KUTSAL YA DA BEYAZ

By Grimoiress

5.6K 1.7K 1.1K

Arada gri olmadan, başka tonların katılmadığı... Sahnenin sadece iyi ve kötüye yer ayırdığı... Siyahın yerini... More

ÖN SÖZ
1 ∞ Başlangıç
2 ∞ Gölge
3 ∞ Tanışma
4 ∞ Geçmiş hatıralar
5 ∞ Lily
6 ∞ Geçmişin bedelleri
7 ∞ Nefret tohumu
8 ∞ Kan bağı
9 ∞ Anlaşma
10 ∞ Kanlı sanat
11 ∞ Yüzleşme
12 ∞ İkilem
13 ∞ Amansız mücadele
14 ∞ İçsel savaşlar
15 ∞ İlk veda
16 ∞ Yeni baştan
17 ∞ Tuzak
18 ∞ Ateşkes
20 ∞ Lotus

19 ∞ Şah Mat

198 65 2
By Grimoiress


_____________________________________________

Jayden'ın ağzından;

Şayet, taşıyorsam soğuk bedenimde bir ruh,

Ruhumu var eden tek kadına, benim eşsiz sevgilime, en sevdiğim rengime, turuncuma...

 Binlerce kez hürmetle eğiliyor, selam veriyorum.

Lily...

Ellerimden kayıp giden, toz bulutu gibi göğe yükselen ve yükseldiğinde yukarıda dönen melekleri bile güzelliğiyle kıskandıran, eşsiz sevgilim... 

Seni son kez sonsuzluğa uğurlarken, kalbimdeki sevginle vedalaşıyorum...

Kalbimin derinliklerinden süzülen yaşların gözlerimden aktığını biliyorum ve acı hissediyorum. Fakat artık sana veda etmek zorundayım... Bu çok zor ama buna mecburum.

Olurda bir gün bende gözlerimi kapatırsam, lütfen beni orada karşılamayı unutma.

Tıpkı seni her gece, evimiz olan nehirde karşıladığım gibi...

10:30

Dün gece Matthews malikanesinde kardeşim Luke'un verdiği ziyafetten sonra, nehir kenarına kurduğum derme çatma malikaneme geri dönmüştüm.

Çok büyük bir aradan sonra kardeşimle aynı masaya oturup kadeh kaldırmış olmak, beni geçmişe ve üstü tozlanmış zamanlara götürmüştü.

Eskiden kardeşim Luke ile birlikte Hodrick'in verdiği binlerce davete katılır, her yere birlikte gider, hiç ayrılmaz ve çoğu zaman zıtlaşsak da bu zıtlığı gülerek şakalara vururduk. İşte dün gece verilen yemek ziyafeti, bana o günleri buram buram hatırlatmıştı.

Açıkçası, anımsadığım her anı, çok mutlu olmamı sağlamıştı. Çünkü eski günlere ait her yaşanmışlık gözlerimin önünden geçmiş ve adeta masada birleşmişti. O an, sanki zamanda yolculuk yapmış gibi hissettim. Aslında o masada sadece kardeşimle değil, en değerli hatıralarımla da bulundum. Ve dün gece, hayatın bize bir kez daha göz kırptığını fark ettim.

Üstelik, Giselle'in beklenmedik bir anda bana sunduğu merhametli affı da üstüne eklenince, gecenin bende oluşturduğu mutluluk ikiye katlanmıştı. Doğrusu bu af, ondan hiç beklemediğim bir aftı. Fakat Giselle vicdanlı bir kadındı, üstelik insan ırkından olmasına rağmen. O, bir insan için beklentilerimin de ötesinde, büyük bir olgunluğa sahipti.

Zira bizim ırkımız yüzyıllarca kan emici yaratıklar olarak anılmış, hatta çoğu zaman keyfi olarak insan ırkıyla beslenmiş, acımasızlıklarla zımparalanmış, vicdan içeren tüm duygulardan mahrum kalmış, iyilikten çoğu zaman feragat etmiş ve insan ırkı için her yerde lanetli şeytanlar olarak lanse edilmişti.

Doğrusunu söylemek gerekirse, hepsi de doğruydu. Bizler oldukça kötü varlıklardık... 

Hatta ırkımızı özetlemek gerekirse, her birimiz hem ölümsüz hem de soğuk kanlı birer seri katildik...

Fakat Giselle, insanlar arasında ilk defa bizim ruhumuzu analiz etmeye ve bizi anlamaya çalışmıştı. Ve anlamıştı da...

O, bizim ruhumuzun en derinlerinde yatan acıyı görebilmişti...

Komiktir ki, kendi ırkıma mensup bir çok vampir asırlardır yaşamalarına rağmen Giselle'in gördüğünü göremeyecek kadar kördü. Bu nedenle Giselle'e olan saygım bir kat daha artmıştı. 

Vampir ırkının en karanlık yüzünü kasabada çıkarttığım yangınla görmüş ve sonucunda bütün ailesini kaybetmiş olan Giselle, bütün bunlara rağmen bizim gibi varlıklarında acı çektiğini, ve çektiği acı sonucunda katliam yarattığının bilincindeydi. Sanırım Giselle, insan ırkında binlerce yıldır ilk defa ve en çok saygı duyduğum insandı.

Dün geceyi hatırladıkça yüzümde istemsizce oluşan tebessüm, bu sabahın erken saatlerine kadar sürmüştü. Fakat odama kadar gelen gün ışığı ve nehrin sesi, bana Lily'i hatırlatıyordu.

Eskiden sabaha karşı odamın her perdesini kapatır, gün ışığından saklanır ve kendimi karanlığa gömerdim. Şimdi ise, perdesi dahi olmayan cam pencerelerden gün ışığının içeriye girmesini izliyor ve tıpkı Lily'nin saçları gibi yüzüme doğru süzülmesine izin veriyordum.

İnsanlar çoğu zaman bizlerin gün ışığından kaçtığını, hiç birimizin ışığa çıkamadığını ve karanlıkta yaşayanlar olduğumuzu söyler durur... 

Hah, baya komik... Sağdan soldan duydukları saçma bilgilerle veya söylemlerle, izledikleri komik vampir filmleriyle ya da oradan buradan okudukları bir takım yazılarla, bizleri böyle tanımaları, oldukça gülünç... 

İnsan ırkı işte... Ne kadarda önyargılı, ne kadarda cahil bir ırk...

İşin aslı şudur ki; Bizler sadece seçim gereği karanlıkta duranlarız. Dilediğimiz zaman seçimimizi değiştirir ve ışığa yansırız... 

Misal, gündüzleri parlamaktan göz kamaştıran Güneş'in, geceleri yerini Ay'a verdiği gibi...

Hem ne derler bilirsiniz, zamanla her alışkanlık değişir ve zamanla herkes değişir. 

Derin ve sesli bir iç çekişten sonra, üzerinde oturdum ramsey tipi siyah tekli koltuğa sırtımı yasladım ve nehre odaklandım. Benim vampir ordum, nehrin karanlık sularının altında ve mağaranın duvarlarında gizleniyordu. Ordum oldukça kalabalık ve bir o kadarda acımasızdı. Çünkü onların her birini kimsenin aklının alamayacağı kadar şiddetli eğitimlerimden geçirmiş ve acıya karşı duyarsız hale getirmiştim. 

Benim eğitimlerimde tek bir hata yapan dahi olursa, ordumda yer alamazdı. Zira ben ve Luke ismini dahi anmak istemediğim Hodrick denen adamın oğullarıydık. Ve onun bize ardından geriye bıraktığı tek şey yüzük olmamıştı. Hodrick arkasında bize bıraktığı yüzüğe sahip olmak isteyen milyonlarca gözü dönmüş vampir klanda bırakmıştı. Bu nedenle kardeşimle her zaman her şeye hazır olmalı ve kusursuzca savaşmalıydık.

Zira bizim üzerine bastığımız dünya büyük bir satranç tahtasıydı. Ve Luke ya da benim bu tahtanın üstünde yapacağımız tek kusurlu hamlenin bedeli, ölümle sonuçlanırdı.

Bugün tekrar Matthews malikanesine gitmeyi düşünüyordum. Oturduğum koltukta tek elimle saçlarımı geriye doğru tarar gibi düzelttim ve yavaşça ayağa kalktım. Nehir kenarına kurduğum malikanenin içerisi bomboştu. Birkaç koltuk, birkaç masa, birkaç içi boş kitaplık dışında hiç bir şey yoktu. Zaten olmasına gerekte yoktu, zira burayı dolduran tek şey nehir ve benim geçmiş anılarımdı.

Bulunduğum odanın kapısını açtıktan sonra, ordumun arasından seçtiğim kişilerle ormana çıktım ve hızla Matthews malikanesine doğru ilerledim.

YARIM SAAT SONRA

MATTHEWS MALİKANESİ

Malikaneye yaklaştığım zaman, arkamdaki ordumun ormanda durmasını ve ben içeriden çıkana kadar orada beklemelerini emrettim. Daha sonra malikanenin giriş kapısına doğru yürüdüm ve tam elimi kapıya tıklamak için kaldırmıştım ki, kapı kendiliğinden açıldı. 

Karşımda kardeşim Luke vardı ve beni asil bir şekilde selamlayarak karşıladı. Arkasında ise heyecanlı gözlerle bana bakan Abigail ile göz göze geldim. Abigail bana bakan gözlerini ona baktığım anda hızla kapıya doğru yaklaşan Maggie'ye doğru çevirdi.

''Benim gelmemi mi bekliyordunuz millet?'' diye sordum, hafif tebessüm ederek.

Luke, ''Ordum senin buraya geleceğini, bana birkaç dakika önceden bildirdi. Hoş geldin abi.'' dedi ve elini yavaşça içeriye davet eder gibi yukarıya doğru kaldırdı.

Kapıdan içeriye doğru adım attıktan sonra Luke ile birlikte malikanenin büyük salonuna doğru yürüdüm. Açılan salonun kapıları ardından içeriye girdiğimde, Giselle cam kenarında duran siyah renkli ve uzun josefin tipi koltuktan yavaşça ayağa kalktı. 

Giselle, ''Hoş geldin Jayden.'' dedikten sonra bana yaklaştı ve tam önümde durup elini uzattı.

''Hoş buldum Giselle, nasılsın?'' dedikten sonra bana doğru uzattığı elini sıktım.

Giselle, ''İyiyim, sen nasılsın?'' diye sordu.

''İyiyim.'' dedikten hemen sonra yanımda Abigail belirdi.

Abigail, ''Bugün seninle nehre gelebilir miyim? Buraya getirildiğimden beri, dışarıyı hiç görmedim. Nehrin resmini çizmek istiyorum ama göremediğim sürece hayal edemiyorum. Gelebilirim değil mi? Olur mu?'' diye sordu heyecanla.

''Hayır.'' diye cevapladığımda Abigail'a hiç bakmadan Giselle'e bakmaya devam ettim.

Abigail, ''Lütfen, sadece bir kere gelsem olmaz mı? Sana hiç zorluk çıkartmam, söz veriyorum.'' dedi ince bir sesle.

''Hayır dedim Abigail. Benimle birlikte nehre falan gelemezsin.'' dedim daha net bir tavırla.

Abigail, ''Neden hiç suratıma bakmıyorsun? Neden hep bana bu kadar kabasın? Ne yaptım ben sana?'' dedi üzgün ve öfkeli sesiyle.

''Abigail, etrafımda dolanmayı kes artık. Bana yaklaşma.'' dedim sertçe.

Abigail, ''B-Ben mi senin etrafında dolanıyorum? N-Ne demek istiyorsun?'' diye sordu titreyen sesi ile.

''Fark etmediğimi sanıyorsan söyleyeyim, ben nereye gitsem peşimdesin. Uzak dur.'' dedim keskin bir tonlamayla.

Abigail, ''D-Değilim!'' dediğinde, bakışlarımı gözlerine çevirdim. 

Abigail'in gözleri bir anda dolmuş ve yanakları kızarmıştı. Omuzlarında olan sarı ve kısa saçlarıyla gözlerini örtmeye çalışır gibi perçemlerini düzeltti. Abigail elinde tuttuğu bir kaç sayfa kağıdı yere atmış, koşturarak salondan çıkmıştı. Maggie ise arkasından gitmiş salonun kapısını kapatmıştı.

Luke, ''Tanrı'm...'' dedi, sesli bir iç çekerek. 

Giselle, ''Sizin konuşacağınız şeyler vardır. Bugün Luke ile stüdyo daireme gideceğiz. Luke, çıkacağımız zaman bana seslenirsin, Abigail'ın yanında olacağım.'' dedi ve Luke'a doğru baktı.

Luke, ''Elbette Giselle.'' dedikten hemen sonra Giselle'de salonun çıkış kapısına yürümüş ve salondan çıkmıştı.

Luke, ''Abi, Abigail oldukça hassas ve çocuksu bir ruha sahip. Ona karşı daha nazik olmanı bekliyorum. Biliyorsun, teyzemiz Slyvia denen kadın onu yetimhaneden alıp buraya getirdiğinden beri, malikanenin duvarları dışında hiç bir şey bilmiyor. Onunla konuşurken ses tonuna biraz dikkat et, çünkü o yeni doğmuş bebekten farksız bir kırılganlığa sahip.'' dedi, sakince.

''Farkındayım ama bazen bunu fark edemiyorum. Benden onu götürmemi istediği yer, nehir. Ve Abigail gerçekten sürekli etrafımda dolanıyor Luke.'' dedim hafif yüksek bir sesle.

Luke, ''Dün masada sana elleriyle tatlı yedirdiği zaman, kaç kez gülümsediğini bilmiyorsun ama neyse.'' dedi ve gülümsedi.

''Neyse ne artık Luke! Şu konuyu kapatıp kendimiz ile ilgili konulara mı dönsek?'' dedim ve sesli bir şekilde nefes verdim.

Luke, ''Elbette, elbette...'' dedi ve ensesini kaşır gibi arkasını dönerek gülmeye devam etti.

''Tanrı aşkına neye gülüyorsun?'' dedim sinirli bir şekilde ona doğru yürüyerek.

Luke, ''Hiç. Biraz sakin olsana abi.'' dedi ve elinde tuttuğu eski bir kitapla siyah tekli koltuğuna oturdu.

Karşısında duran diğer siyah tekli koltuğa oturup, onunla sıradan bir şekilde sohbet etmeye başladım. 

1 SAAT SONRA

Luke, ''Artık yavaştan kalkmam gerekiyor. Biliyorsun, bugün Giselle'i stüdyo dairesine götürmem gerekiyor. Alması gereken eşyaları alacak ve arkadaşı Carrie ile görüşecek. Akşam tekrar burada buluşalım.'' dedi ve yavaşça oturduğu koltuktan ayağa kalktı.

''Giselle artık seninle mi kalacak?'' diye sordum, şaşkınca.

Luke, ''Evet, benim yanımda kalacak.'' dedi, net bir tonla.

''Güzel haber. Öyleyse nehre geri dönüyorum, akşam tekrar burada olurum.'' dedim ve bende oturduğum koltuktan ayağa doğru kalktım.

Luke ile birlikte salondan çıktık ve birbirimize sarıldıktan sonra o Giselle'in yanına bense malikanenin dış kapısına doğru yürüdüm. Ordumun yanına döneceğim esnada bahçede öylece sessizce oturan Abigail'i gördüm. 

Dağın tepesinde bir yandan üşüyor ve üzerine giydiği kabana sarılıyor, öte yandan boş bir şekilde aşağıdaki uçsuz bucaksız ormanı izliyordu. Ve her şeyden önemlisi oldukça üzgün gözüküyordu. Yürüyeceğim esnada bakışlarını bana çevirdi ve aynı hızla tekrar ormana doğru baktı.

Ağır adımlarla ona doğru yürüdüm ve tam yanında durdum. Onun gibi bakışlarımı baktığı ormana doğru çevirdim ve sessizce durdum.

Abigail, ''Ne istiyorsun? Neden etrafında dolaşmasından bıktığın birinin yanına geliyorsun ki?'' dedi imalı ve üzgün bir ses tonuyla.

''Yoksa benimle nehre gelmek istemiyor musun?'' diye sorduğum anda üzgün gözleri birden parlamış ve heyecanla yerinde zıplamaya başlamıştı.

Abigail, ''İstiyorum!'' diye sevinçle bağırdı ve hemen ardından bana sarıldı. Bakışlarımdaki ciddiyeti gördüğü an aynı hızda bana sarılmayı bırakmış ve geri adım atarak gülümsemişti.

''İyi o halde, gel. Ama bu ilk ve son Abigail.'' dedim ve arkamı dönerek yürümeye başladım.

Abigail, ''Unuttuysan hatırlatayım Jayden, ben insanım! Uçurumun üstündeyiz. Bu dağdan yürüyerek nasıl ineceğim ki? Beni sırtına alsana.'' dedi kızaran yanaklarıyla.

Yürürken olduğum yerde durup derin ve sesli bir iç çektim. Yavaşça Abigail'a doğru döndükten hemen sonra tekrar yanına ilerledim.

''Tanrı aşkına tamam... Gel hadi.'' dedim ve hızla Abigail'ı sırtıma aldıktan hemen sonra ormanda bekleyen ordumla birlikte nehre doğru yola çıktım.

Nehre doğru giderken sırtımdan boynuma sımsıkı sarılıyor, hiç durmadan sorular soruyor, şarkılar söylüyor, etrafa bakıyor ve sürekli yavaş gitmemi istiyordu.

Abigail, ''Ben vampir olsaydım, sürekli koşu yarışlarına girer ve dünya rekorları kırardım. Ama hava bugün çok güzelmiş, keşke biraz daha yavaşlasan da ormanı izlesem.'' dedi ve şarkı mırıldanmaya devam etti.

''Abigail, arkamdan gelen ordumu görüyor musun? Ne söyleyeyim onlara, durun biraz Abigail ormanı izleyecek mi? Tanrı aşkına sadece sus ve nehre gidelim.'' dedim, sıkılgan sesimle.

Abigail, ''Bir sürü yeteneğin var ama çok sıkıcısın. Ayrıca hızın yüzünden rüzgar yüzümü kesecek gibi esiyor, sana o yüzden yavaşla diyorum.'' dedi hızlıca.

Olduğum yerde hızla durdum ve üstüne giydiği kabanın kapüşonunu kafasına geçirdim. Daha sonra kapüşonun iki yanından tuttuğum ipleri hızla bağladım ve yüzüne baktım. Bana sıkılgan gözlerle somurtarak bakıyor ve hiç bir şey söylemiyordu. Onu tekrar hızlıca sırtıma aldıktan sonra nehre gitmeye devam ettim.

YARIM SAAT SONRA

Sonunda nehre varmıştık. Abigail'ı hızlıca sırtımdan indirdim.

''İşte geldik, hadi resmini çiz.'' dedim ve kollarımı iki yana bağlayarak dikkatlice yüzüne baktım.

Abigail, ''Nehri çizmem için yüksek bir yerde olmam lazım. Beni ağaca çıkartır mısın?'' dedi heyecanla nehre bakarak.

''Abigail zaten nehre geldin ve su sudur. Karşında işte, çiz şurada.'' dedim sıkılarak.

Abigail, ''Neden her istediğim şeyde beni kırmak zorundasın? Alt tarafı beni nehrin kenarındaki ağaca çıkartacaksın ve çizim yapacağım.'' dedi üzgün gözlerle.

''Tamam ama artık bu benden bugün yapmamı istediğin son istek olsun.'' dedim ve tekrar onu sırtıma alarak nehrin kenarındaki ağaca çıkarttım ve güvenli bir şekilde kalın bir dalın üstünde oturmasını sağladım.

Onu bıraktıktan sonra toprak zemine doğru indim ve başımı yukarı kaldırarak ona baktım.

''Sakın düşeyim deme, gerçekten uğraşamam.'' dedim ve tam arkamı döndüğüm sırada bana seslendi.

Abigail, ''Nedenmiş o? Ölürüm diye mi korktun? Hava çok güzel Jayden! Suda çok güzel. Düşündüm de, resim çizmeyeceğim.'' dedi ve birden kendini ağaçtan nehre attı.

Nehrin hızlı akıntısı karşısında paniklemiş ve hiç düşünmeden suya dalmıştım. Suyun içinde gözlerimi açarak Abigail'ı tutmaya çalışırken, birden donakaldım.

Turuncu saçları suyun içinde dalgalanan, eşsiz sevgilim Lily'nin hayalini görüyordum...

Suyun içinde hızla gözlerimi kapatıp açtım ve karşımda kısa sarı saçlarıyla yüzen Abigail vardı. Onu kollarından hızla tuttum ve nehirden çıkarttım. Gördüğüm hayalden sonra başım deli gibi dönmüş ve beynime ağrılar saplanmıştı. Diz üstü yere çöktüm ve gözlerimi kapattım.

Abigail, ''İyi misin?'' diye sordu ürkek bir sesle yanıma gelerek.

''Konuşma!'' diyerek bağırdım diz çöktüğüm yere bakarak.

''Aptal mısın yoksa rol mü yapıyorsun?! Neden dikkat etmiyorsun? Akıntıyı görmüyor musun?'' dedim sinirli ve telaşlı bir şekilde.

Abigail, ''Ö-Özür dilerim. Sonucunun böyle olacağını bilseydim, suya atlamazdım...'' dedi korkulu bir ses tonuyla.

Gözlerimin altından çıkan damarları gizlemek için bakışlarımı yerden kaldırmadım. Önüme düşen ıslak saçlarım, gözlerimi bir perde gibi saklıyordu. Fakat Abigail'a bağırmak yerine, sakinliğimi korumaya çalışarak suda gördüğüm Lily'nin hayalini hafızamdan silmeye çalıştım. 

Abigail, ''Neden yerden kalkmıyorsun? Tekrar özür dilerim Jayden. Ama neden bu kadar titriyorsun? Korkuyorum...'' dedi titrek ve kısık sesiyle.

''Sadece... B-Bir sebebi yok.'' diyerek derin bir nefes aldım ve yavaşça ayağa kalktım. Abigail'ı hızla elinden tutup malikaneme soktum. Bulduğum herhangi bir havluyu yüzüne fırlattım ve iç çektim.

''Üstünü başını kurula, resim falan çizmeyeceksin. Ya da çizeceksen de beynine çiz çünkü kalem ve kağıdım yok. Artık hatırladığın kadarıyla çizersin. Akşama kadar burada benim yanımdasın. Akşamda Matthews malikanesine geri döneceksin. O zamana kadar beni rahatsız etme.'' dedim ve cam kenarında duran siyah ramsey tipi koltuğuma hızla yürüyerek oturup gözlerimi kapattım.

Birden koltuğun arkasından elinde tuttuğu havluyla benim saçlarımı kurulamaya çalışan Abigail'ı fark ettim. Hızla kolumu koltuktan geriye doğru çevirdim ve havluyu tam elinden alacakken yanlışlıkla kolunu tutarak Abigail'ı kendime çektim. Kucağıma düşen Abigail ile afallarcasına birbirimize baktık. Aynı hızla onu üstümden çekerek ayağa kalktım.

''Sadece biraz dur artık Abigail! Olduğun yerde sabit dursana, yeter artık!'' dedim bağırarak. 

Bağırmamla birlikte yerinden sıçrayan Abigail bana dolu gözlerle bakmaya başladı.

Abigail, ''Benim yüzümden üstün ıslandı. Saçlarında ıslak. Üşümüyor musun?'' diye sordu ağlar gibi.

''Tanrı aşkına, ben bir vampirim! Al şu yerdeki havluyu, kendini kurut! Ben üşümem.'' dedim.

Abigail, ''Tamam.'' diyerek sessizce yerde duran havluyu aldı ve benim koltuğuma oturdu.

Onu koltuğumdan kaldırmak yerine bir süre ona bakmayı tercih ettim. Sinirliydim ama o çok masum gözüküyordu. Bütün gün başımı ağrıtmış olsa da verdiği her cevap, istediği her istek oldukça masum ve çocuksuydu. 

O koltuğumda otururken hızla odadan çıktım ve ordumdan birini bulup sıcak bir içecek bulmasını istedim. Bir süre sonra elinde bir bardak sıcak sütle gelen gardiyanım sütü bana uzattı. Aldığım sütü hızla Abigail'a götürmeye başladım. 

''Al şunu, sadece bir saat içerisinde Luke'un seni hastalandırdığımı düşünmesini istemiyorum. Kıyafet dolabım hemen odanın solunda. Şimdi odadan çıkıyorum, dolaptan istediğini seç. Fakat kalın şeyler seç. Çünkü akşam yola çıkacağız ve Matthews'un soğukluğunu bilirsin.'' dedikten sonra elimdeki sütü Abigail'a uzattım.

Sütü ona uzatırken bana utanarak gülümsedi ve elinde tuttuğu havluyla saçlarını düzeltti. Daha sonra sütü eline aldı ve bana dolu gözlerle gülümseyerek bakmaya başladı.

Abigail, ''Çok mutlu hissediyorum. Teşekkür ederim.'' dedi.

''Neden mutlu hissediyorsun ki?'' diye sordum.

Abigail, ''Birisi ilk defa benim için bir içecek hazırladı. Ve ben sütü çok severim.'' dedi ve tekrar gülümsedi.

Gülümsemesine karşılık vererek ona gülümsedim ve odadan çıktım.

15 DAKİKA SONRA

Odamın kapısına iki defa tıkladıktan sonra kapıdan içeriye doğru seslendim.

''Tamam mısın? Giyindin mi artık?'' diye sordum.

Abigail, ''Evet ama hepsi bol bunların. Üstüme giydiğim pantolonun paçaları yere değiyor.'' diyerek isyan edercesine haykırdı.

Kapıyı açarak odaya girmemle kahkaha atmam bir oldu. Abigail'ın üstünde ona beş kat büyük gelen benim siyah kazağım, altında ise üstünden daha bol duran siyah pantolonum vardı. Yüz ifadesi oldukça memnuniyetsiz ve sıkılgandı.

''Muhteşem gözüküyorsun. İşte şimdi bir şeye benzemişsin.'' dedim alaycı kahkahamla.

Abigail, ''Çok komik. Kıyafetlerimi güneşe koydum. Kurudukları zaman bunları çıkartacağım.'' dedi utangaç yüzüyle.

''Evet, evet. Tabii kurursa.'' dedim ve yanına başka bir koltuk çekerek oturdum.

Abigail, ''Bugün için teşekkür ederim Jayden.'' dedi sessizce.

Sadece gülümsedim ve başımı geriye doğru koltuğa bıraktım.

Abigail, ''Cevap versene, teşekkür ederim diyorum.'' dedi sinirlenerek.

''Abigail, çok yoruldum... Rica ederim...'' dedim ve elimle saçlarımı düzelttim.

Abigail, ''Uykum geliyor, koltukta uyuyabilir miyim?'' diye sordu çekinerek.

''Uyu.'' dedim, sakince.

Kapattığım gözlerimi açtığımda Abigail oturduğu koltukta gözlerini kapatmış, bacaklarını kendisine doğru çekmişti. Nemli kısa saçları yüzüne doğru geliyordu. Yavaşça ayağa kalktım ve odamda bulduğum temiz bir örtüyü elime alarak uyuduğu koltuğa ilerledim. Tam üstünü örtecekken bir anda gözlerini açtı.

Abigail, ''Üstümü örtmene gerek yok, üzerime giydiğim kazak battaniye gibi. Ama teşekkür ederim Jayden.'' dedi ve gülümseyerek tekrar gözlerini kapattı.

''Bugün sana bağırdığım için, özür dilerim Abigail.'' dedim sessizce.

Gözlerini kapattığı yerde sadece gülümsüyor, sürekli pozitiflik yayıyordu. Ufacık şeylerden mutlu olması, tuhafıma gitmişti. Abigail yetim ve masum, aynı zamanda güler yüzlü ve temizdi. Kimseye kin tutamıyor, ona kızsam dahi gülümseyerek cevap veriyordu. Bu hali, içimde bir hüzün yarattı ve oturduğum koltuktan sessizce kalkarak nehre doğru yürüdüm. 

Paltomun yaka cebinden çıkarttığım ve sürekli yanımda taşıdığım Lily'nin ametist kolyesini yavaşça ellerimin arasına aldım. Önünde durduğum nehre doğru yavaşça eğildim ve tek elimle akan suya dokundum.

''Saçları akan su kadar narin güneşim, artık vedalaşma zamanı. Benim için, huzurla uyu.'' dedikten hemen sonra elimdeki kolyeyi tek gözümden yanağıma süzülen bir damla yaş ile nehre doğru bıraktım. 

İçimden, nehrin akıntısıyla kaybolan kolyenin hatıralarıyla birlikte, kalbimden hiçbir zaman kaybolmayacak kadına, yani Lily'e ulaşmasını diledim ve bir süre nehirde durduktan sonra ayağa kalkarak hızla odama geri döndüm.

15:00

Abigail yattığı koltuktan gözlerini açtı ve dağılmış sarı kısa saçlarının arasından gözlerini ovuşturdu. Daha sonra bana baktı ve içtenlikle gülümsedi. Fakat mide gurultusu kulaklarıma kadar geliyordu.

''Aç mısın?'' diye sordum.

Abigail, ''Biraz.'' dedi çekinerek.

''Tamam. Yemek tercihin nedir?'' diye sordum.

Abigail, ''Bu zaman kadar önüme ne geldiyse onu yedim.'' diyerek cevap verdi.

Bir süre ona baktıktan sonra, yavaşça ayağa kalktım ve oda kapısına doğru yürüdüm.

Abigail, ''Nereye gidiyorsun?'' diye sordu arkamdan seslenerek.

''Yemek bulmaya.'' diye cevap verdim.

Abigail, ''Tamam.'' dedi ve hızla ormana doğru ilerledim.

Oldukça susamıştım, ormanda bulduğum bir geyiği hızla avladım. Dişlerimi boğazına geçirerek tüm kanını emdim ve bir damla kanı kalmayan geyiği yere bıraktım. Hızlıca bel kemerime taktığım gümüş hançeri elime aldım ve geyiğin sırt bölgesinden Abigail'ın yiyeceği kadar et parçası kestim. Aynı hızla malikaneme döndüm ve ordumdan bir kaç kişiye elimde tuttuğum geyik etini uzatıp pişirmelerini emrettim. 

1 SAAT SONRA

Elimde tuttuğum bir tabak pişmiş geyik etiyle odama doğru ilerledim. Cam kenarında koltukta oturmaya devam eden Abigail hızla bakışlarını elimde tuttuğum tabağa çevirdi. Bense tabağı Abigail'a uzattım ve hızla elimden aldı. 

Abigail, ''Mükemmel kokuyor ve çok lezzetli gözüküyor! Teşekkür ederim.'' dedi ve yemeye başladı.

''Afiyet olsun ve artık bana teşekkür etmeyi bırak.'' dedikten hemen sonra, yan koltuğa oturdum.

15 DAKİKA SONRA

Abigail yemeğini bitirmiş ve elinde tuttuğu boş tabakla birlikte oturduğu koltuktan ayağa doğru kalkmıştı.

''Nereye gidiyorsun o tabakla?'' diye sordum meraklı gözlerle.

Abigail, ''Yıkacağım.'' dedi tebessüm ederek.

''Gerek yok yıkamana. Kapıda duran adamlardan birine teslim et.'' dedim.

Abigail, ''Tamam.'' dedi ve kapıya doğru yürüdü.

Yediği yemeğin tabağını bile yıkamak istemiş olması, bana onun ne kadar zorlu ve emir altında sürmüş bir hayatı olduğunu düşündürtmüştü. Üstelik bunu sağlayan, ne yazık ki teyzem Slyvia'ydı. Oturduğum koltukta içli içli nefes alıp verdim. Abigail'sa yanıma doğru yaklaştı ve bana meraklı gözlerle bakmaya başladı.

''Ne oldu?'' diye sordum.

Abigail, ''Bana ne eti yedirdin?'' diye sordu.

''Geyik eti.'' diye cevap verdim.

Abigail, ''Geyikleri çok severim, biliyor musun ilk defa yedim. Kendimi katil gibi hissediyorum. Fakat sen bir şey yemedin, aç değil misin?'' diye sordu, utanarak.

''O geyiği sana getirmeden önce, tüm kanını emdim.'' diye cevap verdiğim an, yüzü buz kesilmişti.

Abigail, ''T-Tamam o zaman...'' dedi ve koltuğuna oturdu.

21:00 

Bir tuhaflık vardı... Zihnim... Zihnim acıyor...

Öylece koltukta otururken, birden başım geriye doğru gitti ve tavana doğru baktım. Fakat, aniden zihnimde kontrol dışı bir görü gördüm ve gözlerim ters döndü. Bu ilk defa oluyordu. İlk defa kontrol dışı görü görüyordum. Görümde ise, binlerce karanlık vampir klanının Matthews malikanesine ilerlediğini, farklı farklı bir sürü ülkeden hızla yaklaştıklarını görüyordum. Ama gördüm birden karman çorman olmuştu.

Daha ne olduğunu anlayamadan tüm görüm yarıda kesildi... 

Hızla oturduğum koltuktan ayağa kalktım. Panik halindeydim. Abigail ise verdiğim tepkilerden korkmuş olmalı ki bana bakarak koltuğundan ayağa kalktı ve cam kenarına doğru yürüdü.

''Abigail, çabuk çıkıyoruz!'' dedim ve hızla kapıya doğru yürüdüm.

Abigail, ''Ne oluyor birden? Benim kıyafetlerimi değiştirmem lazım.'' dedi hızlıca.

''Abigail! Zaman yok!'' diyerek hızla onu sırtıma aldım ve orduma doğru koştum.

''Hepiniz toparlanın ve tam donanın! Kimse burada kalmayacak! Benimle birlikte Matthews malikanesine geliyorsunuz!'' dedikten hemen sonra alelacele toparlanan ordum, arkamdan gelmeye başladı.

Uçar bir hızla Matthews malikanesine ilerledim.

20 DAKİKA SONRA

MATTHEWS MALİKANESİ

Normalde yarım saatlik olan yolu, yirmi dakikada gelmiş ve heyecanlı bir şekilde malikanenin kapısına koşmuştum. Abigail ise benden dolayı paniklemiş ve çok korkmuştu. Kapıyı hızla çaldıktan sonra, siyah kıyafetli iki bekçi kapıları iki yanından açtı. Giriş holünde karşımda duran Luke ise panikli gelişimin nedenini anlamaya çalışır gibi suratıma şaşkın bir bakış attı.

''Luke, konuşmamız lazım çok acil.'' diyerek hızla salona doğru ilerledim.

Luke, ''Bahçemdeki bu ordu ne böyle? Neden hepsi tam donanımlı? Ve neden tüm ordunu topladın?'' diye sordu sertçe.

''Luke, salona gel.'' dedim hızlıca.

Luke ise hızla yanıma gelmiş, salona girmişti. Yüzüme merak ve tedirginlik içerisinde bakıyordu.

''Nehirde bir görü gördüm. Fakat elimde olmadan gördüm. Görümde binlerce klan bize yaklaşıyordu. Eskisi gibi değil Luke, çok kalabalıklar. Hatta o kadar kalabalıklar ki, görüm birbirine karıştı. Dünyanın her yerinden toplanıyorlar ve çok süratli bir hızla buraya geliyorlar.'' dedim, panikli bir ses tonuyla.

Luke, ''Üstesinden gelemez miyiz? Ordumda geçmiş savaşta çok kayıp verdim fakat yerine yenilerini ekledim. Senin ordun ve benim ordum birleşse, kazanamaz mıyız?'' diye sorduktan hemen sonra uzun yemek masasına kambur duracak şekilde iki elini koydu.

''Kazanamayız.'' dedim net bir şekilde.

Luke, ''İlk defa bu kadar net bir cevap veriyorsun abi. Ne yapacağız o zaman?'' dedi masaya bakarak.

''Elimizden gelenin en iyisini kardeşim.'' dediğim an salonun açılan kapısından içeriye Maggie girdi.

Luke, ''Maggie, tüm ordumu bahçeye çıkart. Hepsi ellerinde ne varsa donansın. Saldırıya uğrayacağız!'' dedi yüksek bir sesle.

Maggie, ''Luke, söylemekte geç kaldım biliyorum ama tamamen emin olmadan söylemek istememiştim. Lorena'nın malikanesinden çıktığımızda ağaçlar arasında bizi takip eden birini görür gibi oldum. Bugün orduya sorduğumda, malikanenin yakınlarında belli belirsiz duran ve hızla kaybolan gözcüler görmüşler. Bizim malikanemizi izliyorlarmış. Sanırım o gün takip edildik. Hatta Giselle'e kıyafet almaya gittiğim günde takip edildim. O gün buraya geç gelmemin sebebi, dolanbaçlı yollardan geldiğim içindi.'' dedi sesi titreyerek.

Luke bir anda masadan ellerini çekmiş ve elinde tuttuğu kitabı masaya çarpmıştı. Öyle sert çarpmıştı ki, kitabın sayfaları yırtılmış yerlere dağılmıştı. Maggie yerinde titredi ve iki adım geriye gitti. Luke ise masanın önünde durarak omzunun gerisinden Maggie'ye keskin bir bakış attı.

Luke, ''Bu ihmalkarlığı sen değil de bir başkası yapsaydı, cezası sorgusuz sualsiz ölümdü! Bu ne ihmalkarlık! Bu ne sorumsuzluk! Bu ne saçmalık! Çabuk ordumun yanına git ve beni bilgilendir!'' dedi yeri titreten sesi ile bağırarak.

Maggie ise saniyeler içerisinde salondan kaybolmuştu. Luke'un bağırışından sonra salona giren Giselle şaşkın gözlerle önce bana, sonra yerdeki kağıtlara, sonra Luka'a baktı. Fakat Giselle'in hemen arkasından salona giren Carrie, şok olmamı sağlamıştı. Sanırım Giselle, Luke ile gittiği stüdyo dairesinden sadece eşyalarını almakla kalmamış birde yanında Carrie'yi getirmişti.

Giselle, ''Neler oluyor? Her şey yolunda mı?'' diye sordu panikleyerek.

Luke bir anda kendini toparlamaya çalışmış ve Giselle'e dönmüştü.

Luke, ''Tekrar saldırıya uğrayacağız fakat sana söz veriyorum, senin kılına dahi zarar gelmeyecek.'' diyerek Giselle'i kendisine çekti.

Carrie, ''Jayden bana hayalet görmüşsün gibi bakmayı kes artık. Luke ve Giselle bana her şeyi anlattı. Arkadaşımı hiç bir yerde yalnız bırakmak istemiyorum. O yüzden buraya geldim. Önüne bak.'' dedi imalı tavırlarla.

''Bana emir verme ve daha öncede söylediğim gibi, sakın o tiz sesini bana yükselteyim deme.'' dedim, sert bir tavırla.

Carrie, ''Ne yapacaksın? Yoksa tekrar kaçırıp zincire mi vuracaksın?!'' diyerek üstüme doğru gelmeye başladı.

''Gerekirse evet.'' dedim keskince gözlerinin içerisine bakarak.

Giselle, ''Carrie, bu konuyu kapattığımızı sanıyordum. Lütfen...'' dedi hızlıca.

Carrie birden elini kaldırdı ve tam bana tokat atmaya kalkıştığı esnada bileğinden tuttum ve onu kendime doğru çekip sakinliğimi korumaya çalışarak keskince gözlerinin içine baktım.

''Bana en son el kaldırmaya cürret eden kişi Hodrick'ti. Ve bu hareketi, kendi göğsüne gümüş bir hançer saplamasını sağladı. Bir kez daha bana bu şekilde adım atarsan, akıbetin ondan farklı olmaz!'' dedim yüzüne soğuk nefesimle fısıldayarak.

Carrie, ''Luke neyse ne, ama Jayden pisliğin teki! O beni kaçırdığında elleriyle fırlatarak sütuna çarptı! Benim kolumu kesti! Bizi zincirledi! Ve daha hatırlayamadığım neler neler! Onu görmeye dayanamıyorum! Giselle sen olmasan burada bir saniye bile kalmam ben!'' dedi bağırarak.

Luke, ''Abi!'' diyerek seslendi ve Carrie'nin bileğini bırakmam için sert bir bakış attı.

Carrie'nin bileğini hızla bıraktım ve sinirden gülerek salondan çıktım. Tam karşımda Abigail duruyordu. Hala üzerinde benim kıyafetlerimle koridorda gezinen Abigail birden bakışlarını bana çevirdi ve yanıma koştu.

Abigail, ''Keşke çıkacak savaşta bende bir işe yarayabilsem.'' dedi ve gözlerimin içerisine baktı.

''Abigail, git ve üstünü değiştir. Kıyafetlerim üzerinde çok komik duruyor.'' dedim, ayağından yüzüne doğru bakarak.

Abigail, ''Değiştireceğim ama kıyafetlerin bende kalabilir mi?'' diye sordu utanarak.

''Neden?'' diye sordum anlamsızca yüzüne bakarak.

Abigail, ''Çünkü sen kokuyor!'' dedi ve kızaran yüzüyle yere doğru baktı.

''N-Ne diyorsun be?'' diye sordum şok olmuş bir halde.

Abigail, ''Tamam o zaman, çıkartıp sana geri veririm.'' dedi bakışlarını yerden kaldırmayarak.

''Kalsın, ihtiyacım yok.'' dedim ve birden koluma girdi.

Abigail, ''Seni çok seviyorum Jayden! Sen iyi ki varsın! Ve sen Carrie'nin dediği gibi bir pislik değilsin. Çünkü ben pislikleri yakından tanırım. Sana gerçek bir pisliğin adını vereyim. Slyvia.'' dedikten hemen sonra parmak uçlarıyla yukarıya doğru yükseldi ve yanağımdan öperek hızla odasına koşturdu.

Olduğum yerde taş kesilmiş bir vaziyette donakaldım. Ne olduğunu kestiremiyordum. Tam o an omzuma dokunan bir el ile irkildim ve hızla arkama doğru döndüm. Karşımda Luke vardı. Olanı biteni görmemiş olmasını dileyerek, gözlerinin içerisine baktım. Luke ise tuhaf bir şekilde güldü ve bahçeye doğru gitmek için el işareti yaptı. 

Luke ile birlikte hızlı bir şekilde bahçeye çıktık. Luke'un ordusu ile benim ordum bahçede sıralanmış halde bize bakıyordu. Maggie ise ordunun en önünde üzgünce duruyordu.

Luke, ''Her şey tamam mı Maggie?'' diye seslendi.

Maggie, ''Her şey tamam.'' diye cevap verdi.

Luke, ''Ağaçların arasına pusu kurun. Tetikte olun ve gözlerinizi etraftan ayırmadan nöbet tutun. Buraya uçacak en ufak kuşu bile vurun. Sonuna kadar direnin, gözlerinizi bile kırpmayın. Hiç kimseye acımayın!'' diye yüksek sesle orduya emirler yağdırdı.

Ordu hızla dağılmış ve kardeşimin emirlerini harfiyen uygulamaya başlamıştı. Benim ordumsa önce bana bakmış, benim onaylama işaretimden sonra denilenleri yapmıştı. Çünkü benim ordum, benim dışımda kimseden emir almazdı. 

Tıpkı Luke'un ordusu gibi. Fakat bu defa işler değişmiş, ordular birleşmişti. Hızla malikaneye girip kapıları ve pencereleri kapattık. Luke hızlıca salondaki masaya elinde tuttuğu dünya haritasını yerleştirdi.

Luke, ''Bölge seçmemiz lazım. Kuzey tarafına gideceğiz. Hayır hayır, güney tarafı.'' dedi ve panikli bir halde işaret parmağını haritanın üzerinde gezdirdi.

Abigail, ''Malikaneden çıkacağımız yön direkt kuzeye doğru çıkacağı için kuzey olmaz. Vampir klanlarının adım atacağı ilk yer orası olur. Bence güneye gitmeliyiz.'' dedi utanarak, salon kapısının ardından.

Luke ve ben şaşırmış bir şekilde bakışlarımızı Abigail'a doğru çevirdik. Çünkü söylediği şey oldukça mantıklıydı.

Giselle, ''Şaşırtmalı gidebiliriz. Ordunun bir kısmı ayrı yollardan gider ve yola önce bizim kan kokumuzu bırakır. Daha sonra kafaları karışan vampir klanları bize kaçmamız için süre kazandırabilir.'' dedi hızlıca.

Luke ve ben şaşkın bir şekilde hem Abigail'a hem de Giselle'e bakıyorduk. Çünkü bu cevapta inanılmaz mantıklıydı. Birden araya Carrie girdi.

Carrie, ''Nereye gidiyoruz?'' diye sordu.

Luke, ''Şuan onu tartışıyoruz Carrie.'' dedi, sesli bir iç çekerek.

Hep birlikte masaya serili dünya haritasının önüne toplanmış ve tartışmaya başlamıştık. Nereye gideceğimizi, hamleleri, savaş anını ve savaş sonrasını konuşuyor, deli gibi herhangi bir çözüm arıyorduk. Fakat her kafadan ayrı ses çıkıyor ve bir türlü planlama yapamıyorduk. Herkes adeta panik atak geçiriyordu çünkü son savaş elimizde neredeyse bir avuç askeri zar zor bırakmıştı.

Şimdiyse, zamanı dahi belirsiz büyük bir savaş bize yaklaşıyordu... 

03:30

Geç saatlere kadar haritanın başından kalkmamış, hiç durmadan düşünmüştük...

Giselle, Carrie ve Abigail'ın gözlerinden uyku akıyordu, fakat fikir sunmak için masanın kenarından ayrılmıyorlardı. Tam bu esnada dışarıdan içeriye doğru gelen silah sesleri, hepimizi şok etkisine uğratmıştı. Luke hızlıca dünya haritasına bakmayı kesti ve benimle birlikte malikanenin dış kapısına doğru koşar adımlarla ilerledi.

Malikaneye yaklaşan ayak sesleri gittikçe yükselmeye başlamış, patlama sesleri ise mermerlerde deprem etkisi yaratıyordu. Malikanenin duvarları adeta tir tir titriyordu. Luke ile birlikte hızla bahçede gizli bir pusu kurduk ve bize doğru yaklaşanları izledik. Belki de milyonlarca vampir klanının tiz çığlık sesleri ve ordularının ayak sesleri gittikçe yükselmeye başlamıştı. Gökyüzünün karanlığı, kan kırmızı bir renge bürünüyordu.

Luke, ''Bize daha fazla yaklaşmalarına müsaade etmeden vurmalıyız!'' dedi fısıltıyla.

''Biraz daha bekle kardeşim. Klanlar bahçeye yaklaştıkları zaman ordumuz saldırmak için ayaklanacak. İşte o zaman sen bütün orduyu manipüle edeceksin, bende bir sonraki hamlelerimizi görü yaparak sana söyleyeceğim. Fakat çok dakik olmamız gerekiyor. Tek kusurlu hamlemizde öleceğiz, bu nedenle şimdiden seni seviyorum küçük kardeşim.'' dedim, dolu gözlerle.

Luke, ''Bende seni seviyorum abi, ama düşmeyeceğiz. Çünkü sen şah yapacaksın, bende mat.'' dedi, dolan gümüş-gri kızgın gözleriyle. 

Tam bu sırada öfkeli klan orduları bahçeye inmiş, deli gibi ordumuzu parçalıyordu. Ordularımızda ki hiç bir askerin hareket etmesine müsaade etmeyen kalabalık vampir klanları, hem çok hızlı hem de çok çevikti. Luke ile birbirimize baktıktan hemen sonra, hızla klanlara doğru ilerledik. Bahçenin tam ortasında yan yana durduk ve Luke'a doğru döndüm.

''Görüme göre 10 saniye sonra sağdan ve soldan saldıracaklar. Ayrıca ileride duran karanlıktan binlercesi üzerimize gelecek. Sana manipüle et dediğim an manipüle et!'' diye seslendim.

Luke, ''Tamam!'' dedi ve ileriye doğru odaklandı.

Bir kaç saniye sonra, dediğim gibi olmuş ve klanlar üstümüze doğru yaklaşmıştı.

''Şimdi!'' diye bağırarak Luke'a döndüm.

Luke olduğu yerde gözlerini kapatmış, klanları manipüle etmişti. Fakat birden manipülesi yarıda kesilmiş ve sağ kolundan sert bir şekilde hançerlenerek yere doğru sendelemişti. Hızla yerden kalktı ve bu defa omzundan hançerlenerek aynı hızla yere düştü. Onu öyle gördüğüm an, bütün nevrim dönmüş bir şekilde ona doğru koşturdum. 

Koşturduğum esnada sırtıma aldığım keskin kesik ile acı bir şekilde çığlık attım fakat ona koşmayı bırakmadım. Neredeyse ona yaklaşmıştım ki, bu defa da dizlerime aldığım darbe ile bacaklarım kırılırcasına yere doğru diz çöktüm. 

Luke ise yerden kendini zorlayarak kalktı ve birden Maggie Luke'a doğru koşarken göğsüne aldığı gümüş kazık darbesiyle yere yuvarlandı. Luke ile Maggie'nin yanına gittiğimde, Maggie ölmek üzereydi. Uzandığı kar, kanlar içinde kalmıştı.

Luke Maggie'ye doğru diz çöktü ve ellerini sıkıca tutup göğsündeki gümüş kazığa baktı.

Maggie, ''Benim için üzülme. Sizler gibi g-geride bırakacağım bir kalbim yok. Sanırım cezamın bedeli olan ölümü buldum, i-ihmalkarlığımın... Ö-Öyle değil mi Luke... G-Gözlerin dolmasın, ben kardeşim Shane'e gidiyorum. O yukarıda onu görüyorum. Beni bekliyor, bak.'' diyerek kanlı parmağıyla gök yüzünü gösterdi ve gözlerini kapattı. 

Luke'un annem Marisa'dan sonra ilk defa içli içli ağladığını ve çığlık attığını görmüştüm. Titreyen elimle onu hızla omzundan tutup kendime doğru çektim ve sarsmaya başladım. Luke ise cevap vermiyor bir yandan bağırarak ağlıyor öte yandan histerik bir şekilde gülüyordu. Kendisine gelmesini istediğim için yüzüne hızla tokat attığım an, mimiksiz bir şekilde durdu ve buğulu gözleriyle bana baktı.

Luke, ''O-Onu tekrar canlandıramam. O insan değil. O bir vampir.'' dedi ve histerik bir şekilde gülmeye devam etti. Gülerken gözlerinden akan yaşlar, bozulan dengemi tamamen bozmuştu. İçim üşüyordu. Fakat kendimizi toparlamamız gerekiyordu. Ölümle yüz yüze gelmiştik ve şimdi bunun ne yeri ne de zamanıydı.

Birden Luke'un Hodrick gibi baktığını ve bedenindeki tüm acıyı unutup saldırmaya başladığını gördüm. Çıldırmış gibi saldırıyor, elleriyle sıkıca tuttuğu her vampiri parçalara ayırıyordu. Hızla kardeşimin arkasında yer edindim ve bende saldırmaya başladım. Fakat sürekli olarak ufak ufak kesik darbeleri alıyorduk. 

Karlı alan üzerinde adeta kardeşimle birlikte kanıyorduk...

Ölüyorduk... 

Çünkü hiç askerimiz kalmamıştı...

Çünkü çok kalabalıklardı...

 Ve bizim, gücümüz tükenmek üzeydi...

Evet... Ölüyorduk...

Birden bize saldıran tüm vampir klanları heykel gibi taşlaşarak olduğu yerde sabit kaldı. Sanki zaman durmuş gibi hepsi elleri havada, koşar halde veya silah doğrultur vaziyette adeta yerlerinde donmuşlardı. 

Luke ile birlikte etrafımıza şaşkın şaşkın bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Birden üzerine bastığımız zemini titreten adımlarıyla donuk vampir klanlarının arasından, beyaz saçları kollarına kadar uzanan, orta yaşlı, iri yarı, çok uzun boylu, tanrısal bir adam kalabalık ordusuyla bize doğru yürümeye başladı.

Yakınlaştığı zaman karşımda duran adamı başta Hodrick gibi görsem de, bu adam Hodrick değildi. Fakat neredeyse aynıydı. Gözleri, Hodrick'in kan kırmızı gözleriyle aynı renge sahipti.

Bilinmeyen kişi, ''Şah Mat!'' dedi gür ve yankılanan sesiyle.

Luke, ''Sende kimsin?!'' diye bağırdı keskin bir sesle.

Bilinmeyen kişi, ''Benim adım, Ulrich... Ulrich Ravena!'' dedi gür ve yankılanan sesiyle.

Luke ile birlikte hiç bir şey anlamadan sadece önümüzde duran beyaz uzun saçlı adama bakıyor ve cevap veremiyorduk. Hatta bir ara Luke adamı manipüle etmeye çalışır gibi hareketler yapmış, fakat başarısız olmuştu.

Ulrich, ''Beni manipüle edemezsin. Çünkü sen zaten benim genetiğimi taşıyorsun küçüğüm. Sizler benim torunlarımsınız!'' diye bağırdı gür sesiyle.

Luke ile birlikte olduğumuz yerde kalakalmış, resmen donmuştuk. Luke birden tekrar histerik bir şekilde gülmeye başladı. Ulrich denen adam Luke'a doğru yürüdü ve tam ona elini uzatacaktı ki, hızla kardeşimin önüne geçtim.

''Dokunma, seni öldürürüm!'' diyerek yüzüne doğru yüksek bir çığlık attım.

Ulrich, ''Bazen kimsenin kaderine karışmamak gerekir. Ben oğlum Hodrick'in kaderine karışmadım ve sizin elinizle ölümü tatmış bulundu. Fakat sizin kaderlerinize artık karışmak zorundayım. Çünkü sizler benim torunlarımsınız. Benim kanımsınız. Benim neslimsiniz. Hodrick sizi benden her zaman kaçırdı. Fakat unutmayın ki, ben en başta bir babaydım. Nasıl ki sizler ailenizi seçemeyenlerseniz, bende oğlumu seçemeyenim. Fakat dünyanızı kurtarmak için hala şansım vardı ve tek yapmam gereken size geri dönmekti... Ve bende döndüm. Ben burada, bu dünyada, sizin bahçenizdeyim. Ben kalıcı olanım.'' dedi ve bakışlarını bana doğru döndürdü.

Ulrich, ''Hodrick'in çaldığı yüzüğü şimdi Luke taşıyor. Ben buraya yüzüğü almak için gelmedim! Buna ihtiyacım yok! Ben sizin için geldim. Ve benim torunlarıma, kimse dokunamaz!'' dedi gür bir sesle bağırarak.

Tam o sırada ellerini iki yana açarak göğe doğru kaldırdı ve tıpkı Luke gibi manipüle yaparak bahçede bulunan bütün vampir klanlarını öldürmeye başladı. Sadece elini havaya kaldırmasıyla, etrafta bulunan milyonlarca vampir kemiksiz bir et parçası gibi eş zamanla yere yığıldı. Bu adam manipüle yeteneğinin esas sahibiydi, çünkü yeteneğini kusursuz kullanıyordu. Ulrich tekrar bana doğru döndü ve yavaşça yüzüme doğru eğildi.

Ulrich, ''Anneniz Marisa'nın babası, benim yegane tek dostumdu. Luke'un parmağındaki yüzüğün aynısını zamanında bana da yapmıştı. Hodrick yıllarca benim öldüğüme dair patavatsız yalanlar söylemiş, sizleri manipüle etmişti. Yüzüğü benden yıllarca almak istemiş, vermediğim zamansa anneniz Marisa'yı bulmuştu. Hodrick, Marisa'yı şans eseri bulmadı küçüklerim. Ben ise, onu evlatlıktan reddetmiştim, çünkü o şeytanın oğluydu. O benim oğlum olamayacak kadar saf bir kötülüğe sahipti. Aynı yüzüğü Marisa'nın babasını tutsak ederek zorla yaptırdı ve tüm pisliklerini örtbas etmek için sizlere ve annenize manipüle uyguladı. Ve benim yegane dostum olan Marisa'nın babasını öldürdü. Fakat ben, en sonunda sizi buldum.'' dedi ve devam etti.

Ulrich, ''Bugün hala seçme şansımız var. Ya şiddet olmadan mutlu bir şekilde yaşamak ya da şiddetin etkisiyle yok olmak... Eğer zamanında harekete geçmezsek, sürüklenirken bulacağımız kendimizi, zamanın utanç dolu karanlık koridorlarında... Merhamet duygusuna sahip olmadan güce sahip olanlar, ahlak duygusuna sahip olmadan kudrete sahip olanlar ve ileri görüşü olmadan kuvvete sahip olanlar tarafından... Şimdi buna karşı olmalıyız, birlikte!'' dedi ve sol elini hafifçe yukarıya doğru kaldırdı.

Ulrich, ''Kuzgun yüzüğünün aynısı bendede var. Ve bunu hak eden tek kişi sensin Jayden. Çünkü sen kardeşin için, güçten vazgeçen ve güç zehirlenmesi yaşamayansın!'' dedi ve parmağındaki yüzüğü yavaşça çıkartıp sol elimi tuttu ve kendisine çekti. Daha ne olduğunu anlamadan, yüzüğü işaret parmağıma takmasıyla yüzük benimle bağ kurdu ve hafifçe  gölge formuna doğru geçtim.

Ulrich, ''Şimdi bir gerçekle karşı karşıyayız. Yarınlarımızı oluşturan tek şey aslında bugünümüz. Bizler şimdi, an'ın kızgın yüzü ile karşı karşıyayız. Bu yaşamın ve tarihin ortaya çıkarmış olduğu bir bilmecede 'çok geç kalmış olmak' şeklinde bir deyim vardır. Ertelemek halen bir zaman kaybıdır. Yaşam çoğu zaman bizi boşlukta ve kaybolmuş bir halde bırakabilir. Kaybolmuş fırsatlar sonucunda, sadece birlikte olarak radikal değişim geçirebiliriz. Sizlere el uzatıyorum küçüklerim. Sizleri asırlardır tahmin edemeyeceğiniz kadar özledim!'' dedi ve ikimizi de tutarak kendi kollarına doğru çekti. 

Ulrich, ''İyi ol küçüğüm, benim adım... Ulrich Ravena! Ben sizlerin, büyükbabasıyım!'' dedi, yankılanan sesiyle.

Bize sımsıkı sarılan bu yaşlı adamın kolları, Hodrick'in kollarının iki katı kadar büyüktü... 

B-Bizim bir büyükbabamız mı vardı?

Ne Luke konuşabiliyordu, nede ben...

Sadece susmuş ve olduğumuz yerde öylece durmuştuk...

Daha Hodrick'in yaşını hesaplayamıyorken, Ulrich Ravena karşımıza gelmişti...

İşaret parmağıma taktığı kuzgun yüzüğü ile, şoka girmiştim...

Zira artık bu yüzükten hem bende, hem de Luke'ta vardı...

Merhaba arkadaşlar

Devamını yakında yazacağım, okuduğunuz için teşekkür ederim umarım beğenmişsinizdir.

Continue Reading

You'll Also Like

237K 15.2K 38
"Ne zaman bırakır, beni?" Benim için bile artık yabancı olan sesimi bir tek o duyuyordu. O da benim gibiydi. Bir insandı.. o da kraliçe olmak zorunda...
6.2K 592 31
Şu zamana kadar hiç bir haksızlığa boyun eğmedim eğmem de,çünkü ya boynumu keserler ya da ısırırlar.Ama aşk... Ben nereden bilebilirdim okulun zorbal...
2.4M 108K 45
Vampir içinde #1-15.12.2016- Vampir içinde #4-15.06.2017- Vampir içinde #2-15.06.2018- Vampir içinde #3-15.06.2019- Vampir içinde #3-15.06.2020- Başl...
2.2M 125K 78
Sertçe yutkundum ve elimi yarama bastırdım.Artık nefes alış-verişlerimin zorlaşması,bana sonumun yakın olduğu mesajını veriyordu. Gözlerimi açmaya ça...