NEFES

Por tukenmisyazar

57.1K 3.6K 828

Toprağın hayat, yaşamın ölüm koktuğunun farkında mısın, küçük çocuk? Más

Önsöz
0. Başlangıç ♣
1. Benim Hikayem ♣
2. Cehennem Sıcaklığı ♣
3. Yardım ♣
4. Dengesiz ♣
5. Ufuk Çizgisi ♣
6. Aşılamayan Aptallık ♣
7. İyiliklerin Sebebi ♣
8. Emanet ♣
9. Alakasız İnsanlar ♣
10. Meydan ♣
11. Kıyamet ♣
12. Gülümseme ♣
13. Kanser ♣
15. İyi Biri ♣
16. Mavi ♣
17. Ruhsuz ♣
18. Çökük ♣
19. Güzel Vedalar ♣
20. Merhamet ♣
21. Tutku ♣
FİNAL
♣♣♣

14. Sessizlik ♣

930 85 17
Por tukenmisyazar


Kaç saniye kol kola girerek dakikaları, kaç dakika sırt sırta verip saatleri doğurmuştu, bilmiyordum. İçinde bulunduğumuz arabanın kime ait olduğuna ve nerede bulunduğumuza dair en ufak bir fikir tohumuna da sahip değildim. Zihnimin ortasına oturup ötelenmeyen tek bir düşünce vardı ki, bunu ayık bir kafayla hatırladığım zaman kendimi aşağılık biri olarak görecektim ama şu an Deniz'e sarılıyor oluşum, her türlü sıfata göğüs germeye değerdi.

Bir eli omzumda özensizce duruyor, diğer eli rüzgârı okşar gibi camdan sarkıyordu. Beni sıkıca tutmamıştı, tenime değen elleri sahiplik içgüdüsünden çok uzaktı. Onun yerine kafasını benim kafama yaslamıştı. Dökülmeye pek hevesli sarı saçlarım, onun simsiyah tutamlarının arasına karışmış; soğuk tenim, onun yanan ruhunun alevinden peydahlanarak ısınmaya başlamıştı. O kadar güzeldi ki bu an, ölmeyi diledim. Üstüne başka bir şey daha yaşamadan, gözlerimi kapattığımda boğazıma bir yumru oturtacak görüntünün sahibi Deniz olsun istedim. Tek bir koltukta iki kişi oturup kafa kafaya verdiğimiz bu buruk adamın kokusu, eksik kalan boşluklarımı doldursun; bu adamın yıllanmasına sebep olmuş yaşanmışlıkları, benim yaşanmayacaklarıma adansın istedim.

Sanki birbirine değen kafalarımız, aynı düşünceyi paylaşıyormuş gibi tam ben konuşacakken fısıldadı. "Gelecek için ne düşünüyorsun?"

O böyle konuştukça yıllar önce rafa kaldırdığım bir kitabın tozlu sayfalarına kuvvetlice üflenmiş gibi hissettim. Bu gibi geleceği avuçlayan konuları mühürleyip el sürmeyeli ne kadar oluyordu sahi? Hayallerimden vazgeçeli ne kadar oluyordu?

Ciğerlerime dolan nefes, bir an içimde patlar gibi oldu. "Hiçbir şey."

Renksiz bir gülümsemeyle, "Birilerinin her şeyi olmak varken, kimsenin hiçbir şeyi olmak mı istiyorsun?" dediğinde gecenin karanlığına meydan okuyan gözleri, bana döndü.

O gözlerle karşıladığım zaman dilimin ucuna gelen her kelime devrilip parçalanıyordu.

Derin bir nefes alırken, "Kimse beni her şeyi yapacak kadar çaresiz değil," diyerek homurdandım. Gerçek bir ayna gibi önümde duruyorken aksini iddia etmemin bir anlamı yoktu.

Deniz'in bakışları gözlerime değdiğinde, kendimi geri çekme fikri istemsizce aklımda belirdi. Sert ve içinde zerre kadar yumuşaklık barındırmayan buzdan bakışları, beslendiği öfkeyle yüzümde dolaşırken; yüzlerimizin arasındaki mesafe bana arafı anımsattı. Geri çekilmek Cennet, ilerlemek Cehennem.

"Kendini bu kadar küçümsemediğin bir zaman, dünyadaki en çaresiz adam bile olabilirim." dedi Deniz Günsur ve aklımı bulandıracak kelimeleri ardı ardına sıraladı. Bir silahından namlusundan taşan kurşun misali her bir kelime, benim fikirlerimi paramparça ederken saçılan barut kokusu burnuma doldu.

Deniz çevik bir hareketle omzumdaki elini çekip yerime geçmemi söyler gibi yerinde hareketlendi. Üzerimdeki şaşkınlık elbisesini soyunamadan kendi koltuğuma geçerken sessizliğe gömülmeyi seçtim. Açıkçası şu an onun ne dediğine odaklanacak kadar kendimi toparlayamıyordum çünkü aklım tamamen bulutların üstündeydi; diğer her şeye silik bir perdenin arkasından bakıyor gibiydim.

Deniz arabayı çalıştırıp hafif sesli bir müzik açtı, müziğin yanı sıra arka fondan bir adamın radyoculuk yaptığı bir kanaldı. Adamın tuhaf sesi ikimizin arasını kaplarken, Deniz'e olan tüm duygu ve düşüncelerim birbirine karışmış hissi veriyordu. Ondan nefret mi ediyordum, yoksa geçirdiğimiz vakitler gizliden gizliye hoşuma mı gidiyordu? Mantıklı tarafım ilk seçenek için yalvardı.

Karanlık çöküp güneş yavaşça arabanın camlarını baltalamayı bırakırken önümüzdeki yol gözümde büyümeye başlamıştı, Deniz'in içtiği onca içkinin nereye gittiğini de merak ediyordum açıkçası. Alkolün tesirine maruz kalmamış gibi açık ve dik duruşuyla, direksiyonu gayet sağlam tutuyordu. Oysa ben daha gram bir şey içmeden yıllardır içkiciymiş gibi kafayı bulmuştum.

Anlık bir arzunun dürtüsüyle, "Senin gelecek için planların neler?" diye sordum. Kelimeler havaya karışırken içime de pişmanlığın sızıları yerleştirmişti. Ona soru sorduğum her anın kaderi, kelimelerimin ve Deniz'e ait iyi niyetlerimin kana bulanmış bir görüntüsüyle sonlanıyordu.

Deniz, bu sorunun cevabına olan merak açlığımı uzun bir süre cevap vermeyerek doyurdu Ardından mekanik bir hareketle, yüzünü bana çevirdi. Arabanın ne tarafa gideceğini biliyormuş gibi önüne bakmadan gözleri beni izlerken, herhangi bir uyarıda veya kazanın eşiğinde olduğumuza dair zırvalıklar da bulunmadım çünkü onun doğruyu yaptığına dair bağlı olduğum bir inanç vardı.

Önüne döndü.

"Bunun cevabını görüştüğümüz son gün vereceğim." dedi kesin bir dille ve hemen ardından yüzüme tatmin olmamış bir ifade yayıldı. Beni geçiştirmeye çalışıyordu.

"Peki, o günün geldiğini nasıl anlayacağız?" dedim keyifsiz bir ses tonuyla. Gözlerimin içi acımaya başlamıştı, yoğun ışık darbelerinden sonra objeleri seçebildiğime bile seviniyordum açıkçası. Her şeyi puslu ve küçük noktalar halinde görmemem şans meselesiydi.

"İkimiz de o günü biliyoruz," diye fısıldadı usulca. Söylediğinin altında yatan kirli anlamları temize çıkarmayı denemedim, zaten ucu tamamen karanlık bir anlama değiyordu. Öleceğin zaman demek yerine, o gün diye isimlendirmişti. Tıpkı benim yakında gözlerimin kapanıp tenimin eskisinden çok daha beyaz görüneceğini söylemem gibiydi.

"O gün geldiğinde, yanımda olacaksın yani?" diyerek yine kendi kişiliğimden bir parçayı gözler önüne serdim. Bardağa dolu tarafından bakma, felsefesine o denli ayak uydurmuştum ki; artık kendime bomboş bardağın bile susuzluğumu gidereceğine inanan hastalıklı bir düşünce yapısı oluşturmuştum.

Yolun ucunda hastane binası yükselirken arabanın camına iri yağmur damlaları dökülmeye başladı, gri dumanlar gibi gökyüzünü kaplayan bulutlar sanki bu akşam beni kaleme almıştı.

"Yanında olmam bir şeyi değiştirir mi?" Bakışları yolu izliyor olsa da, mavi gözlerin ardında yanan alevi hissedebiliyordum. Alevlerinin dansı gözlerine yansıyor ama buzdan bakışlara el süremiyordu.

Arabayı hastanenin otoparkına sokarken ön camdan akan yağmur suları yüzünden bir adım ötesine bakmanın imkânı yoktu ama o eliyle koymuş gibi arabaya uygun boş bir yer buldu ve motoru durdurur durdurmaz arabadan çıktı. Üzerimdeki yazlık kıyafetlere aldırış etmeden ben de çıktım ama ayağım yere bastığı an bunun planladığım en kötü fikir olduğunu düşünmüştüm.

Kıyametin elçileri yeryüzüne dökülüyormuş, gökyüzü alacağını istiyormuş gibi ardı ardına şimşeklerin arasında yaşama dair net bir şeyi seçebilmek neredeyse imkânsızdı. Kurşun misali tenime vuran damlalara inat hızla hastanenin girişine koştum, Deniz ise arkamdan geliyordu ve adımlarında telaşın sebep olduğu bir sekte yoktu. Güneşli bir günün keyfini çıkarırcasına çenesi yukarıda, alnı göğe dönük yürüyüşü tarif edemeyeceğim bir duyguyu damarlarımda yüzen kana üflemiş gibiydi.

Gecenin karanlığı tarafından esirgenen adam yavaşça içeriye yürürken onu cam duvarlardan izledim. Üzerindeki ıslaklığı yük saymadan kapıdan geçerken griyi solumuş gün renginin içinde, sanki gözleriyle var olmuş gibiydi. Mavinin öyle katıksız bir tonuyla yıkanmıştı ki gözleri, göz kapaklarına dokunsam parmaklarıma mavi mürekkep bulaşır korkusu doluyordu içime.

"Ne bekliyorsun? Odana gitsene." diyerek çenesinin ucuyla merdivenleri gösterdi. Sırılsıklam halime aldırmadan onu beklememin tek sebebi yarım kalmış bir muhabbeti, bir soruyu içimden geldiği gibi noktalamak istememdi.

"O son günde, yanımda olman bir şeyi değiştirir mi dedin ya." dedim ağzımdan taşacak hislerle. "Sen yanımda olursan o güne son demem ben."

Dişlerini sertçe sıktığı için yüzündeki kaslar gerildi. "Belki de yanında olduğum için o gün yaklaşıyordur."

Dışarıda kopan sembolik kıyametin esintileri hastanenin duvarlarında ıslık çalarken, boş koridorda duyduğum tek ses buydu. Doğanın da içimdeki korkuya, telaşa bizzat şahit olmuş gibi benimle birlikte gözyaşı döktüğünü düşündüm; benim içimde kopan fırtınalar, Tanrı'nın emri ile somutlaşmıştı.

Danışmanın çaprazına, merdivenlerin başucuna dizilen misafir koltuklarından birine oturdum, kafamda binlerce düşünce dört dönüyordu ve her birinin bana fazlasıyla yükü vardı. Düşünmeden duramıyordum, gereksiz olan her şey orada bir düğüm haline gelene kadar birikiyordu. En sonunda düğüm olduklarında ise, tırnaklarımı kanatma pahasına onlar çözmem gerekiyordu.

Perişan bir ses tonuyla, "Deniz..." diye fısıldadım. Bir gün böyle bir anın geleceğini, demlenen acı dolu hislerimin su yüzüne çıkıp beni dibe sürükleyeceğini biliyordum ama üst üste dizdiğim hayal kırıklıklarımı Deniz'in önünde açmayı hiç düşünmemiştim.

Ellerimle yüzümü kapatırken, dudaklarımdan hıçkırıklarla birlikte yürek acıtan sözler aktı. "Deniz, ben ölmek istemiyorum. O günü istemiyorum."

Gözyaşlarının yanaklarıma doğru aktığını, gerisinde bıraktığı her ıslaklıkta canımı yaktığını hissettim. Zaman yaklaşıyordu ve bana doğru koşan ölüm durdurulamayacak kadar hızlı, def edilemeyecek kadar güçlüydü. Pençelerinde son nefesini vereceğim ölümün, bir annenin şefkatiyle beni öpmesine az kalmıştı.

"Herkes bir gün ölecek deme bana." dedim boğuk sesler arasından. O kadar çok gözyaşı akıyordu ki yanaklarımdan, bir an tuzlu suyla dolu bir havuza düştüğümü sandım. "Herkes bir gün ölecekse, ben niye her gün ölüyorum?"

Cevap vermediği için yüzünde gizli yanıtlar aradım ama çelikten ifadesi, tek bir cümle bile sunmuyordu.

"Sen de susuyorsun, herkes susuyor. Niye? Neden ölüm lafını duyduğunuzda susuyorsunuz! Öleceğim işte. Öleceğim. Herkes gülerken öleceğim." diye bağırdım. Boğazımda sıkışan bir şeyler vardı, aldığım nefesler geri dönmek ister gibi boğazımı acıtıyordu.

Sustu. Yüzünde boş bir ifadeyle, biraz ötede durarak tek kelime etmedi.

"Çocuğum olmayacak. Anne olamayacağım." dedim hırsla. Bugüne kadar topladığım tüm avuntular parça parça dökülüyordu. "Deniz ben ne olacağım?"

O an sessizlikten nefret ettim. Gürültüler altında ezilmiş acıların, körelmiş hislerin her biri sessizlik vaktinde kovuğundan çıkıyordu ve o zaman gerçekten bir ruhun soluklarını zahmetsiz sonlandırabiliyorlardı.

"Öleceksem neden daha fazla uzatıyorsunuz?" dedim titreyen sesimle. Titreyip zavallı görünmeme yol açan yalnızca sesim değildi, ellerim, ayaklarım, dudaklarım da titriyordu. "Öldürün beni. Daha fazla eziyet çekmeyeyim."

Boğazın acıyana dek ağlamak. Ciğerlerimin aldığım nefesten ağrıdığı, gözlerimin hiçbir şey seçemediği o ana dek ağlamak. İçi boş bir teneke kutusu hissedene dek ağlamak. Beynim o kadar uyuşmuştu ki, artık iki kelimenin yakasını bir araya getirecek cesaretim bile yoktu. Tam o an önüme sunulacak tüm ölümlere hazırdım ama bu benim isteklerime göre değildi, ölüm birden benden uzaklaşıp en mutlu olduğum anda geri gelecekmiş gibi gitmişti.

Deniz, insanların zaman dediği dalganın bendeki her şeyi süpürmesini bekledikten sonra yanıma oturdu ve beni kucağına çekti. Şu an birinin sesini duysam bile istifimi bozamayacak kadar kırgındım; bu yüzden usulca Deniz'in omzuna başımı koydum ve bacaklarımı iki yanından sarkıttım. Bedenim hala hıçkırıklarla sarsılırken, kalbimin üstüne saplanmış kırıklar canımı acıtıyordu. Geleceğime tutulan aynayı biraz önce kendi ellerimle parçalamıştım ve öç alır gibi kalbimin üstüne çöreklenmişti.

Deniz'in elleri saçlarımda gezindi. "Öleceksin."

Acımasızca fısıldaması, diğerlerinin yalanları haykırmasından daha iyi hissettiriyordu. Beni gerçeklikten uzağa taşımak yerine, var olan doğruyla yüz yüze getiriyordu.

"Öleceğim." dedim burnumu çekerken. Hoş bir görüntü olmayabilirdi ama umursamıyordum, bu zamana kadar hoş göründüğüm için bir plâkete layık görülmemiştim.

"Ama düşündüğün gibi ölmene izin vermem, anlıyor musun?" dedi elini sırtımda dolaştırarak.

"Çocuğum mu olacaksın, Deniz? Çünkü çocuksuz öleceğimi düşünüyorum." diye mırıldandım ama seçtiğim kelimelere kıyasla keyifsiz bir tonda konuşmuştum.

Omuzlarımdan tutarak kendinden biraz uzaklaştırdı ve gözlerimizi hizaladı. Berbat gözüktüğümü tahmin ediyordum ama normalde de takdirlik bir halim olmadığı için aldırmadım, Deniz alışıktı.

Deniz iç gıdıklayıcı bir şekilde gülerken, "Senin hiçbir şeyin olmayacağım ama sen kendinin her şeyi olacaksın. Kendine yetebilirsin, Ada. Anne mi olmak istiyorsun? Ol. Acının annesi ol, gözyaşının annesi ol, ölümün annesi ol." diye fısıldadı. Onu dinlediğimde kalbimdeki parçalar eriyerek hiçliğe gömülüyordu.

Devam etti. "Bir çocuğun annesi olursan, o çocuk en sonunda ölür ama acının annesi olursan; acı asla ölmez. Acı son ana dek var olur. Gözyaşı son ana dek var olur. Sen öyle bir şeyin annesi ol ki, bu dünya seni defterinden silemesin."

"Peki ya, hiç mi beni seven birine rastlayamam? Kendi kendimi mi seveyim?" dedim derin bir iç çekişle. Sevginin çukur kazdığı o boşluk, hep öyle mi kalacaktı?

Gözlerini hiç kırpmadan yüzüme bakarken, en ufak bir pürüz bulundurmayan yüzü bir kez daha adaletsizlik kelimesinin harflerini kulağımda çınlattı. "Bu konuşmayı ilk ve son kez yapıyorum, küçük güçsüz kız. Birinin seni sevmesini mi istiyorsun?" Tiksinir gibi kaşlarını çattı. "Seni öperken, dudaklarından aşk sözleri dökülmesini mi istiyorsun? Seninle sevişmesini mi istiyorsun?"

Yanıt vermem için sustuğunda, ensesinde duran elimi geri çekerek kendimi ondan uzaklaştırmayı denedim ama kucağında hareket edişimden rahatsız olarak bacaklarımı sabitledi. "Kıpırdama ve cevapla."

Tuzlu gözyaşlarım kuruyunca kırışan yüzümü ondan saklamak istedim ama biz bizeydik, kaçacak fare deliği yoktu. Onun kucağında, bir parmak mesafesi boşlukla oturuyordum ama bunu kafama taktığım söylenemezdi; aksine bomboş ve hisleri sökülmüş gibi hissediyordum.

"Normal olan da bu değil mi? Diğerleri bunu yapmıyor mu?" dediğimde, Deniz'in yüzünde bana acıyan katıksız bir ifade belirdi. Konuşmalarımı dikkatle dinlemesine rağmen sonunda verdiği tepki, her zaman kendi düşündüklerinden açık veriyordu.

"Sevgiyi ya da senin aşk olarak düşündüğün şeyi, bir bedende, diğerlerinde aramamalısın. Karşındaki deli adamın, bildiği tek doğru bu. Ağaçlara âşık ol, ölüme âşık ol, kansere âşık ol ama diğerleri olma." diyerek gülümsedi.

Her zamanki gibi onun tebessümüne karşılık veremedim çünkü aklımda başka bir fikir dönüyordu. Konuşmadan önce büyük bir kumar oynayarak gözlerinin içine baktım, hiç tereddütsüz. "Peki, birinin gözlerine âşık olabilir miyim?"

"Çok büyük bir hata olurdu," dedikten sonra Deniz de benim oynadığım kumara ortak oldu ve yüzündeki tebessümü yok ederek bakışlarını bana dikti.

Dilimin ucunda zehre dönüşen kelimeler, konuşmamla birlikte ortalığa saçıldı. "Tecrübeli gibisin."

"Oldukça," diye fısıldadı ve birden beni kucaklayarak ayağa kalktı. Refleksle omzuna tutunduğumda yanı başımızdaki merdivenleri tırmanıyordu. "Bir aralar insanların çürüyecek bedenleri yerine, ölümsüz kalacak ruhlarına âşık olma felsefesine uyuyordum."

Biliyor olmama rağmen, "Sonuç?" diye sordum.

"Hepsinden tiksindim. Yaklaşık olarak beş yaşımdan beri." dediğinde gülmeden edemedim. Çok değil, birkaç dakika öncesinde yaşlarla dolan gözlerime, şimdi neşe duygusu hâkimdi ve bunu başaran Deniz'di. Üstelik tek bir yalan söylememişti, avutmamıştı.

"Deli değilsin," dedim pat diye ve ilk defa Deniz'in tökezlediğine şahit oldum. Ayağı merdivenlerin birine kısa süreli olarak takılsa da hemen toparlayıp devam etti ama o anlık sekteye uğrayışında yüzünde beliren ifadeyi, zihnime kazımıştım. Gülüşü solup yerini düz çizgi halinde renksiz dudaklar almış, mavi gözleri kararıp saniyelik bir karartıyla siyaha bürünmüştü; Deniz bir duygunun varlığını hissedip şaşkınlığa düşmüştü ama hangi duyguydu, bilmiyordum.

"Bir daha bu konuyu açma," dedi huysuzca. Odamın bulunduğu kata gelince beni kucağından indirdi. "Benim halletmem gereken işlerim var, sonra görüşürüz. O zamana kadar, ben artık öldüm pozlarından da kurtul."

Aklımda sinsice dolaşan yeni fikirlere aldırmadan, "Tamam, görüşürüz." fısıldadım. O merdivenleri tekrar indiği sırada, ıslak kıyafetlerimi değiştirir değiştirmez yapacağım ilk şey Sedat Bey'e ufak bir ziyaret olacaktı. Artık Deniz ve hastalığıyla ilgili şeyleri tamamen gün yüzüne çıkarmanın vakti gelmişti.

Seguir leyendo

También te gustarán

5.3K 365 5
Yıllar sonra gerçek ailesine kavuşan Mihriban Ayaz Soyder... yıllar sonra gerçek kızlarına kavuşan Karahanlı ailesi... geç kalınmış hayatlar... hasta...
400K 21.7K 46
Şanlıurfa ☞ Muğla 0546****; Fotoğraf* 0546****; Belli ki bu yoldan yürümüşsün... 0546****; Yoksa etraf böyle çiçeklenmezdi. İlsu; Var öyle marifet...
1.6M 36K 44
Tam sınıftan çıkıcaktım ki gelen sesle dikildim kaldım."sen kal ada yapamadığın son soruya bakalım" OLUR OLUR HOCAM BAKALIM. Dırırııırıırıfırı Canı...
6K 31 1
Evvelâ Vatan... Tam o anda omzuna dayanan bir ağırlık hissetti. Bu ağırlığa aşinaydı, uzun zamandır hissedememişti bu ağırlığı. Deyim yerindeyse dah...