Not: Üçüncü Göz kitabının, aksiyon kısımları biraz ağır basmaya başladı. Kitabın aksiyona dönüşmesini istemiyorum. Bu yüzden ilerleyen bölümlerde, aksiyonun dozunu düşüreceğim. Bu kitabın özelliği; Mert'in bilincini ve ruhunu geliştirme aşamalarında yaşadıklarını paylaşmaktı. Bu aralar amacından saptığını düşünüyorum. Bu yüzden anlayış göstereceğinize inanıyorum. Oylarınızla beni desteklemeye devam edin lütfen. Teşekkür ederim.
Özet: Do Hyun ve Mert, Kuzey Kore'ye geçiş yapıp cihazı geri almaya çalışırlar. Fakat cihaza değer değmez, elektrik akımı yüzünden Mert ve Do Hyun kendilerinden geçerler. Kendisini ele geçiren kişinin Yu-Mi'nin halası olduğunu anlar. Do Hyun'un kesilmiş kafasını önlerine koyduklarında, Mert şok olur. Mert'i incelemek için kesmeye hazırlanırlarken kurtulup, yerine kadını yatırır. Do Hyun'un ölmediğini öğrenince sevinir ve onu da yanına alır. Cihazla birlikte geri dönmeye çalışırlar.
*** Yeni Bölüm ***
Karanlık aynen devam ediyordu, başaramadığımı anladığımda içimde bir isyan çığlığı koptu.
"İnancını kaybetme" dedi bir ses. Bu Hacı Anne'nin sesiydi. Karanlıkta olmamız, kaçmadığımız anlamına gelmeyebilirdi. Belki da panik içindeyken farklı bir yer hayal etmiştim. Sanırım o yer zifiri karanlıktı.
"Fenerin var mı?" diye sordum. Ajan biraz sonra fenerini açtı ve etrafı görme fırsatımız oldu. Yer altı mağarası gibi bir yerdeydik. Toprağı oyarak yapılmış bir tünel gibi gözüküyordu. Burasının neresi, hatta hangi ülke olduğundan emin değildim.
Bir kez daha cihazla birlikte adım atmayı düşündüm. Fakat cihazın yanımızda olmadığını fark ettim. "Dostum cihaz yok!"
Ajan bana şaşkınlıkla baktı. "Ne cihazı Mert, neden buradayız? Neresi burası?"
O benden daha şaşkındı ama cihazdan haberi yokmuş gibi davranması beni çok tedirgin etmişti. Öncelikle sakinleşip olan biteni anlamalıydım. Ajan neden cihazı hatırlamıyordu?
"Do Hyun hatırladığın son şey ne?"
"Ben – ben emin değilim. Sanki bir yerden kaçıyor gibiydik" diye cevap verdi. Kafası çok karışıktı. Ben de ondan aşağı kalmıyordum.
"En son Kuzey Kore'de esir düştüğümüzü hatırlıyor musun?"
"Kuzey mi? Oraya nasıl gitmiş olabiliriz?"
Bunu da hatırlamıyorsa daha fazla konuşmanın anlamı yoktu. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıydık. Feneri elinden alıp öne geçtim ve ilerledim.
Tünellerin yeni kazılmış gibi göründüğünü fark edince bunların kaçış tünelleri olabileceği aklıma geldi. Fakat tüneller kusursuz bir yuvarlaklıktaydı. Belki hâlâ kuzeydeydik ve bir şekilde kaçış tünellerine ulaşmıştık. Buradan mekânı dürerek tekrar cihazın olduğu odaya gitmeyi düşündüm. Ajanın elini tutup adım attım ama tüneli terk edemediğimizi anladım.
Do Hyun elini tutan elime bakarak, "kusura bakma Mert, tipim değilsin" dedi. Bu söz ikimizi birden gülme krizine soktu.
"Biliyorsun yani mekânı dürmek için..."
"Mekânı dürmek ne demek?" diye sorduğunda, Do Hyun'da göründüğünden daha fazla gariplik olduğunu fark ettim. Benim yeteneğimi öğreneli çok zaman olmuştu.
"Bunu hatırlamıyor olamazsın dostum. Bu konuda basın konferansı bile verdim."
Ajan bana güldü. "Dalga geçme Mert, neden basın konferansı veresin ki. O kadar ünlü olduğunu sanmıyorum."
Sanırım benimle kafa buluyordu. Daha fazla vakit kaybetmemek için tünellerde ilerlemeye başladım. Beni takip ettiğini duyabiliyordum ama biraz arkamdan geliyordu. Tavan boyumuzdan yüksek olduğu için eğilmeden yürüyebiliyorduk.
Tahminen birkaç yüz metre gittikten sonra Do Hyun durdu. Ayak sesi kesilince ne olduğuna bakmak için ben de durdum.
"Neyin var dostum?" diye sordum.
"Sen kimsin?" diye sordu.
"Şaka yapmanın sırası değil Do Hyun."
"Adımı biliyorsun, ben neden seni tanımıyorum?"
Do Hyun bu şakayı fazla uzatmıştı veya şaka yapmıyordu. "Beni gerçekten hatırlamıyor musun? Sen Kang Ho'yu korumakla görevli ajansın ve bende Kang Ho'nun kızını kurtaran keşişim."
"Keşiş mi? Sende keşiş tipi yok. Üstelik Türkçe konuşuyorsun. Neden seninle Türkçe konuşuyorum."
"Çünkü ben bir Türküm Do Hyun."
Ajan birden gülümsedi. "Benim annem de bir Türk. Tanıştığımıza memnun oldum."
Bu iş gerçekten ama gerçekten beni ürkütmeye başlamıştı. Sanki ajan yavaş yavaş geriye dönük hafızasını kaybediyordu. Belki tünellerde soluduğumuz havada bir sorun vardı. O zaman ben neden etkilenmiyordum.
"Biliyor musun?" dedi. "Eğer sınavı geçersem bir ajan olacağım."
Daha da geriye gitmişti. Hızlanıp ilerlemeye devam ettim ama önce beni takip etmesini sağlamalıydım.
"Buradan çıkmak için sana ihtiyacım var dostum. Lütfen benimle kal ve çıkışı bulmama yardım et."
"Ajan olunca insanları koruyacağım. Sana yardım ederek başlayabilirim" diyerek kabul etti.
Ben hızımı arttırıp neredeyse koşar hale gelmiştim. Peşimden geldiğinden emin olmak için dikkatle dinliyordum.
"Anne lütfen, babamın yanına gitmek istemiyorum. Seninle Türkiye'de kalamaz mıyım?"
Do Hyun yere oturup gitmeyi reddeden çocuklar gibi ayaklarını yere vuruyordu. Sanırım çocukluk anılarına erişmişti. Annesinden neden ayrıldığını bilmiyordum ama kendi seçimi olmadığını öğrenmiş oldum.
"Do Hyun gitmemiz lazım."
"Adım Sadık" dedi. "Annem bana Sadık derdi. Güzel bir Türk ismiymiş."
Herhalde Türkiye'de kaldığı zamanlarda Sadık olarak çağrılıyordu. "Peki Sadık hani çıkışı bulmama yardım edecektin hatırladın mı?"
"Neden çıkışa gitmek istiyorsun ki, buranın çıkışı yok."
Bunu nereden bildiğini soracaktım ama tartışma başlatmanın bir faydası olmayacağını bildiğimden sormadım.
"Ben buranın bir çıkışı olduğuna inanıyorum. İstersen biraz bekle, çıkışı bulunca geri dönüp seni alırım."
"Öğretmenim Buşra benimle dalga geçiyor. Gözlerim çekik diye sen Japonsun diyor. Ben Japon değilim, annem benim Koreli olduğumu söyledi."
İlkokul dönemlerine inmişti. Burasının havasından değilse, bu problem Do Hyun'un kendisinden kaynaklanıyor olmalıydı. Ben gücümü kullanamıyordum, o ise hayatı tersten yaşıyordu.
Hayatı tersten yaşamak! Bu düşünce bir çağrışım yaptı. Fakat neydi? Bir türlü bulamıyordum.
"An-ne! De-de!"
Olamaz! Bebekliğine kadar gerilemişti. Sorunun ne olduğunu bulsam çözebilecek gibiydim. Fakat çaresizlikten ağlama noktasına gelmiştim. "Allah'ım bana yardım et!" diye dua etmeye başladım.
Tünelin ucunda güçlü bir ışık yayılmaya başladı. Doğrudan bakamıyordum. Ajan ışığı görünce ayağa kalktı. Bana dostça sarıldı. Kulağıma, "üzgünüm dostum. Seni yarı yolda bıraktım" dedi. Onun bu ani değişimine anlam veremedim.
Işığa doğru yürümeye başladığında, yanına gitmek istedim ama ayaklarım bana itaat etmiyordu. Geri dönüp bana son kez baktı.
"Bedenimi orada bırakmadığın için sağol dostum. Ailem sana minnettar olacaktır."
Işığa yaklaştıkça bazı siluetlerin onu çağırdığını gördüm. Onlara yaklaştıkça Do Hyun'un görüntüsü de bulanıklaştı. Bir süre sonra ışıkta kayboldu ve ışık geldiği gibi aniden gitti.
Karanlıkta bir başıma kalmıştım. Fenerin ışığının neden söndüğünü anlamak istiyordum. Etrafın loş bir ışıkla aydınlatıldığını fark ettiğimde, artık tünelde olmadığımı anladım.
Duvarın üzerinde fosforlu bir ışık anahtarı olduğunu görüp bastım. Odayı aniden aydınlatan ışıkla gözlerim kamaştı. Işığa alıştığımda çevreme baktım. Cihazı ve Do Hyun'u yerde gördüm. Cihazı geri getirmeyi başarmıştım ama dostumu getirememiştim. Daha doğrusu sadece bedenini geri getirmiştim.
Emin olmak için şah damarına elimi koyduğumda, nabzının atmadığını anladım. Dostumu kurtarmıştım ama ölmesine engel olamamıştım. Işığı gören ajanlar kapıyı açtıklarında, içerideki manzara yüzünden şaşırdılar.
"Çok üzgünüm, Do Hyun'u kurtaramadım" dedim. Sanırım Türkçe söylediğim için anlamadılar. Fakat yüzümdeki ifade her şeyi anlatıyordu. Bir ajan benim gibi Do Hyun'un nabzını kontrol etti ve öldüğünü onayladı.
İçeriye seslenip cihazı almalarını söylediler. İki ajan ise Do Hyun'un bedenini kaldırıyordu. Bulunduğum yere çöktüğümde, birisi yanıma yanaşıp iyi olup olmadığımı sordu.
"İyi değilim, olmakta istemiyorum" dedim. "Yalnız kalmak istiyorum lütfen" diye rica ettim.
Oda boşaldığında, başımı öne eğerek ağlamaya başladım. Dostumun son anlarına tanıklık etmiştim. Tünelde yaşadığımı sandığım olaylar, Do Hyun'un zihnindeki son anlarıydı. Onunla paylaşma imkânım olmuştu. Nasıl olduğunu bilmesem de, bu anları onunla paylaşabildiğim için mutluydum.
Cihazla birlikte dönmeye çalışırken ölmüş olması, bu anları paylaşmamı sağlamış olmalıydı. Hacı Anne yanımda olup bana bunları açıklayabilseydi ne güzel olurdu.
Şu an astral seyahate çıkamayacak kadar bitkindim. Deliksiz uyusam, uyandığımda her şey bir rüya olsa, ne güzel olurdu.
Bu aslında eğer ve keşke demek kadar kötü bir şeydi. Allah'ın kazası yerine gelmişti. Bunun değişmesini istemek Allah'a isyan etmek olurdu.
Şu an yapmam gereken en mantıklı şey, biraz dinlendikten sonra Do Hyun'un Türkiye'deki ailesine ulaşmaktı. Bu dostum için yapacağım en son görevimdi. Cenazenin nereden kaldırılacağına karar vermelerini bekleyip, ailesi ile buluşmasını sağlamalıydım.
Akan gözyaşlarıma izin verip dostumu sevgiyle uğurladım. Kısa zamanda çok yakınlaşmıştık. Yu-Mi'den sonra Kore'deki en sevdiğim insan olmuştu. Şu an Yu-Mi'nin kollarında olmak ve teselli edilmek istiyordum.
Bilinçaltım beni adım bile atmadan Yu-Mi'nin odasına götürdü. İlk defa böyle bir deneyim yaşamıştım. Yu-Mi odasında uyuyordu. Sevgiyle yüzünü okşadım. Gözünü açtığında bir an için bağıracağını sandım ama gece lambası ışığında beni tanıyınca gülümsedi.
Neden buraya geldiğimi bile sormadı. Elimden tutup yanına çekti. Sarılıp kulağıma güzel sözler söyledi.
"Do Hyun öldü" dedim.
"Senin sağ döndüğüne sevindiğim için kötü biri olmalıyım. Dostun için üzgünüm" dedi ve bana daha sıkı sarıldı. Başımı onun boynuna gömüp ağlamaya başladım. Bu gece çok ağlayacağım belli olmuştu.
Yu-Mi anlayışla sarılıp saçlarımı okşamaya başladı. Sanırım kollarında uyuyakalana kadar bunu yapmaya devam edecekti.
-DEVAM EDECEK-
Son Not: Yazarken ve düzeltme için okurken çok ağladım. Beni bu kadar etkilediyse sizi de etkileyeceğini umuyorum. Do Hyun sevenler, yorumlarınızda üzüntünüzü benimle paylaşır mısınız?
Yayımlanma tarihi: 05.10.2015
Kelime sayısı: 1327