Lilith'in Gözyaşları

kedilimedi tarafından

1M 65.5K 67.7K

"Bana cehennemi yaşatmana rağmen, sen benim cennetimsin Meira." Fantastik değildir. DİKKAT! Bu kitapta cinaye... Daha Fazla

uyarı
1. Tehlike Çanları
2. Yanlış Ellerde Otorite
3. Kaç Küçük Tavşan!
4. Şımarık Velet
5. Kanayan Yaralar
6. Sarhoşlar Doğruyu Söyler
7. Beyaz Elbise
8. Tutsak
9. Siyah Kuğu
10. Tehlikeli Oyunlar
11. Dişe Diş, Kana Kan!
12. Yabancı
13. Ateşle Dans
14. Zindandan Yıllar
15. Beyaz Kuğu ve Kurt
16. Timsah Gözyaşları
17. Sınır-sızlar
18. Ait Olduğun O Yer
19. Kırık Kalpler Senfonisi
20. Sıcak Temas
22. Son Akşam Yemeği
23. Maskeli Balo
24. Kanlı Kar
25. Sözleşme
26. Sıcak Soğuk
27. Tiramisu ve Sarışın
28. On Altı Buçuk
29. Varis
30. Zehirli Sarmaşık
31. Kardan Beyaz
32. Geceden Kara
33. Siyah Atlı Prens
34. Ölümle Dans
35. Yan Yana
36. Dost Düşman
37. Hayalet ve Sarışın
38. Nefesin Nefesime
Kısa Bir Ara

21. ''Ateşle Oynama.''

24.7K 1.4K 921
kedilimedi tarafından

Meira Shavit

Programımın yoğunluğundan ötürü bölümlerde gecikmeler yaşanabiliyor. Yeni bölümlerin ne zaman geleceğine dair duyuruları panomdan ya da Instagram hesabımdan takip edebilirsiniz. 
 

Bölüm Oy Sınırı: 250

New Bad Habbit - Adam Jensen





Uygar Karaşah

17 Nisan, 2013

6 yıl öncesi...


İçimde, daha önce varlığından dahi haberdar olmadığım hisler yeşeriyor sanki.

Meira, benim akıl ve his sınırlarımın, mantığımın, algılarımın çok dışında bir yerlerde, en hassas noktamda kendine yer edinmiş, oraya pineklemiş sanki. Sadece birkaç yıl önce biri bana aşık olacaksın ve hatta, bu hisler kendi içinde taşıyamayacağın kadar müthiş ve ağır olduğu için kıytırık bir günlük bile tutacaksın dese, hassiktir oradan, derdim, her kimsen Uygar'ı tanımıyorsun, derdim ona ama anlaşılan o ki asıl Uygar'ı tanımayan benmişim.

İlk defa böyle bir adam olduğuma sevindim sanırım, ilk defa kendimden memnundum. Kendime lanetler yağdırmıyordum çünkü Meira'ya aşık olan Uygar'ı, onun için bütün hayatını değiştirmeye çalışan Uygar'ı seviyordum. Meira'nın benim içimden çıkardığı Uygar enteresan ama zararsızdı; ahmak olabilse de, Meira'nın karşısında ve o zümrüt yeşili bakışlarının altında eriyip büsbütün bir erkek çocuğuna dönüşse de iyi biriydi. En azından iyi biri olmaya çalışıyordu -ki bu bütün bir hayatım boyunca çektiğim ıstıraplara rağmen kendim için gösteremediğim bir çaba ve değişimdi.

Meira içimdeki mezarlıktan bir filiz yeşertmişti. Henüz küçük de olsa kökleri gittikçe yayılan ve belki de ilk defa gerçek anlamıyla nefes almanın ne demek olduğunu gösteren bir hayat ağacına dönüşme yolunda ilerliyordu.

Meira benim de bir insan olduğumu hatırlatmıştı sanki bana. Sol yanıma dokunmuş ve bak, demişti, burada bir kalbin var. Burada bir hayat var.

Bunca şeye rağmen onu sevmeyecek de hangi cehennemin dibine gidecektim?

Akşam 8 suları, elbette provasını izlemiş ve bittiğinde de bahçeye çıkmıştım. Duvar kenarına sırtımı yaslamış sigaramı içiyor ve Meira'yı bekliyordum. Belki yarım saat olmuştu ama beklemesi bile keyifli geldi, soğuk hava iliklerime kadar işlerken kafamda yapacağım devrimleri düşünüyordum bir yandan da. İşim için, Polat'ı piyasadan tamamen silmek ve her şeyi legal bir hale getirebilmek için izleyeceğim adımları tartıyordum kafamda.

O sırada biri çıktı konservatuarın bahçesinden, hemen kenarda duvara yaslanmış duruyordum, beni fark etmedi başta. Serdar denen herifti, Meira'nın şu orkestra ekibinden arkadaşı... Çıkışta birini bekliyor olmalıydı o da, telefonuyla ilgileniyor ve bana dikkat etmiyordu.

''Canım,'' diye mırıldandım bu sırada kendi kendime.

Serdar bana doğru baktı. ''Efendim?'' diye sorduğunda, ''canım,'' diye tekrarladım kendimi, ayağımla yerdeki taşa vurdum ve sonunda kafamı kaldırıp ona baktım. ''Öyle herkese canım mı dersin?''

Serdar'ın kafası karışmış göründü ''anlamadım?'' diye sorarken.

Bir refleks gibiydi, ''gel anlatayım,'' karşılığını verişim ve ona doğru bir adım atışım ama ikimizden de bağımsız bir şekilde yükselen sesle beraber duraksadım.

''Serdar?''

Meira'ydı gelen, hemen durdum olduğum yerde. Kenardan birden çıkıvermiş ve beni hazırlıksız yakalamıştı. Serdar ise buna hazırlıklıymış gibi, ''seni bekliyordum ben de,'' diye yanaştı hemen ona.

Meira o güzel, özgüvenli duruşuyla karşısına geçti ve mesafeli, yeşil bakışlarıyla Serdar'a baktı. ''Evet?''

Serdar bir anlığına gerilecek olduysa da ''İlkbahar Balosuna kiminle gideceksin?'' diye sordu. ''Kavalyen var mı?''

Ben ne döndüğünü anlayamadan fikirsiz bir şekilde üçüncü şahıs olarak geride kalırken, Meira ''yok,'' dedi basitçe.

Fırsatçı pezevenk Skye Terrier Serdar ise hemen, ''benim de yok, beraber gidelim diyecektim,'' diye atıldı tabii.

Meira sıkılmış ve ilgisiz göründü, ''peki, bana fark etmez, kimse sormadı zaten,'' dedi.

Bir dakika bir dakika, ''ne balosu? Ne zaman?'' diye girdim araya birden.

Serdar bana ters bir bakış atıp, ''görüşürüz o halde,'' dedi Meira'ya ve dönüp giderek bizi yalnız başımıza bıraktı.

Meira ise, "önemsiz bir şey,'' diye geçiştirdi beni.

''Bilmek istiyorum.''

''Sosyetelerin balolarından biri işte,'' derken saçlarıyla oynamaya başladı dalgın dalgın. ''Maskeli balo.''

''Bana söyleseydin ben-''

''Sen mi teklif ederdin?'' derken bakışlarını bana doğru kaldırdı. Bu ani karşılık beni bir anlığına susturacak gibi oldu. Ona aniden maruz kalmak beni olduğum yere mıhlayabilecek kadar güçlü bir etki bırakıyordu üzerimde.

Ama ona rağmen, ona direnip, ''evet,'' diyebildim.

Muzip bir bakış belirdi suratında. ''Ailemin yanına dışarıdan bir adam götüremem. Hele ki senin gibi bir adamı.''

Kaşlarım çatıldı hemen. ''Benim gibi adam mı? Nasıl bir adammışım ben?''

Hiç tereddüt etmeden ve gücenmeden, dürüstçe ''tehlikeli bir adam,'' dedi.

Duraksadım, bunu beklemiyordum ondan. ''Ben-'' diyecek, kendimi masum gösterecek palavralar sıkmaya yeltenecek oldum.

''Adaleti kötüye kullanmandan bahsediyorum,'' diye eforsuzca böldü beni, alt dudağını ısırdı aklına bir şey gelmiş gibi alttan alttan keyifsiz görünürken. ''Babam siyasetle az çok ilgilidir, seni tanıyabilir ve inan bunu hiç hoş karşılamaz.''

Yine de, ''Serdar ne sikime-'' diyecek oldum, sustum. Az sonra derin bir nefes alıp, ''neden Serdar?'' diye sordum.

''Ailelerimiz arkadaş. Biz de arkadaşız. Yanlış da anlaşılmaz.''

''Maskeli balo olacak demiştin. Kimse beni tanımayacak,'' diye ısrar etmeyi sürdürdüm.

''Yine de olmaz,'' diyerek kestirip attı. ''Hem artık Serdar'ın teklifini kabul ettim, birden fikrimi değiştirmem yakışmaz, ayıp olur.''

Çıldıracaktım şimdi orada, Serdar'a ayıp olacak çok şey vardı yapabileceğim ama bu kesinlikle onlardan biri değildi!

''Ayıp olmaz,'' dedim ben de net bir şekilde hiddetle.

Gözlerini devirdi bana.

Hemen çatıldı kaşlarım. Bu ne demekti şimdi? Ne demeye çalışıyordu? Ne düşünüyordu? Meira'nın aklından ne geçiyor hiçbir fikrim yoktu ama o sanki benim kafamın içini okuyordu. Hemen nefret ettim anlamını çözemediğim bu mimiklerinden.

Meira bir kitap gibi ve dilini de bilmiyorum. Onu açıp okuyamıyorum. Bu beni deliye döndürecek!

''Neden yaptın öyle?'' diye sordum ona sonunda dayanamayarak.

''Hiç etik anlayışın yok değil mi?'' diye kibar bir şekilde kızdı bana. İlgisi bende değildi, bir yere bakıyor ve düşünceli görünüyordu. ''Kaba saba olsanız da...'' dedi, neresiyle ilgilendiğine baktığımda Mert'i ve Ozan'ı bize doğru gelirken gördüm. ''... iyi insanlarsınız.''

Meira'yı, ellerini nasıl da arkasında birleştirip ikilinin bize yaklaşmasını bekliyor oluşunu izliyordum.

''İyi akşamlar efendim,'' Mert hemen yanaştı, bir kolunu omzuma atarken Meira'yı keyifle selamladı.

Ozan ve Meira ilk defa aynı ortamda bulunuyordu, Mert'i her ne kadar çenesini kapatması için tartaklasam da elbette Ozan'a anlatmıştı Meira'yı.

Ozan, aramızda belki de sosyal becerileri en normal olan, insanlarla en iyi ve elbette en doğru şekilde anlaşan, en kibar olandı fakat Meira'yı gördüğünde bir duraksadı. Bunun kaba bir duraksama, bir tereddüt olduğunu fark etti Meira, ince kaşları hafifçe çatılacak gibi olduysa da yüzündeki o küçük sırıtmayı korudu.

''Ozan,'' dedi sonunda, elini uzatmıştı Meira'ya.

Meira hemen tutmadı o eli, Ozan'da oyalandı irdeleyici bakışları, aynı gözler kendisine uzanan eline de indi. Neyi sorguladığını bilmiyordum, belki de Ozan'dan pek hoşlanmamıştı.

Ama o eli tutup sıktı. ''Meira,'' diye tanıttı kendini.

Ozan'ın kaşları çatıldı, ''Meira...'' diye tekrarladı.

Mert hevesli hevesli, ''güzel ve değişik bir isim değil mi?'' diye atıldı.

Ozan bir şey düşünüyordu. ''Bir sorun mu var?'' diye sordu Meira da ona.

Ozan silkelenip kendine geldi hemen. ''Hayır. Hayır. Yalnızca... Ünlü müydün acaba?''

Meira bu soruya karşı nazikçe gülümsedi ama rahatsız olmuşa benziyordu. ''Kemancıyım ama ünlü değilim.''

Ozan başını salladı ağır ağır. ''Birine benzettiğimi sandım,'' dedi.

Bir gariplik vardı havada. Bu kısa ve gerici formaliteyi geçmek adına, ''ne işiniz var burada?'' diye sordum onlara.

''Öykü'yü almaya geldim,'' dedi Mert pişmiş kelle gibi sırıtarak. ''Beraber yeni çıkan filme gidiyoruz!''

Kısa bir sessizlik oluştu ortamda. Meira her ne kadar ilgisiz görünse de Mert'in Öykü ile beraber dilediğince vakit geçiriyor oluşu küçük de olsa rahatsız etmiş olmalıydı onu. Ne de olsa kendi ailesi Öykü'nünkine nazaran çok sıkıydı. Değil biriyle sinemaya gitmesi, yalnızca ailesinin onayladığı insanlar dışında biriyle sırf konuşması bile hoş karşılanmıyordu. Meira da bu sorgulamayı yaşıyordu sanki içinde, bunu yüzünden seçebilmek mümkündü.

Ah, o yüzünü asma sebeplerinin hepsini bir bir yok edeceğim günü iple çekiyorum Meira... Sadece biraz daha sabret.

Öykü de çıktı sonunda, Mert ile birkaç haftadır görüşüyorlardı. Öykü gibi ağırbaşlı bir kız her nasılsa Mert gibi bir eşeği beğenebilmişti, onun adına sevinmedim değil, mutlu görünüyorlardı beraber. Mert'in ağzı kulaklarına varıyordu sırf Öykü'ye bakarken bile. Öykü ise öyle hemen gardını indirmiyor, ağırdan alıyor ama alttan alttan utangaç bir gülümsemeye de engel olamıyordu.

Kol kola girdiler beraber. Henüz herhalde bir aydır tanıyorlardı birbirlerini ama duyguları konusunda nettiler, bütün engelleri de görmezden gelerek kendilerini akışına bırakabilmişlerdi rahat rahat.

Ben ise Meira'yı bir yıldır tanıyor, onu 1 yıldır rüyalarımda dahi görüyordum; ona aşıktım, artık itiraf edebildiğim üzere ona sırılsıklam aşıktım ama henüz yanında bile duramıyordum.

Korkaktım çünkü. Meira'nın asıl benliğimi öğrenip benden nefret etmesinden ama en çok da Meira'ya, bir şekilde benim yüzümden bir zarar gelmesinden çok tırsıyordum. Bu yüzden böyle bebek adımlarla yaklaşıyordum ona, önce yanımdaki yerini sağlama almaya çalışıyordum. Zarar görmeyeceği bir ortam oluşturmak ilk hedefimdi, sonra ben de onu koluma alabilirdim işte böyle. Onu dünyanın diğer ucuna da götürebilirdim. Gezip görmediği nereler varsa, en çok nereleri merak ediyorsa, hasta ailesi ondan neyi sakındıysa, hepsini bir bir gösterecektim ona. Özgürlüğü öğretecektim Meira'ya.

''Zusman abi birazdan gelir,'' dediğini duydum Öykü'nün. Meira'ya söylüyordu bunu ve Meira'nın yüzü asıktı. ''Siz de gitseniz iyi olur,'' dedi bize de. ''Görmesinler sizi.''

''Hadi,'' diye çekiştirdi Mert onu. ''Geç kalacağız Öykü.''

''Zaten yiyip içmekten filme odaklanamayacaksın.''

''İftira!''

Öykü onu görmezden gelerek bize doğru, ''görüşürüz!'' diye seslendi ve beraber gözden kayboldular. Ben gitmek istemiyordum, Meira'nın yanında kalmak ve onu son dakikalara kadar görmek istiyordum ama az sonra Meira da bize, ''gidin hadi,'' dedi saate baktıktan sonra.

Sinirliydim Meira'nın ailesine. Onu bu denli baskılamaları deliye çeviriyordu beni. Reşit bir kız nasıl olur da dilediğince arkadaş edinemezdi? Akıl kârı mıydı bu hiç?

Eğer Meira'nın ailesi böyle olmasaydı biz de tıpkı Mert ve Öykü gibi dışarıya çıkabilir, gezebilirdik; Meira'ya, henüz ona doymadan veda etmek zorunda kalmazdım. Meira'nın yanındayken çevremi saran sıcaklık, o gittiğinde onunla beraber terk ediyordu sanki beni ve ben her gece bu eziyeti tekrar tekrar yaşıyor, acı çekiyordum.

O soğuk evime geri dönmek, yalnız duvarların arasında senin düşünü kurmak... Orada olman için nelerimi verirdim Meira, tahmin dahi edemezsin.

Meira'yı böyle sessizken, biraz da o kibirli ama tatlı, çokbilmiş maskesini indirdiğinde neredeyse hüzünlü gelen o soğuk ifadesini izlemek ona ne denli bağlandığımı ve onsuz asla yapamayacağımı düşündürüyordu bana.

Hiç birbirimize varamayacak mıydık biz Meira? Bu ihtimali elemek için yapabileceklerimin bir sınırı yoktu. Bu korkuttu işte beni. Meira da istediği sürece, Meira'yı benden ayrı tutabilecek bir güç daha var olamazdı. Bütün hayatımı sırf şurada 5 dakika daha fazla yanında durabilmek için feda etmeye hazırdım oysa, bu denli bağlanmıştım işte ona. Bu kadar bütünleştirmiştim varlığımı onunla!

Ama Meira'yı orada bırakmak zorunda kaldım, döndüm arkamı ve yürüdüm. Her gece olduğu gibi. Neredeyse 1 yıldır her gece yaptığım gibi, onu yine bırakmak zorunda kaldım. Yürürken omzumun üzerinden geriye bakabildim anca.

Ona baktığımda tek gördüğüm, bizim iki ayrı ruh olamayacağımızdı ama.

Meira'ya karşı olan aşinalığım kendime olandan fazlayken, nasıl onu bir yabancı gibi görebilir, onu nasıl etimden kemiğimden, varlığımdan ayrı tutabilirdim?

Seni benden çıkartınca bir şey kalmıyor benden geriye, Meira.

Uzaklaşsak da onu kolluyordum, şoförü arabayı kaldırıma yanaştırırken gözüm Meira'daydı. Otoparkın oradaydık Ozan ile, hemen bir sigara yaktı, bana da bir dal uzattı.

''Demek uğruna bütün bir suç hayatını bıraktığın kadın bu,'' diye mırıldanıyordu ilk nefesin ardından.

Meira arabaya binip gözden kaybolmuştu. ''Artık uslu adamlarız,'' dedim, Ozan çakmağı yakıp uzatınca da eğilip sigaranın ucunu tutuşturdum.

''Paravan yaptığımız mekanlar,'' dedi, ''karaborsa-''

''Onları da halledeceğim yakında,'' temennisini verdim ona. ''Sadece bana güvenin. Polat'ı kaldıracağım tamamen ortadan.''

''Vay be abi,'' diyordu hayretle iç çekerken.

Siyah SUV'un köşeden dönüp sokağı terk edişini izlerken, ''Meira'nın soluyacağı havada bile kötülük olmamalı,'' diyordum kendimden emin bir şekilde.

Ozan da arabayı izliyordu arkasından. ''İyi güzel ama çok çabuk güvenmiyor musun bu kıza? Çok çabuk kapılmadın mı sence de?''

Neredeyse bir yıldır onu uzaktan izliyor, özümsüyordum zaten, öyle alelacele bir bağlanma değildi benimkisi. İlik ilik dokunmuştu içime, beni hücrelerime kadar ele geçirmişti şimdi de. Ona kapılmak demezdim ben buna, onda yaşamaya başlamak denebilirdi daha çok.

''Bu kadar gardını indirmemelisin,'' diye devam etti o da. ''Seni hiç böyle görmemiştim.''

''Nasıl?'' diye sordum.

''Böyle... savunmasız. Mert buna seviniyor, aşık olduğun için sevinçten kuduruyor ama ben emin değilim. Kimseye güvenmemeyi öğrendik biz, böyle görüp büyüdük. Kendi ailelerimizden bile hayır gelmedi bize abi, unutma.''

Kaşlarım havalandı. ''Meira'nın bana bir kötülük yapabileceğini mi söylüyorsun?''

''Ona kalbini açarsan,'' dedi, sigarasının dumanını üfledi, ''belki de parçalamayı seçer, diyorum.''

Buna ister istemez sırıttım. ''Ondan gelecek bir kötülüğe dahi razıyım ben.''

''Bu kadar emin konuşma.''

Onu ciddiye bile almıyordum. ''Hiçbir güç,'' dedim tereddüt dahi etmeden, ''hiçbir kabahat onu bana nefret ettiremez.''

Varlığımın en hassas noktasında yeşermeye başlayan hayat ağacından nefret etmek mi? Ömrümde bu kadar gülünç bir şey duymamış olabilirdim.

Ozan sessiz kaldı bir süre. İkimizin de sigarası bitti. Arabalarımıza dağılacaktık birazdan, hava çoktan kararmıştı, kulüpte iş vardı.

İzmariti attı, ''onu birine benzettim,'' dedi az sonra düşünceli bir şekilde.

''Kime?'' Son dumanı saldım.

''Bilmiyorum. Oysa yüz hatları hiç sıradan değil.''

''Belki konser afişlerini görmüşsündür.''

''Belki.''

Sadece birkaç gün sonrası, oldukça bunaltıcı işlerle dolu bir günün sonlarına doğru, yaklaşık 9 sularında konservatuar binasındaydım. Yine Mert ile beraber, maalesef. Onu son zamanlarda yanımdan kazımak oldukça zor olmaya başlamıştı, hele ki mesele bir şekilde Meira'yı ve onunla olan ilişkimi geliştirmeyi ilgilendiriyorsa, hemen işe atlamak, müdahale etmek istiyordu.

''Geliyor,'' dedi Mert sonunda. İçeride, boş sınıflardan birindeydik, sandalyeyi kenara çekip oturmuştum ve sınıfın kapısı da hafif aralıktı. Benim bir şey yapmama gerek kalmadı, Mert tıpkı bir avcı gibi gözetti dışarıyı sinsice ve doğru an geldiğinde dışarıya adımladı.

''Oo! Başkan!'' sesi duyuldu koridordan. ''Gel bakayım sen şöyle bir.''

''Ne oluyor?''

''Konuşacağız,''

Ve az sonra kapı geri açıldı, alelacele bir şekilde neye uğradığının şaşkınlığını dahi üzerinden atamayan Serdar ve yanında da pişkin pişkin sırıtan Mert girdi içeriye. Sınıfın kapısını kapattı Mert hemen, ardından Serdar'ı omzuna attığı koluyla yönlendirdi ve karşıma getirip çektiği bir sandalyeye oturttu.

''Gel bakalım canım,'' diyordu Mert ona muzip bir şekilde. Serdar şaşkınlık içerisindeydi hâlâ, bir karşısında oturan bana bir de başında dikilen yabancıya bakıyor, alakayı ve amacımızı çözmeye çalışıyordu.

İşim gücüm yeterince başımdan aşkındı, hiç uzatmadan, hiç lafı gevelemeden Serdar beyi sandalyenin bacağından tutup kendime doğru çektim ve iyice kendime yaklaştırdım.

''Serdar,'' dedim, ''o baloya gitmeyeceksin.''

Bakışlarını benden kaçırmamak için kendisini zorlayarak yutkundu. ''Neden?''

''Çünkü hastalandın,'' diye açıkladım.

Kaşları çatıldı, kafası karışmıştı. ''Hastalanmadım ama.''

Omuz silkip, ''ya da yaralandın,'' adlı ikinci teklifimi sundum. Bana her türlü hava hoştu.

Mert de, ''merdivenlerden düşmüş olabilirsin,'' diye tatlandırdı biraz.

''Düşerken bacağın da kırılmıştır belki,'' diye devam ettirdim.

''Ve yüzün,'' dedi Mert.

Yüzümü buruşturdum, ''çok kötü dağılmıştır eminim ki,''

''Morluklar falan,''

Sıkıntılı göründüm. ''Atılması gereken onca dikiş...''

''Alçıya alınacak bacağın...'' İç çekti Mert de dertli bir şekilde.

Serdar'ın ikimiz arasında mekik dokuyan bakışları korkuyla şekillenmişti. Kaçacak delik arıyor, terler atıyor ve böyle korkudan altına sıçarken de hiç 'sosyeteden'miş gibi görünmüyordu.

Ve tam da o an ona, ''ya da... basitçe hastalandın ve gitmek istemiyorsun,'' adlı ilk ve zararsız seçeneğimi tekrardan sundum.

Zor olsa da kafası aldı sonunda. ''H... Hastalandım,'' dedi hipnotize olmuş gibi.

Mert ona doğru eğilip omzunu tuttu. ''Öksür bakayım.''

Serdar zorlama bir çabayla öksürdü.

Mert ise tatmin olmayıp omzunu sıktı. ''Daha sert, böyle ciğerden, Adıyaman tütünü içen tır şoförü gibi, inandırıcı öksür bakayım!''

Serdar can havliyle öksürdü, boğazları acımış olmalıydı ve anca öyle memnun edebildi Mert'i.

''Aferim, koçum benim, canım benim!'' diye başını sevdi Serdar'ın.

Sorun çözülmüştü, oturduğum yerden kalktım ve gitmeye davrandım fakat kısa bir anlığına duraksadım. Serdar da problemin ne olduğunu bilmeden tedirgin bir bakış attı bana.

Ona doğru eğildim tekrardan. ''O götünü parayla silen ailen seni benden koruyabilir yanılgısına düşersen diye söylüyorum bunu," diye başladım kibarca, "eğer Meira'nın bu küçük sohbetimizden bir şekilde haberi olursa-"

''Olmayacak, söz veriyorum,'' diye temenni verdi hemen. Aksine cesaret edebilecek taşağı yoktu zaten, bu yüzden hemen ikna oldum ve kalkıp gittim.

Mert'in arkadan, ''ceket de fenaymış, çıkar bakayım bir deneyeyim,'' dediğini duydum en son, sınıftan çıktıktan az sonra yetişti bana. Üzerinde yeni bir deri ceket vardı şimdi, kollarını uzatmış kılık kıyafetine, ceketin üzerinde nasıl durduğuna bakıyordu.

"İyi çocukmuş," diye övüyordu bu sırada da onu.

En azından, "temiz çocuk," dedim.

"Zarar gelmez bundan,"

"Yok, anne kuzusu biraz."



Ben küçükken Polat bize 100'er lira kağıt para verdi.

''Bu para sahte,'' dedi, o bastonuyla yere vurarak, ''ve pazarda bunu okutmayı becereni ödüllendireceğim,'' diyerek küçük grubumuzu pazara gönderdi.

Birkaç çocuk şansını denedi ve başarısız oldu.

Ozan mantıklıydı, standı en kalabalık satıcıya gitti, o yoğunlukla adamın dikkat etmeyeceğini ve sahte paranın arada kaynacağını düşündü. Yanıldı, adam fark etti ve Ozan başarısız oldu.

Mert hilekârdı, parayı çöpe attı, meyveciden meyveleri çaldı ve Polat'a, ''bak, sahte parayı okutup aldım,'' dedi. Yine de sağlam bir dayak yedi o gece.

Ben ise kurnazdım, balıkçıya gittim. Elleri pis olduğu için parayı inceleyemezdi çünkü, direkt önlüğünün cebine atardı. Öyle de oldu, balıkçı verdiğim parayı hiç sorgulamadı.

Kuralına göre ama pis oynayan bir adamdım hep, küçük detaylarda ve risklerde buldum kazancı. Böyle böyle yükseldim, hem suç hayatında hem de hukukta saygı ve ün kazandım. İroniktir ama birbiriyle oldukça çok çakışırlar.

Şimd ise, küçük bir dolandırıcılıktan başlayan ve uluslararası bir ticaret ağına dönüşen suç hayatımı düşününce, ta en zirvelerdeyken birden tekrardan diplere geri çekmiştim her şeyi. Düşmüş değildim, ben kendi isteğimle inmiştim o zirveden.

Meira için.

Asla Meira yüzünden değil ama, Meira için.

Ve artık bu yeni düzen belliydi, kurallar da gayet basitti; uyuşturucu ve silah yok. Siktiğimin yeni düzeni çok net ve anlaşılabilir, artık o tarz pis işler yapmıyoruz, kimselerle anlaşmıyoruz, piyasadan çekildik. Bunu anlaması neden bu kadar zor?

Karşımda yan yana dizili üç eşek herife bakıyordum, onlar ise bana değil ama yere bakıyordu suçluluk duygusuyla.

''Dediğin gibi de oldu abi,'' diye açıklıyordu Mert de. ''Bizim adımıza anlaşmayla teslim almaya ve satışa devam etmişler gizlice.''

Derin bir nefes aldım. Son haftalarda işle uğraşmaktan kafamı kaldıramamışken bir de üstüne bu eşeklerle uğraşmak sinirlerimi bozuyordu. Elbette Polat'ın yardakçılarıydı, sorun çıkartacaklarını başından beri biliyorduk zaten.

Üçü de yakalanmış olmanın verdiği gerginlikle ellerini önlerinde birleştirmiş, bakışlarını yerden kaldırmaya korkarak dikilirken Mert sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi usul usul gitti ve demirden bir beyzbol sopası getirdi bana. Elbette burada beyzbol oynayan kimse yoktu.

Elimi uzattım, Mert beyzbol sopasını bana verdi sessizce. Karşımdaki üçlü başlarına ne geleceğinin gayet de farkında olsalar da hiç kıpırdamadan oldukları yerde titremekle yetindiler yalnızca.

Sopanın sapı uzun süre sonra yeniden ellerimin arasındaydı. Sanki bir uzvummuş gibi sıkıca kavradım onu.

''Yeterince açık olduğumu sanıyordum,'' diye mırıldandım, sopayı kontrol ediyordum. ''Ama o koca kafalarınıza bir şeyi sokabilmek için önce onları yarmak gerekiyor sanırım.''

Yutkunuşlarını izledim, itiraz etmeye dahi cüretleri yoktu, hemen yandaki bilardo masasına yığılıydı satışa hazır bir şekilde paketledikleri 50 kilo uyuşturucu.

Sopayı kaldırdım, üçüne de sırasıyla doğrultarak gezdirdim ucunu. ''Öğrenmem mi sanmıştınız?'' diye sordum onlara sırıtarak. ''Ya da Polat'tan mı alıyorsunuz bu gücü? O sizi korur mu sanıyorsunuz?''

Polat odada değildi, belki paramparça ettiğim bağlantılarımızı geri kazanmaya, eski ortaklarımızı yeniden toplamaya, bozulan ilişkilerimizi düzeltmeye çalışıyordu. İstediği kadar deneyebilirdi, onun için de ayrı planlarım vardı. Sırasını beklemeliydi.

Sessizdi üçü de. Arkalarındaki diğer yirmi kadar adam da aynı suspuslukla izliyordu bizi.

İlk darbe ani ve beklenmedikti.

Sopayı, ortadaki adamın diz kapağına indirmiş, onu saniyeler içerisinde iki büklüm etmiştim. Acıyla yerde kıvranışına şahit olan diğer ikili fark etmeden yavaş yavaş kaymaya ve arayı açmaya başlamışlardı. Onlara da sıra gelecekti ama öncelikle ortadaki adamdan çıkartacaktım hıncımı.

Muhtemelen kırılmış olan dizini tutuyor ve acıyla ciyaklarken yeni bir darbeden korunmak için elini kaldırıyordu. O ele de vurdum, metalin ete çarpma ve kemikleri ezme sesi yankılandı içeride. Adam yerdeydi şimdi tamamen, bütün sinirimi boşaltarak tekrar tekrar, dakikalar boyunca vurdum kum torbasına dönüşmüş gövdesine ama diğerlerinin kendilerini dışlanmış hissetmelerini istemedim. Sopayı savurup diğerlerine de denk getirdim. Sonunda üçü de yerde acı içinde kıvranırken dört tarafa sıçrayan kanları sopamı, ellerimi ve yüzümü boyadı. Gebertecektim onları böyle giderse, kendimi kaybetmeme bu denli izin verilirse o koca kafalarını parçalara ayıracak ve sonunda, ''şimdi anladınız mı kuralları?'' diye soracaktım.

Biri dur demedi ama az sonra salonun kapısı bir istila varmışçasına darbeyle açıldı. Polat'ın adamları geldi sandım sesi duyunca ve onları da dövmek için doğruldum, sopayı diğer elime alarak girişe doğru döndüm dirseklerime kadar kana bulanmışken ama Ozan'dı gelen.

Ozan da nefes nefeseydi, yüzüme o şaşkınlıkla bakarak, ''Meira!'' dedi.

Göğsüm hızla inip kalkıyordu yorulduğum için. Yanlış duyduğumu sandım ve kuruyan dudaklarımda dilimi gezdirip, ''ne?'' diye sordum kafa karışıklığıyla.

''Meira geldi abi!'' dedi bana.

Çıldırdığını düşündüm. ''Ne diyorsun oğlum? Ne Meira'sı?'' Fakat harekete de geçmiş, kanlı sopamı yere atıp Ozan'a yaklaşmıştım. 

''Yukarıda!'' diyordu o da bu sırada. ''Bir baktım Meira girdi bar kısmına! Seni soruyordu, çocuklardan biri aşağıda olduğunu söyleyince inmeye yeltendi ama onu durdurdum, ön cephede oturuyor şu anda.''

Bunun nasıl olduğunu anlamıyordum. ''Ne işi var burada?'' Ya da daha da önemlisi, ''burayı nereden biliyor?'' derken Mert ve Ozan ikilisiyle beraber terk ettim salonu. Hızlı adımlarla karanlık koridoru arşınlıyorduk. 

''Bilmiyorum abi, soramadım, seni bekliyor şu anda.''

''Siktir...'' 

Aklımı yitirecektim, Meira'nın böyle tehlikeli bir yerde ne işi vardı? Dahası, ne oldu da gelmişti? Kötü bir şey mi yaşanmıştı yoksa? 

O kafa karışıklığıyla ne halde olduğumu bile unutmuştum, büyük ve kararlı adımlarla yürüyordum. Mert bana, ''Uygar yüzünü sil,'' demeseydi, üstüm başım kan içindeyken çıkacaktım Meira'nın karşısına. 

Yanından geçtiğim aynalı duvarda ıslak mendille hızla temizlemeye çalıştım elimi yüzümü ama kıyafetime de kan bulaşmıştı. Mert hızlıydı neyse ki, kendi temiz üstünü çıkardı. Ona uyarak ben de kendi tişörtümü sıyırdım üstümden bir çırpıda. Barın içinden geçerken bakışların nereye acele ettiğimi, neden böyle gergin göründüğümü ve ne halta üzerimi çıkarıp yarı çıplak kaldığımı sorguladığını biliyordum. 

Hiçbirini kaale almadan üst kata çıktığım sırada geçirdim Mert'in siyah kapüşonlusunu üzerime. En azından alt kata inilmesine müsaade edilmemişti yoksa çok daha farklı şeyler yaşanıyor olabilirdi, giriş kattaki bar normal sayılırdı. 

Orada, masada tek başına oturuyordu. Onu görünce iç çektim, ona bir şey olacak diye tedirginlikten buraya gelene kadar sadece birkaç dakikada kendimi yiyip bitirmiştim bile. Çevreye bakındım bu sırada, kulübün üyeleri alt kattaydı, neyse ki onları konuşma ve o üç iti cezalandırma amacıyla oraya toplamıştım da çalışanlar dışında kimse Meira'yı görmemişti.

Yaklaştığımda, ''Meira?'' diye seslendim ona. Arkası bana dönüktü, karşısına geçtim ama oturmadım, onu da kaldırmak istiyordum çünkü.

Garip göründü o an gözüme, bir şeylerin tersliği sezilebiliyordu o neredeyse endişeli diyebileceğim savunmasız ifadesinden. Kaşlarım çatıldı hemen, ''iyi misin?'' diye sordum, uzanacak gibi de oldum ama ne yapacaktım sanki? Onu tutacak mıydım? Ona dokunamazdım. Yumruğumu sıktım bu tosladığım duvarla beraber.

''İyiyim,'' dese de yine de gergin görünüyordu. Kaşlarının arasındaki küçük kırışıklık yumuşak tutmaya özen gösterdiği yüzüne kasvetli, biraz da kırgın bir hava katıyordu. 

''Bir şey mi oldu?'' dedim, kalbim hızlı çarpıyordu lakin o bana rağmen yine de sakindi. Cevap vermeden beni inceledi, daha doğrusu gözleri bir ayrıntıyı yakaladı ve yeşil bakışları ellerime indi. 

Hemen çatıldı ince kaşları. ''Ellerinde neden kan var?''

Kan...

Kafamı eğip elime baktığımda gözden kaçırdığım noktalarda kan lekeleri gördüm. Siktir... 

Ozan yetişti imdadıma, ''az önce burnum kanadı da,'' diye bir açıklama sundu kendi burnunu tutarak.

Mert telaş yaptı ama Meira'nın yanlış anlayacağını düşünerek ve ''o kanatmadı ama!'' dedi.

''Temizlerken oldu,'' dedim.

''Nar yedik,'' dedi Mert alakasız bir şekilde.

Hay senin sıçıp batırmana...

Meira'nın dikkatini dağıtıp asıl konuya dönmeyi düşündüm. ''Boş ver şimdi kanı,'' dedim ona, ''burada ne işin var Meira?''

Uykulu muydu yorgun muydu yoksa bazen takındığı o dalgın, alıngan tavrından ötürü mü böyle sakin ve enerjisi yitik görünüyordu bilmiyordum ama bir şeyler terstti.

''Konuşabilir miyiz?'' dedi ve ardından ikiliye bakıp, ''özel,'' diye ekledi.

Mert hemen ilgilenmiş göründü, ''konuşalım tabii,'' diye katılacak oldu ama Ozan onu ensesinden yakalayıp, ''arkadayız biz abi,'' diyerek Mert'i de beraberinde götürdü. 

Bu kadar göz önünde oturmak istemiyordum Meira ile ama Ozan'ın da sorunun ne olduğunu bildiği için bizimkilerle ilgileneceğini, yukarıya çıkarmayacağını biliyordum. Bunun bana zaman kazandırdığını düşünerek Meira'nın karşısına geçip oturdum. 

''Ne oluyor Meira?'' dedim, ifadesinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. ''Bir şey mi old-''

''5 provama da gelmedin,'' dedi  birden asıl rengini, bana bozulduğunu belli ederek. ''Seninle bir anlaşmamız vardı. Kendini öldürmediğinden emin olabilmem için her provama gelecektin.''

Bir problem olduğunu düşünüp kafamda binlerce senaryo kurdurmuştu bana ve mesele bu muydu gerçekten de? İç çekerek geriye yaslandım. Aklımı almıştı başımdan boş yere.

''Ben iyiyim,'' dedim, gözüm etraftaydı yine de. '' Gerçekten. Öyle bir planım yok artık.''

Meira oldukça alıngan göründü gözüme ama belli etmemeye çalışıyordu sanki. ''Yine de 2 haftadır gelmedin bana. Artık ilgini çekmiyor mu çaldıklarım?''

Bu argümanına karşı neredeyse sinirlenecek gibi oldum. ''Ne? Hayır! O yüzden değil,'' diye savundum hemen kendimi. 

Meira için büyük planlarım vardı, hayatıma dair atılması gereken önemli adımlar da bu yüzden gerekliydi ve hepsini balodan önce halletmeye çalıştığım için işlerim üst üste yığılmıştı. 

Elbette ona bundan bahsedemezdim, bu yüzden yalnızca, ''işlerim vardı,'' dedim. ''Konserine gelecektim.'' 

Kısa bir sessizlik girdi araya, onu böyle sorgularken, benim ilgimden şüphelenirken görünce bir rahatsızlık esir aldı bedenimi. 

''Sana olan ilgimi yitirmemin hiçbir imkanı yok,'' deyiverdim ben de birden. Çok teklifsiz bir itiraftı ve ben dahi neye uğradığımı şaşırdım. ''Yani... gösterilerin, keman ve parçalar,'' diye ekledim. ''Onlar. İlgi çekici.''

Sikeyim böyle işi, bir andaval gibi konuşuyorum!

Meira, sessiz sessiz izledi beni ve bu her şeyi olduğundan daha da gerici bir hale getirdi. Gerilince sinirlenen insanlardandım ve şimdiden ayağımla yerde ritim tutmaya başlamıştım bile.  Konuyu değiştirmeliydim.

''Hem sen,'' dedim, çevreye bakındım yeniden, camın kenarındaydık zaten ve dışarıda da bir araba görmüyordum. ''Nasıl geldin buraya?'' 

Omuz silkti. "Prova saatinde özgür sayılırım, kaçtım işte."

"Ben alırdım seni, ne diye kendi başına geldin?" 

Yüzüme saf saf bakıp, "telefonun yok ki bende," dedi.

Doğru, onunla doğrudan iletişim kurmayacağımdan hiç sormamıştım bile. Bir aptal gibi hissettim kendimi. ''Numaran,'' dedim.

''Yok,'' diye böldü ama beni. ''Telefon kullanmam yasak zaten.''

Duraksadım birden ne diyeceğimi bilemeyerek. Bir yandan sorgulasam, ailesiyle ilgili sorular sorsam yine rahatsız olacağını ve kaçınacağını biliyordum, öte yandan da bunun nasıl gerçek olabildiğine inanamıyor, sorgulamak ve öğrenmek istiyordum. 

Bu muhafazakarlık değil, bambaşka bir seviyeydi artık; bir esir gibiydi Meira orada.

Ama ailesine dair geçen en küçük alakada Meira'nın yüzünün hemen nasıl da asıldığını ve gözlerime bakmaktan kaçınıp başka yerlere odaklandığını görünce üzerine gidemiyordum da. 

''Burada olduğumu nereden biliyorsun?'' diye sordum ben de bunun yerine. 

Dirseğini masaya dayadı, çenesini ise avuç içine ve sıkılmış göründü. ''Kişisel hizmetlime buldurdum,'' derken çevreye bakındı. Sıradan bir kafe bara benziyordu giriş katı, müşteriler erkek yoğunlukta olsa da aşağı yukarı normal bir profil çiziyordu.

''Burası en çok vakit geçirdiğin yermiş,'' diye mırıldanıyordu Meira da. ''Burada kalıyormuşsun sanırım. Bir odan var mı?'' 

Hemen, ''oda sayılmaz,'' diye karşı çıkmaya hazırlandım. Üst katlara onu çıkaramazdım.

Ama Meira sanki inadına, ''beni oraya götür,'' dedi hemen.

Yutkundum, sabırla ve güzelce ona açıklamaya yeltendim. ''Belki benim kendi evime geldiğinde gösterebilirim sana asıl odamı, burası sadece geçici-''

''Yine de görmek istiyorum,'' diye ısrar etti Meira. En küçük bir anlaşmazlıkta hemen o kaşları çatılır ve çocuksu bir hınç belirirdi ya yüz hatlarında... En taştan sağlam iradeyi bile paramparça edecek bir gücü vardı bu konuda, o farkında bile olmasa da, ne derecede tehlikeli baktığından bihaber olsa da...

Meira oturduğu yerden kalkmıştı bile, direnmenin ve daha fazla ilgi çekmenin manası yoktu. Hem, mekanın girişinde oturmaktan iyiydi en azından. 

Kalktım yerimden tabii, Meira'yı da peşime takarak üst katlara çıkardım onu. Sorun yoktu, ışık biraz loşlaşıyor, alt kattaki sıcak kafe ortamına nazaran insanı yalnız hissettiren uzun koridorlar karşılıyordu bizi, birkaç çalışan dışında kimsecikler de yoktu etrafta. Ozan onları alt kattan çıkartmıyor olmalıydı.

''Neden pek kimseler yok etrafta?'' diye soruyordu Meira da beni takip ederken.  

''Çok kalabalık değiliz.''

''Değiliz?'' diye tekrarladı. ''Siz, kim oluyorsunuz? Bu mekan sana mı ait?''

Nasıl diyeyim şimdi çevredeki bütün mekanlar bana ait diye?

''Gibi,'' dedim ben de. Böyle yerlerle o kadar da alakalı olduğumu bilmesini istemedim. 

Beşinci kattaydık, ara sıra kaldığım oda teras katındaydı. Kapıyı ona açarken odamın ne halta benzediğini ve ona ne tarz bir oda gösterecek olduğumu düşünmemiştim bile. 

Daha doğrusu gösterecek bir şey yoktu. 

Sıradan bir odaydı, en kenara dayanmış metal bir karyola, diğer tarafta cama yakın bir çalışma masası, ceketlerimi asıp kasklarımı yerleştirdiğim duvara monteli birkaç raf, şurada da bir gardırop işte ve etrafta birbiri üstüne dizilmiş, köşelerde kenarlarda küçük dağcıklar oluşturmuş onlarca kitap.

Tahir Sami Bey misin sen amına koyayım, dese kız, dibine kadar haklı. 

Bu odaya dair tek güzel gelebilecek tarafı balkonu, şehre bakan üstten bir göz gibi açılıyor dışarıya. Küçük ama pineklemesi güzel bir köşe.

Meira da içeriyi kısaca bir inceledikten sonra -ki bu hepi topu beş saniyesini almıştı- güldü birden. Hem de oldukça samimi, omuzlarını hareket ettirecek kadar şiddetli bir gülüştü bu. 

Neye uğradığımı şaşırdım resmen, onu hiç bu denli neşeli görmediğimden emindim. 

''Karaşah,'' dedi nefeslenirken, ''çok garip birisin. Para içinde boğulduğun halde kaldığın odaya bak.''

Perdesi yoktu, temiz, düzenli ama boş, ruhsuz bir odaydı. Yıllar önce buraya nasıl geldiysem öyleydi hâlâ, hiçbir şeyi değiştirmemiştim.

Meira ise içeride gezmeye başladı. Ellerini yine arkasında birleştirdiği ve bunu yaparken benimle büsbütün eğlendiğine inandığım, o çocuksu bir yaramazlığa sahip hareketinden yaptı.  

''Benim büyütüldüğüm yerde neyin varsa bunu gösteriş haline getirmek zorundasın,'' diye anlatıyor ve kısaca etrafa göz gezdiriyor, pencerenin ardındaki manzaraya bakıyordu. ''Bir vazo mu aldın?  Onu girişe koyacaksın, yeni perde mi taktırdın, ışığı perdenin rengini öne çıkartacak şekilde ayarlayacaksın. Sırf mobilyalar birbirine uysun diye tutulan iç mimariye milyonlarca dolar harcayan ailelerden geldim ben ve şurayı görünce...'' 

Saçlarımı kırıştırdım kafa karışıklığıyla. ''İhtiyacımı karşılıyor işte,'' dedim. Hiçbir yer bana yuva olmadığından en lüks odaların da parklardaki bankların da birbirinden farkı yoktu. Yatak yataktı işte, gerisi önemsizdi. 

''Kendi evinde de böyle mi odan?'' diye sordu o da.

Orası da büyük beyaz bir akıl hastanesi odasına benziyordu. Bomboştu çünkü. Belki Meira'ya minimalistim ben, diye yutturabilirdim ama. 

Görünen o ki Meira gördüklerinden hoşnuttu, bana takılmaya devam ediyordu: ''Buraya kız atabildiğini söyleme bana,'' dedi sonunda.

Şaşırdım bir an, ''kız atmak?'' diye sordum kafa karışıklığıyla.

Durdu, o da ne demeye çalıştığını anlamıyormuş gibiydi, ''siz böyle dersiniz ya hani? Erkekler yani,'' diye açıklamaya çalıştı. Taklit etmeye çalıştığı kabalık ve sokak ağzı çok bayağı duruyordu onda, derhal seçilebilirdi zorlama bir çaba olduğu.

''Bir yere kız attığım yok Meira,'' dedim dürüstçe ona.

Aklım fikrim sendeyken başka herhangi bir dişiye gözüm bile değiyor mu diye sorsana asıl. 

Artık her ne geçtiyse öğrenmek için her şeyi yapacağım o aklından, yüzüme baktı uzun uzun ama bu konuda daha başka bir şey söylemeden dönüp küçük araştırmasına devam etti. 

''Hukuk kitapları...'' Üst üste yığılı ciltli, kalın kitaplarımdan bahsediyordu, kısaca kapaklarına göz attı. ''Hmm... Sadece sıkıcı şeyler okumayı seviyorsun sanırım? Siyaset, politika, tarih...'' 

Bu fırsatı ona dair bir şeyler öğrenmek adına değerlendirmeyi tercih ettim ve ''sen neleri okumayı seviyorsun?'' diye topu ona geri attım. 

Dudaklarını mühürledi birbirine. Nedense bir muziplik sezdim bu tavrından. ''Belki bir gün gösterebilirim sana. Neler okuduğumu...''

Ona ilkbahar havasında, tatlı aşk hikayelerinin geçtiği kitaplar okumayı yakıştırıyordum sanırım. Eski dönemler, hayalleri süsleyen prensler, dükler, zarif hanımlar, çiçek bahçesinde ilk buluşma, kokulu zarflarda aşk itirafları ve şaşalı ama yasak ilişkiler... Meira'da kutsal gelen, görkemli, sıradan bir insana ait olamayacak bir soyluluk vardı. Gerçek bir prenses gibiydi, zamanda ileriye gelmişti sanki. Ona dair her şey soylu bir prensese ait olabilirdi anca. Odasını da öyle canlandırdım kafamda. Kendisi gibi renkli ama göze batan bir renk cümbüşü değil; dikkatle seçilmiş, birbiriyle uyumlu, zarif ve sade. 

Meira için genel olarak da en doğru tanım buydu sanırım.

Zarif ve elbette narin. Biraz da hırçın. 

Şimdi de üzerinde kısa, siyah bir etek,  beyaz, boğazlı dar bir body ve deri kadar ince duran, bileğine yapışan topuklu botlar vardı.

Ayrıca, Meira'yı inceleye inceleye kıyafetlerin isimlerini öğrendim anasını satayım. Meira'dan önce bildiğim tek 'body' İngilizce'deki anlamıyla 'beden' idi ve onu da Sırplarla konuşurken, 'ölü' ya da 'ceset' demek için kullanırdık. 

Şimdi ise güzel kızımın sürekli giymeyi sevdiği parçalardan diye bütün bunları düşünmek hoşuma gidiyordu. Meşgul ve kaotik zihnime iyi geliyordu Meira'nın neyi sevip sevmediğini düşünmek, onu böyle kategorilere sokmak, bu rengi de mi seviyormuş, demek, şunu giyeceğini biliyordum, diye tutturmak...

Boğazımı temizledim onu böyle eşyalarımın arasında gezinirken izleyince. ''Seni eve bırakayım artık,'' dedim sonunda ondan kopabilmeyi becererek. Çok da dolanmamalıydı etrafta.

Onu evine bırakma teklifime karşı güldü, ben de son anda fark edip istemeye istemeye, ''seni konservatuara bırakayım,'' diye düzelttim, şoförü oradan alacaktı onu. 

Yatağımın önünde durdu. ''Beni kovuyor musun?'' diye muzip bir ifadeyle sordu. 

Burada olması, bunun Polat'ın kulağına gidecek olması beni geriyordu ama ona bundan bahsedemeyeceğim için ailesini ima ederek, ''yalnızca başının derde girmesini istemiyorum,'' diye açıkladım.

Altında ciddiyetin de yattığı yaramaz bir ifadeyle, ''o halde beni bir daha ayağına getirme,'' dedi. 

''Kabul,'' dedim. Güya senden uzak duracaktım değil mi? O kararı çiğneyeli çok oluyordu. 

''Daha vaktim var,'' dedi arkasında bağladığı kollarını açarak. ''9 gibi gelirler ve saat henüz 7.'' 

Yatağıma oturduğunda yutkundum. Ben onu ayaktan izlerken o yatağımı test edercesine küçük bir hareketle kalçasını hareket ettirdi.

''Çok sert,'' dedi. 

Afallamıştım, ''ne?'' diye sordum onu takip edemeyerek.

''Yatağın. Yatağın çok sert.'' Ve sırt üstü bir şekilde kendini attı yatağıma. Kollarını iki yana atmış, tavanı izliyor ve gayet de rahat görünüyordu. Eteğinin uçları iyice yukarılara doğru çekilmişti o böyle uzanınca. 

''Ailenle mi yaşıyorsun normalde?'' diye sordu dalgın dalgın. 

Yeniden yutkundum bakışlarımı kaçırırken. ''Hayır,'' dedim, ensemi sıvazlıyordum. ''Tek yaşıyorum.''

''Kaç yaşındasın?'' 

''23,'' dedim.

Bir mırıltı yükseldi ondan. Yatağımda dört bir yana dağılan sarı saçları çok güzel görünüyordu. ''Çok gençsin. Başarılı bir avukat olduğunu duymuştum, oysa 2 yıldır çalışıyorsun henüz. Torpilli misin?'' 

Bu kadar dürüst olması şaşırtıcıydı. Neredeyse gülecektim bu dobralığına. ''Hayır,'' dedim ama. 

''O halde üniversitede tam bir inektin,'' diye devam ettirdi. 

''Hafızam güçlüydü,'' diye açıkladım. ''Ezber sistemde kazanmak kolay oldu.'' 

''Hafızan güçlü demek,'' diye mırıldandı düşünceli bir şekilde. ''Hiç unutmazsın o halde.'' 

''Evet,'' dedim. ''Hiçbir şeyi unutmam. Hiçbir detayı.'' 

Uzandığı yerde doğruldu, elleriyle destek alarak üst gövdesini geriye atmış duruyor ve bana bakıyor, yutkunma isteği uyandıran göz kontağını koruyordu.

''Benim de hafızam çok kötü,'' dedi bana. ''Her şeyi unuturum. Komik değil mi?''

''Neden?''

Omuz silkti. ''Bugün sana bir kötülük, bir kabalık yapsam yarına unuturum muhtemelen. İnsanlar bu yüzden kaba olduğumu düşünebiliyor bazen. Sen ise sana yapılan kötülüğü hiç unutmazsın herhalde.'' 

Ellerimi pantolonumun cebine atıp üstten baktım ona. ''Unutmam.''

Gülümseyecek gibi oldu. ''Kinci birine benziyorsun.'' 

''Belki.''

Bu net tavrım ilgisini çekmiş gibiydi. Haylaz bir merak salındı içine, bu hissi onda doğduğu gibi yakalayabildim. Gözlerindeki o parıltı, dudaklarının kenarındaki o kıvrılma...

''Söylesene,'' dedi bana. ''Sana bir kötülük yapsaydım, nasıl çıkarırdın hıncını benden?'' 

Düşünmedim bile, ''çıkarmazdım,'' dedim dürüstçe. 

Buna kibarca güldü. ''Yalan söylüyorsun. Senin de sınırların vardır elbette.''

Onu izliyordum dikkatle. ''Sen bana kötü bir şey yaptıysan muhakkak  hak etmişimdir,'' diye açıkladım gittikçe ciddileşmekten kendimi alıkoyamazken. Haftalar önce Ozan ve şimdi de Meira aynı konuyu açıyordu.

Tek kaşı kalktı havaya bu sırada. ''O halde beni öylece af mı ederdin?'' 

''Evet,'' dedim tereddüt etmeden.

''Çok kötü bir şeyse bile-''

''Çok korkunçsa bile.''

Kısa bir anlığına duraksadı. Kafasında tarttı sanki söylediklerimi, abartıp abartmadığımı düşündü belki de fakat şu an karşısında duruyorsam, durabiliyorsam daha doğrusu, bunun sebebi kendisiydi. Bana yeniden insan olma idealini aşılayan kadından nefret edemezdim. 

''İlginç birisin Karaşah,'' dedi o da sonunda. Ne geçiyordu tam olarak aklından? 

''Nereden çıktı bu konu birden?'' diye sordum.

Cevap verip vermemesi gerektiğini tarttı sanki kafasında ve sonunda, ''hayatımdaki insanlar,'' dedi bakışlarını kaçırarak, ''benim suçumun olmadığı durumlarda bile bana fazla yükleniyor.'' 

İlk defa açılışıydı bana, hemen dikkat kesildim söylediklerine. 

''Kimse beni affetmiyor,'' diye devam etti ama üzgün görünmedi, daha çok canı sıkkındı sanki. ''Hiçbir zaman affetmez de. Sen ise...'' Yeşil bakışları, o güzel yuvarlak gözleri bana vardı. ''Ne yaparsam yapayım beni affedeceğini söylüyorsun. Abartıyor musun yoksa hislerinde ciddi misin anlamıyorum.'' 

Seni bana nefret ettirebilecek kadar ilahi bir güç yok evrende Meira, demek isterdim ona dürüstçe ama sessiz kalmakla yetindim. Aklım az önce söylediklerindeydi hâlâ daha, öylece es geçemezdim ve ona çatık kaşlarla, bir isim bekleyerek sordum:

''Kim seni rahatsız ediyor Meira?'' Söyle ki hepsini sileyim dünyadan. 

 Dalgın dalın gülümsedi. ''Önemli bir şey değil.''

''Yine de bilmek istiyorum.''

Bakışlarını benden kaçırdı, kafasını omzuna doğru yatırıp yanaklarını şişirdi sıkılmış bir şekilde. Konuyu değiştirdi birden, ''Serdar hastalanmış,'' dedi, ''baloya gelemeyecek.''

İç çektim, neden benden hep kaçıyordu? ''Kötü olmuş,'' dedim ama mecburen ona uyarak.

''Yine de seninle gidemem,'' dedi aklımdakini okumuş gibi.

''Neden?'' diye karşı çıktım hemen, o kadar numarayı boşunaçevirmiştim? ''Maskeli balo olacak. Kimse beni tanımayacak Meira.'' 

Usulca salladı başını iki yana. ''Yine de seni götüremem.'' 

Can sıkıntısıyla bir açıklama umarak baktım suratına ama o, içime ne denli bir sıkıntı soktuğunu bilmeden beni inatla görmezden geliyor, cevapsız bırakıyordu. Bu işte bir şeyler vardı. Beni basitçe baloya sokabilirdi, ne diye inat ediyordu? Başka biriyle mi gidecekti illa? 

Çatık kaşlarla ve ciddi bir tavırla odamda gezinen ilgisiz bakışlarını takip ettim. ''Kiminle gideceksin o halde?'' diye sordum gergin bir şekilde.

''Kavalye olmadan gidebilirim, sorun değil.'' 

Sabırla soluyup, ''Meira-'' diye itiraz edecek oldum ama o hiç umursamadan böldü beni:

''O ne?'' dedi oturduğu yerden kalkarken. Kafam yerinde değildi sanki, her şeyi geç algılıyor gibiydim. Ben böyle fikirsizce dikilirken o kalkıp kasklarımı koyduğum rafa yaklaşmış ve hemen arkasındaki alete varmıştı. 

Tabancam, hassiktir... 

''O...'' dedim ama tıkandım, hemen hareketlenip ona engel olmaya yeltendim.

Ama Meira çoktan tabancayı eline almıştı bile. ''Tabanca mı?'' derken Glock'un gövdesine bakıyordu. 

Yerinde durmuyordu resmen! Her şey çok hızlı yaşanmıştı, ona yetişememiş ve geç kalmıştım. 

''Sahte,'' dedim hemen. ''Air Soft,'' diye düzelttim sonra. Kendime sövüyordum silahı saklamadığım için.

Meira ilgiyle tabancayı bir sağa bir sola çeviriyor ve daha önce hiç görmemiş gibi inceliyordu. ''Hm... Eskiden kendini silahla vuracağını söylemiştin ama,'' diye mırıldandı. 

Pekala, siktir, aptal gibiydim, konu Meira olduğunda onunla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Elim ayağım birbirine dolaşıyordu resmen! 

Ben bir şey söyleyemeden bu sefer silahı kaldırıp bana doğrulttu, ''ama sahte diyorsun öyle mi?'' Parmağı tetikteydi, silahı gerçek bir oyuncakmış gibi gamsız bir şekilde tutabiliyordu. Az önceki yabancılığına da bakılırsa tabancanın emniyetinin açık olduğunu bile bilmiyor ve belki de buna güveniyordu.

Yutkundum. ''Meira,'' dedim sakince.

Merakla, kaşlarını hafifçe çatarak ve dudaklarını büzerek baktı bana. ''Neden bir avukat silah taşır?'' derken, namluyu başka bir tarafa doğrulttu oyun oynuyormuş gibi.

Başımı iki yana salladım usulca. ''Yalnızca savunma amaçlı.''

''Hmm...'' Bir gözünü kıstı ve motor kaskını hedef alırken gülümsedi. ''Neden hiçbir davayı kaybetmediğin şimdi belli oldu.''

Kaşlarımı çattım ona tedbirle bakarken. ''Neden?''

''Kanunsuz bir avukatsın çünkü,'' derken tabancayı bu sefer dolabıma doğrulttu. ''Kurallara uysaydın herkes gibi sen de kaybederdin. Belki hakimleri ya da savcıları bununla tehdit ediyorsundur.'' 

Beni böyle bilmesinden korkuyordum en başından beri, bu yüzden gizliyordum ondan pis hayatımı ve bu nedenle temizlemeye çalışıyordum içerisine saplanıp kaldığım bataklığımı. ''Ben... Hayır,'' dedim ona da ama bir şekilde bana inanmayacağını düşündüm. ''Sadece...'' Derin bir iç çektim. ''Savunma amaçlı Meira, ben öyle bir adam değilim.''

Samimi bir şekilde güldü buna. ''Şaka yapıyordum sadece. Hep bu kadar ciddi misindir Karaşah?'' 

Elindeki tabancanın ne denli ölümcül olduğunun farkında değilmiş gibi rahat rahat onunla oynaması sinirlerimi bozmaya başlamıştı.

 ''Silahla oyun olmaz,'' dedim ona, artık açıklamamı yapmış ve tabancaya dair merakını gidermesine de müsaade etmiştim. Kolumu uzattım onu bana güvenli bir şekilde vermesi için. ''Ver onu bana Meira.'' 

Meira hemen geri kaçıldı gülerek, namluyu yeniden bana doğrultur gibi oldu. ''Ama çok ağırmış ve elimde garip hissettiriyor,'' dedi, iki eliyle birden tutmaya çalışıyordu. ''Bir insanın elinde bu kadar güç barındırabilmesi hiç sağlıklı değil Karaşah.''

Kaşlarımı çattım tabancayı bu denli dengesiz tutmasına. ''Meira,'' dedim net bir ses tonuyla, ''verir misin?'' Ve ona doğru adım attım.

Ama tekrardan gülerek kaçındı benden. ''Hayır, gel ve kendin al!'' derken odanın diğer tarafına doğru koşar adımlarla ilerledi.

''Sakın Meira,'' dedim peşinden hızla atılırken. ''Buraya gel.'' Ama onu tam tutacağım sırada eğildi ve kaçarak bu sefer diğer tarafa doğru ilerledi.

''Meira ciddiyim,'' diyordum peşinden, gittikçe sabrımın sınırları taşıyordu o raddede ama o pervasızca kaçınıyor, ne kadar tehlikeli olduğunun farkında değilmiş gibi bunu bir oyuna dönüştürüyordu.

Ve bir noktada silahın namlusu kendine dönecek gibi oldu.

Aklımı kaybedeceğim sandım, ani bir refleksle eline yapıştım ve  ''ver dedim!'' diye bağırırken silahı da koparırcasına bir güçle elinden aldım. 

Silahı elinden alırken bir yandan da onu sertçe yatağa doğru ittirdiğimi fark etmedim bile. 

Her şey saniyeler, belki saliseler içinde gerçekleşti. Tabancayı patlamadan elleri arasından almayı başarsam da kalçasının üstünde yatağa doğru savrulmuştu sertçe. Neyse ki refleksle yapmış olsam da yatağı bilinçli bir şekilde hedeflemiş olmalıydım, zarar görmemişti.

Donakaldım o an. Meira yatağımda neye uğradığına şaşırmış bir şekilde yarı uzanır, dağınık bir pozisyonda bana bakarken ben de elimde tabancayla az önce zirve yapmış olan sinirlerimi aşağılara çekmeye çalıştım.

İkimiz de sessizdik, Meira'nın bütün bunları hazmetmesi gerekirken benim ise kafamı toplamam gerekiyordu. Tabancayı belime yerleştirdim öncelikle, gergin bir şekilde ensemi sıvazladım yeniden ve ne yapmam gerektiğini düşündüm. Meira ile nasıl baş etmem gerektiğini bilmiyordum, dokunduğum an kırılacak porselen bir oyuncakmış gibi hissediyordum.

Bir hareketlenme yaşandı. Meira aldığı birkaç derin nefesin ardından yataktan kalktı, saçlarını düzeltti eliyle ve bana bakmadan, ''gitmek istiyorum,'' dedi.

''Meira-''

Bana fırsat tanımadan beni geçip çıkışa doğru yürüdüğünde ne yapacağımı şaşırdım. ''Meira bekle!'' diye peşinden ilerledim hemen.

Sikeyim... Şu sinirlerine bir mukayyet ol! diye kendime söverken, Meira belki de özür dileyeceğimi sanıp durdu ama benim ona, ''silahla böyle oynayamazsın ama Meira,'' dememe karşı dolan gözlerini devirip yürümeye devam etti. 

Tekrardan tuttum onu ve karşıma aldım; ellerim omuzlarında ve gözlerim de kırgın ama hırçın bakan bakışlarındaydı. Gözleri dolduğu gibi kan çanağına dönmeye başlamıştı bile, en küçük sinir ve kırgınlık hemen gözlerine yansıyor, küçük kılcal damarlar yeşil irislerine doğru uzanmaya çalışıyordu.

Çenemi kapatmalı, haksız olduğunu, yaralanabileceğini ona açıklamamalı ve yalnızca ne bekliyorsa onu söylemeliydim. ''Pekala, özür dilerim,'' diye düzelttim kendimi. ''Özür dilerim Meira, birden oldu.'' 

Neredeyse çocukça olan alınganlığı öyle kolayca beni affetmesine izin vermedi. Burnunu çekip, ''gitmek istiyorum,'' dedi yeniden. Ellerimin arasından sıyrılıp döndü ve yürümeye başladı. Saçlarımı karıştırıp sıkıntıyla baktım arkasından ve hemen ben de hızlı adımlarla gittim peşinden. Zaten birkaç hızlı adımım yetmişti ona varmama, hemen arkasındaydım ve bu sefer özür dilemek için dahi sesimi çıkarmıyor, yalnızca ona eşlik ediyordum.

Merdivenleri indik böyle, Meira asla arkasına bakmıyor ve giriş katındaki barı geçiyordu. Ozan ve Mert göründü öteden, ikimizin bu suspus ve ciddi halini, özellikle de Meira'nın keyifsizliğini gördüklerinde kaşlarını çattılar. 

Meira onlara da pas vermeden geçip gittiğinde Mert onaylamayan bir bakış attı bana ve yanaşıp, ''2 dakika yengeyi kızdırmadan duramadın değil mi?'' diye kızdı. Sinirim tepemdeydi zaten, elimde kalacaktı biraz daha zorlarsa.

''Geçmiş olsun, banka hesabın biraz dibi görecek gibi Meira seni affedene kadar," dedi Mert.

''Designer bag,'' diye takıldı Ozan da. ''Ya da Mini Cooper?''

Mert yüzünü buruşturdu. ''Meira bacım o zevksiz, leş arabayı kullanmaz. O tam bir Porsche kadını.'' 

İkisinin de kafalarını tokuşturup karpuz gibi yarmayı düşünmedim değil. Meira'ya yetişmek için onları boş vermeseydim bütün hıncımı çıkartabilirdim de ama onları geçip gittim.

Mert ise arkamdan seslendi: ''Bana da yeni bir araba alırsan Meira'ya kendini nasıl affettirebileceğine dair tüyolar veririm sana!'' diye seslendi. ''Hassiktir, bu işi paraya çevirebilirim. Uygar, Meira'yı daha çok kızdıracaktır zaten.''

Sinirle soluyup dışarıya attım kendimi. Binanın yan tarafındaki açık otoparktaydı arabam, Meira çoktan oraya gitmiş, kollarını birleştirmiş bir şekilde kilidi açmamı bekliyordu arabanın yanında. Yanına büyük adımlarla varana kadar açmadım kilidi, kapıyı bizzat ben açacaktım ona.

Bakmıyordu bana, o çenesini küskün bir tavırla kaldırmış, kaşlarını çatmış ve dudaklarını de sıkıca mühürlemişti birbirine. Ondan gözlerimi ayırmadan kapısını açtım, yine bana bakmadan içeriye girip oturmasını izledim ve derin bir iç çekip kapıyı kapattım. 

Sürücü koltuğundaydım, motoru çalıştırmadan önce yine ona baktım ama bir şey demeye varmadı dilim. Kendi tarafında camdan dışarıyı izliyordu aynı şekilde ve kollarını önünde bağlamış bir halde. 

Yolculuk boyunca sessizdik ikimiz de. Ben konuşurdum, ondan bildiğim bütün dillerde ve şekillerde özürler diler, beni en küçük ters bir hareketim ve sözümden ötürü affetmesi için bütün gururumu ayaklar altına alırdım ama o dinlemezdi. İnadından ötürü beni dinlemezdi işte. Böyle hassas, kırılgan bir yapısı vardı onun; en küçük esintide dağılan karahindibalar gibiydi. 

Onu kaba ellerimle böyle sarsamazdım, haklı olsam dahi.

Konservatuarın önünde durdurdum arabayı, ona hiç veda etmek istemiyordum. En azından bu şekilde, o bana küskünken gitmesine izin veremezdim. Nasıl geçerdi sonra günlerim? Onunla aramda problem olmadığı zamanlarda dahi zordu gecelerim, onsuz akmıyordu kum saatinin taneleri. Bir de o bana kızgınken mi geçecekti zaman? 

Dayanamazdım buna. Meira'nın bana karşı en küçük kırgınlığına ölümü bile tercih ederdim.

Meira kapı kulpuna uzandı, gidecekti ama bir elimi bacağının üstündeki eline yerleştirdim, onu tuttum. Meira bana bakmıyor, başını hafifçe diğer tarafa döndürmüş bir halde, bir mesafede bana eziyet ediyordu. 

''Meira,'' diye sakin, uysal bir sesle yanaştım ona, ''konuşmayacak mısın benimle güzelim?''

Parmaklarım, onun elini ele geçirmişti, sıkıca tutuyordum onu gitmesinden çekinerek ama o yine de bana hiç pas vermeden, beni ne denli bir ıstırapla kavurduğundan habersizce elini elimin altından çekti ve kapıyı açıp aşağıya indi. 

Onu izliyordum tarif edilemez bir hisle. Arkasına bile bakmadan dönüp gittiğini görünce sinirle vurdum direksiyona.

''Sikeyim böyle işi! Silahla oyun mu oynanır? Vurulsaydın daha mı iyiydi bağırılmasından?'' 

İlerideki binaya girip gözden kayboldu. Meira böyleydi işte, tek küçük bir hata ve tamam; hemen kaçıyordu kendi inine. 

Ne yapacağım ben seninle Meira? 

Instagram: kedilimediyy

Beğenerek destek verebilirsiniz




○●












Okumaya devam et

Bunları da Beğeneceksin

25.4M 903K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
1M 39.5K 91
ATEŞLİ KANATLAR SERİSİ BASILI BİR ESER OLUP ANLIK OLARAK DÖRT KİTAPTAN OLUŞMAKTADIR. 1)HİLEKAR (FİNAL VERDİ) 2)LİDER (FİNAL VERDİ) 3)DİRİLİŞ (FİNAL V...
10.4M 509K 65
Zamanın çok ötesinde tarihin tozlu sayfalarında bir hikaye anlatılır Edna dilinde. Hırs ve kibirden dövülen nefretin beden bulduğu hayatlar yıkımdan...
1.8M 107K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.