar cephesine karşı savunmasızdı. ''Ada, sen tam da bizim istediğimiz gibi bir çocuksun, hep öyle oldun.''

Onun yeşil gözlerine bakarken kalbimin içine göçüp parçalara ayrıldığını hissettim, her bir parça umutsuzluğumun temsili gibi göğsümü yakmıştı. ''Ben hiç sizin çocuğunuz olamadım.'' Bakışlarım dışarı kaydı. ''Özür dilerim,'' Bir gözyaşı. ''Özür dilerim, özür dilerim.'' Binlerce gözyaşı.

''Ada-''

O anki hissimin içimde patlayışını tarif etmek imkansızdı, elime bir kalem alıp sayfalara dökmeye çalışsam mürekkebi sayfanın üstüne dağılıp kelimeleri hiçliğe boğardı. Ailemin hayal kırıklığıydım, onların istediği benim üniversitelerden üniversitelere koşup en sonunda güzel bir aileye sahip olmamken ben daha ilk adımda dizlerimi kanatıp olduğum yere sinmiştim, koşmayı bırak, ayağa kalkamıyordum.

''Özür dilerim.'' Hıçkırıklarla sarsılan bedenimin kanadığını hissediyordum, yaralarım kanıyordu. ''Keşke sizin istediğiniz gibi olabilseydim,''

''Öylesin.'' dedi babam ama sesiyle öyle çok dövülmüştü ki acıyla, ses tonu git gide ezildi, kısıldı.

Yarı saydam gözlerimin imkan verdiği kadarıyla annemin yaşlı yüzüne baktım, tuzlu gözyaşları teninin üzerinden akıp boynuna dökülüyordu ve hala güzeldi. ''Öldüğümde de sever misiniz beni?''

''Ölmeyeceksin-''

''Öleceğim, anne. Öldüğümde de sevebilecek misin?'' dediğimde dudaklarını birbirine bastırdı, konuşmak istemese de, yuttuğu kelimeler canını acıtıyordu.

''En çok o zaman seveceğim.''

Yaşlar dökülmeye devam ediyordu ama en azından, duyduklarımın yalan olmadığını bilmek ilk defa bana bu kadar yakındı ve gerçeğin huzuru, yalanların samimiyetsizliğinden bin kat tatlıydı.

''Anlaştığımız gibi değil mi?'' diye mırıldandım. Usulca başlarını salladılar ve ben de gülümsedim, bugün miladım olacaktı.

***

''Sahiden böyle olması gerekir miydi?''

Sessizliği ok gibi bölen ve havadaki duyguları birer birer yere döken ses, anneme aitti. Sadece ikimiz, benim odamdaydık, bir sandalyenin üstünde ifadesizce oturuyordum ve karşımda upuzun bir boy aynası duruyordu. Aynanın parlak yüzeyinden yansıyan yansımam, her zamankinden daha tuhaftı, ya da bana öyle geliyordu, sonuçta bu zavallı ayna her gün saçları olmayan bir Ada'ya ev sahipliği yapmıyordu.

Ayaklarımın ucunda sürünen saçlarıma bir kez daha baktım, sarı tutamlar denizin üzerinde dalgalanan kağıttan gemiler gibi hüzünle sallanıyordu. Bir daha hiç bu kadar güzel saçlarım olmayacaktı, en güzellerini de annemin ellerinin dokunuşuyla kaybetmiştim. Son görüştüğümüzde anlaşmıştık, beni bir daha görmeye geldiklerinde saçlarımı kesecektik ve beni tamamen defterlerinden silerek yeni bir yıla başlayacaklardı. Bugün yeni bir takvim çiziyorduk hayatlarımıza, onların yolunu kendiminkinden koparıp kanın ölümle dans eden rengiyle tek başıma kalmalıydım.

''Bunu yapma, Ada.'' diyerek saçsız başımı öptü annem. Korkunç gözüküyordum, berbattım, devasa bir çirkinlik duruyordu karşımda. ''Bizi sensiz bırakma.''

''Eğer bir daha hastaneye gelecek olursanız, tedavi olmam.'' dedim içimi yakan bir acımasızlıkla. Sesim titremesin diye dişlerimi birbirine yapıştırmış, tüm duygularımı bir çuvala tıkıp okyanusa fırlatmıştım. ''Yetişkinim ve bana karışamazsınız. Görüşmek yok, aramak yok, mesaj atmak yok. Yalnızca her ay sonu mektup.''

''Ada, bu çok saçma. Bebek gibi davranıyorsun.'' diyerek kollarıyla boynumu sardı, dokunduğu her nokta zehir gibi yanıp tenimden et sökülüyor gibi acıtıyordu. Bu durumun benim içimi nasıl acıtıp deştiğinden haberi yoktu ama verdiğim bu aptalca karardan geri adım atmayacaktım, beni görmedikçe hisleri bilenip körelecekti. Gözden ırak olursam, gönüllerinden de silinirdim.

''Diyeceklerim bu kadar ve saçlarım için de teşekkür ederim.'' diyerek kollarından sıyrıldım ve ayağa kalktım, bunun tartışmasını uzun zaman önce yapmıştık ve fırtınalar kopmuştu ama şimdi her şeyin sessizlik içinde çözülüp huzurla bitmesini istiyordum.

Bana uzun bir süre baktı ve ardından başını sessizlik içinde salladı, ardından kısaca sarıldık. Bunun ruhlar tarafından gerçekleştirilen bir yanı yoktu, tamamen bedenler tokuşturulmuştu, artık onlar adına olan hislerimi okyanusun dibinden çıkarmayacaktım. Öleceksem, başucumda ailemin sorumluluğunu da taşımak istemiyordum.

''Seni her zaman seveceğim,'' diyerek saçlarını yitirmiş başımı bir kez daha öptükten sonra gitti ve okyanus dalgaları taşarak, dibine atıp yok etmek istediğim tüm hisleri tokat gibi yüzüme çarptı. Hıçkıra hıçkıra ağlayıp yere dökülen saçlarımı toparlarken yere damlayan her bir gözyaşı, pişmanlıklarımın somutlaşmış haliydi. Vaktim varken koşamadığım, vaktim varken sevemediğim için pişmandım. Kanser ensemden yakalamadan önce, bayılana dek içki içip dağıtamadığıma pişmandım. Okula gidemediğime pişmandım. Aileme sarılamadığım, her gün yaşayacağımı sandığım için pişmandım ve bir şans verilseydi, geçmişe dönüp küçüklüğüme, ''Bugün yaşa,'' diye fısıldardım. ''Koş, gül, eğlen. Ölmediğini fark et.''

Continue Reading

You'll Also Like

368K 24.1K 26
Açelya hiç hatırlamasa da henüz 5 yaşındayken ailesinin düşmanları tarafından kaçırılmış ve gözlerini bir yetimhanenin revirinde açmıştı. Ailesi sen...
716K 31.9K 20
Yasmîn, annesiyle birlikte Zemheroğlu konağında çalışmaktadır. Zemheroğlu Mardin'in en köklü aşiretidir. Yasmîn'in babası bir gece ansızın annesini...
843K 38.7K 28
Not: Kitapta +18 unsurlar mevcuttur.. ........................................ ~ZS~....................................... Kına yakmak kendini adama...
159K 1.4K 11
Aile baskısı olan bir genç ne kadar cesaretli olabilir? Hayallerini yaşamak sadece rüya mı? Belki de elinden tutacak bir ele ihtiyacı vardır. O el s...