OYUNBAZ 7 TUTSAK 1 ÖLÜ (+18)

By Limaei

4.5M 382K 528K

1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İ... More

▂ ▄TANITIM▄ ▂
▂ ▄TANITIM FİLMİ▄ ▂
TUTSAKLAR& OYUNBAZLAR
BÖLÜM 1 • GÜN 1
BÖLÜM 2• GÜN 1'
BÖLÜM 3 • GÜN 1''
BÖLÜM 4• GÜN 2
BÖLÜM 5• GÜN 7
BÖLÜM 6 • GÜN 7'
BÖLÜM 7• GÜN 8
BÖLÜM 8• GÜN 8'
BÖLÜM 9• GÜN 8''
BÖLÜM 10• GÜN 8'''
BÖLÜM 11• GÜN 9
▂ ▄TANITIM FİLMİ 2▄ ▂
BÖLÜM 12• GÜN 9'
BÖLÜM 13• GÜN 9''
BÖLÜM 14• GÜN 11
BÖLÜM 15• GÜN 11'
BÖLÜM 16• GÜN 11''
BÖLÜM 17• GÜN 15
BÖLÜM 18• GÜN 15'
BÖLÜM 19• GÜN 17
BÖLÜM 20• GÜN 17'
BÖLÜM 21• GÜN 18
BÖLÜM 22• GÜN 25
BÖLÜM 23• GÜN 27
BÖLÜM 24• GÜN 28
BÖLÜM 25• GÜN 29
BÖLÜM 26• GÜN 30
BÖLÜM 27• GÜN 30'
BÖLÜM 28• GÜN 30''
BÖLÜM 29• GÜN 30'''
BÖLÜM 30• GÜN 31
BÖLÜM 31• GÜN 31'
BÖLÜM 32• GÜN 32
BÖLÜM 33• GÜN 34
BÖLÜM 34• GÜN 34'
BÖLÜM 35• GÜN 34''
BÖLÜM 36• GÜN 34'''
BÖLÜM 37• GÜN 34''''
BÖLÜM 38• GÜN 35
BÖLÜM 39• GÜN 35'
BÖLÜM 40• GÜN 35''
BÖLÜM 41• GÜN 36
BÖLÜM 42• GÜN 39
BÖLÜM 43• GÜN 39'
BÖLÜM 44• GÜN 40
BÖLÜM 45• GÜN 40'
BÖLÜM 46• GÜN 42
▂ ▄TANITIM FİLMİ 3: FİNALE DOĞRU▄ ▂
BÖLÜM 47• GÜN 43
BÖLÜM 48• GÜN 43'
BÖLÜM 49• GÜN 43''
BÖLÜM 50• GÜN 44
KALBİMİN İÇİNDEN BİR TEŞEKKÜR
INSTAGRAM CANLI YAYIN
▂ ▄2. KISIM: OYUNBOZAN TANITIM▄ ▂
▂ ▄OYUNBOZAN TANITIM FİLMİ 1▄ ▂
BÖLÜM 51• KAZANAMAYAN
BÖLÜM 52• KAYBEDEMEYEN
BÖLÜM 53• GÜN 70
BÖLÜM 54• GÜN 73
BÖLÜM 55• GÜN 82
BÖLÜM 56• GÜN 89
BÖLÜM 57• GÜN 90
BÖLÜM 58• GÜN 90'
BÖLÜM 59• GÜN 90''
BÖLÜM 60• GÜN 90'''
BÖLÜM 61• GÜN 90''''
BÖLÜM 62• GÜN 90'''''
BÖLÜM 63• GÜN 91
BÖLÜM 64• GÜN 92
BÖLÜM 65• GÜN 93
BÖLÜM 66• GÜN 93'
BÖLÜM 67• GÜN 93''
BÖLÜM 68• GÜN 93'''
BÖLÜM 69• GÜN 94
BÖLÜM 70• GÜN 95
BÖLÜM 71• GÜN 95'
BÖLÜM 72• GÜN 96
BÖLÜM 73• GÜN 96'
BÖLÜM 74• GÜN 96''
BÖLÜM 75• GÜN 97
BÖLÜM 77• GÜN 98'
BÖLÜM 78• GÜN 98''
BÖLÜM 79• GÜN 99
BÖLÜM 80• GÜN 100
BÖLÜM 81• GÜN 102
BÖLÜM 82• GÜN 102'
BÖLÜM 83• GÜN 102''
BÖLÜM 84• GÜN 103
BÖLÜM 85• GÜN 103'

BÖLÜM 76• GÜN 98

20.4K 1.9K 1.4K
By Limaei

Merhaba ballarım, bu sefer yaşananları anlatan yazıyı bölüm başına koymaya karar verdim çünkü oldukça olağandışı bir ay geçirdim. Bölümü soranlar herkesin yorumuna ve mesajına cevap vermeye çalıştım. İnstagram ve wattpad panomda duyuru paylaştım. Geçmiş olsun diyen herkese, iyi dileklerde bulunan herkese çok teşekkür ediyorum. Duyuruyu görmeyenler ve olayı bilmeyenler için hızlı bir özet geçiyorum:

22 Ekim akşamı yolda aniden tansiyonumun düşmesi sonucu bayılmamla birlikte kafamı yere çarptım. Kafatasımda oluşan çatlakla beraber beyin kanaması geçirdim. Bir gün boyunca gözetimde tutuldum çünkü kanama durmazsa ameliyata alınacaktım. Sürekli hafızamın yerinde olup olmadığını kontrol edip bana sorular soruyorlardı çünkü bu travma sonucunda hafıza kaybı yaşama ihtimalim vardı. (İnternetten daha sonra araştırdığımda okuma yazmayı unutan insanların bile olduğunu gördüm. Gerçekten bu ihtimal korkunçtu.) Bir hafta hastanede, bir hafta da evde yattım. İki hafta sonunda üniversiteye döndüm.

Son kontrolümde beynimdeki kanın çoğunun yok olduğunu söylediler fakat ilaç tedavisine devam ediyorum. Bir ay sonra diğer kontrolüm. Yani iyiyim, endişelenmeyin. Sadece ilaç aşırı yorgunluk ve uyku yapıyor. İlk başlarda ise yoğun baş ağrısı ve ışık hassasiyetim vardı. Bilgisayar ve telefon ekranına, hatta direkt ekranlara ve ışıklara bakamadığım için uzun süre bölümün başına oturamadım. Bölümün gecikme nedeni buydu. Normalde uyuyamayan ben ilacı içtiğimde 15 dakika içinde uykuya dalabiliyorum. Aynı zamanda ilaç tuhaf ruh hallerine de neden olabiliyor. Ama bir şekilde atlatıyorum

🎵Land Of Talk- Macabre


Şeytan kızışıyor ve senin kararın kesin
Yol boyunca çok uzakta
Onu neden bu kadar çok sevdiğimi taşı

Ve şimdi bir neden istiyorum
Bizi devre dışı bırakma yolunu

Eğer bu hayat olmasaydı, onu terk ederdim
Ama ah, gökyüzünü ve denizi özlerdim
Gözlerim hasar gördü, göremeyeceğim

Ne kaçırdığını bilmiyorsun
Ve ben
Ne olduğunu bilmiyorum}

İyi okumalar ♥

• • •

• • •

Afra Ahsen Çakmak / Tutsak 7

6 Ağustos 2021

Gözlerim aralandığımda bilincimin bir süredir yerinde olmadığı gerçeğinin yüzüme sert bir rüzgâr gibi çarpması, bana var olduğumu hissettiren tek şeydi.

Burnumdan aldığım hızlı nefesler göğsümü sıkıştırıyordu fakat göğsümü tam olarak hissedemiyordum. Tüm vücudumu ele geçirmiş bir uyuşukluk hissi gözlerimi sağdan sola çevirişimi bile yavaşlatıyor gibiydi. Buna rağmen hiçbir panik duygusu hissetmiyordum. Ya da... Hissedemiyor muydum?

Gözlerimi karanlığın içinde gezdirip herhangi bir eşya ve insan görmeye çalışırken sadece neler olduğunu anlamlandırmaya çalışıyordum.

Kirpiklerimi kırpıştırırken bedenimi bir bütün olarak hissetmeye çalışıyordum. Bir an bacağımın varlığını hissediyor, bir an kolumu hissediyordum fakat bir bütün olarak sanki bedenim yoktu. Sanki... Tüm uzuvlarımı benden alıp koparmışlardı ama onlarla olan bağlantımı kesmemişlerdi.

Zihnimin bulanıklığı beni sarhoş etmiş gibiydi. Gözlerim görüyordu fakat ne gördüğümü algılamakta güçlük çekiyordum. Neredeydim? Soru bir ipe asılmış gibi zihnimde kıpırdamadan duruyordu fakat bir cevabı yoktu.

Nefes alma ihtiyacıyla yanıp tutuşurken dudaklarımı araladım. Ağzımın içine bir nefes çektim fakat pek bir yararı olmadı. Kafamı toplayamıyordum.

En son ne olmuştu ki? Neden her taraf karanlıktı ve hiçbir şeyi göremiyordum? Gözlüğüm...

Gözlüğümün ağırlığının burnumda olmadığını o zaman fark ettim. Görmemi engelleyen tek şey karanlık değildi, göremiyor olmam en büyük nedendi. Bu gerçeği sindirmeye çalışır gibi yutkunduğumda gözlerim hafif de olsa nemlenmişti.

Etrafı görmeye çalışmayı bırakıp bedenime odaklandığımda rahatsız edici bir sertliği olan sandalyede oturduğumu fark ettim. Sandalyenin sırt kısmı girintili çıkıntılıydı, iyice sıskalaşmış sırtıma sandalyenin tüm detayları batıyordu. Kollarım, sandalyenin kollarının üzerindeydi. Bileğimde hissettiğim baskı ellerimin bağlı olduğunu bana ispatlasa da oluşmasını beklediğim o gerginlik hissi damarlarımı ele geçiremiyordu.

Titreyen parmak uçlarımı ahşabın üstünde gezdirip sandalyenin tırtıklı zeminini hissederken ellerimde bile bir uyuşukluk vardı.

Seni bayılttı, diye fısıldadı zihnimdeki o tanıdık ama yabancı ses. Onun elindesin. Yine.

Gerçekleri önümden silen şey, zihnimdeki sis perdesiydi. Sis dağılmaya başladıkça buraya nasıl geldiğimi anlatan o anlar gözümün önünde tekrar canlanmaya başlamıştı.

Ölüm odama gelmişti.

Ölüm tekrar beni aynı şekilde bayıltmıştı. Aldığım koku, beni tutsakların yanına geri götürmek için üzerimde kullandığı uyuşturucuyla aynıydı.

Tutsaklar yine uzaktaydı.

Ben yine Ölüm'ün elinde, tek başıma öylece kalakalmıştım. Ve nerede olduğumu bilmiyordum.

İnatla görmeyen gözlerime rağmen bir şeyler görmeye çalışarak etrafa bakınmaya devam ettim fakat ne bir hareket ne de bir yaşam belirtisi görebiliyordum. İçinde bulunduğum şey bir odaysa odanın hatlarını bile seçemeyecek kadar acizdim.

Sadece sessizlik vardı.

Ve durumumu fark ettikçe içinde bulunduğum sessizlik daha da büyümüştü. Büyük sessizliğin içinde bulanık gözlerimin hiçbir detay görmeyi başaramadığı karanlık vardı.

Amaçsız bir çabayla bacaklarımı hareket ettirmeye çalıştığımda bunu istediğim gibi gerçekleştiremedim. Bedenim bana ait değildi. Vücudumda zayıf düşmüş tüm kaslarım sanki birlik olmuş ve bana direniyordu.

Belirsizliğin yarattığı korku boğazımı tıkayan bir yumruymuşçasına ruhumda ve bedenimde belirmeye başladı.

Baygın taklidi yapmam mı daha mantıklıydı yoksa birilerine seslenmeli miydim?

Hayır, diye fısıldadı o ses. Oyun, oyuncu katıldığında başlar. Bunu çoktan unuttun mu? Oyunun başlaması için senin uyanman gerekiyordu.

Zihnimde yankılanan ses bana aitti ama sanki daha sert bir şekilde yontulmuştu ve yaşayacağım her şeyin sonunu şimdiden biliyordu.

Elimde olan zamanı çaresizce etrafı görmeye çalışarak harcamamaya karar verdim. Düzenli nefes alıp verirken bacaklarımı, kollarımı ve parmaklarımı yavaş yavaş oynatıp iyice bedenimi hissetmeye çalıştım. Zaten karanlığın, hiçliğin ve bilinmezliğin ortasında, bana ne olacağını bilmiyorken yapabileceğim pek bir şey yoktu.

Düşüncelerimi bağlı bir haldeyken bedenime yapabileceklerinden uzak tutmaya çalışıyordum. Bu düşüncenin varlığının ufak da olsa belli olması bile sırtımdan aşağıya beni titreten bir ürpertinin yayılmasına yetmişti.

Zaman ilerlemeye devam etti fakat asla saatin içinde yelkovanın kaç tur attığını tahmin edemedim.

En sonunda bir şeyler olacağını bana hissettiren tek şey, duyduğum ufak takırtı sesi oldu. Omuzlarım iyice gerilirken bir anlığına da olsa içeriye loş bir ışık girdi. Gözlerim hemen ışığın geldiği yöne doğru çevrildiğinde tek seçebildiğim içeriye giren iki- üç bedenin figürü oldu. Midem ağzıma gelirken kusmamak için zorla yutkundum.

"Kimsiniz siz?" diye sormayı denedim fakat sanki dilim boğazıma kaçmıştı. Dudaklarımı aralamama rağmen en ufak bir ses bile çıkaramadım. Tek tepkim nefeslerimin gürültülü bir hal alması ve düzensizleşmesiydi.

Işık yok olduğunda bu sefer öncekinden da karanlıktı. İki...

Hayır, adım seslerini say.

Üç kişilerdi. Üç kişinin adım sesi de bana yaklaşıyordu.

Tam yanıma geldiklerini görmedim fakat bir şekilde hissettim. İnsan olduklarını belli eden nefeslerine ait o sıcaklığın bir şekilde etrafımı çevirdiğini hissedebiliyordum.

Gözlerimi dizlerimin olduğunu tahmin ettiğim yere sabitledim.

Konuşmam mı gerekiyordu?

Neden gelmişlerdi?

Ölüm'ün ta kendisi de burada mıydı yoksa yanımdakiler sadece onun maskeli piyonlarından mıydı?

"Merhaba Ahsen Hanım," dedi bir kadın sesi. Kadının kelimeleri söyleyiş şekli bir haber spikerinin konuşması kadar düzgündü. Bu nedensizce ürpermeme neden oldu. "Sizden bir kıyafet seçmenizi isteyeceğiz. Siyah, vücudu saran bir elbise mi tercih edersiniz yoksa mor bir crop ve şık, siyah bir eteğin birleşimini mi? Ah, bordo rengi, uzun bir elbise de mevcut."

Elbise seçmek mi?

Kafa karışıklığım kaşlarımın çatılmasına neden olurken, "Hiçbiri," dedim tek nefeste. "Hiçbir şey giymek istemiyorum." Bir yandan ise bunun zorunlu tutulması halinde- ne de olsa sandalyeye bağlıydım- neyi seçmemin daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştım. En mantıksız olan şey uzun elbiseyi giymekti. Bir yandan Ölüm'den vücudumun tüm parçalarını saklamak istiyordum ama...

Koşma şansım olursa koşacaktım. Ve kaçmaya çalışacaktım. Kaçılacak şey her neyse, ne olursa.

Uzun etek bana sadece engel olurdu.

"Maalesef birini seçmek zorundasınız," dedi kadın aynı spiker tonlamasıyla. "Yoksa bir sonraki adıma geçemeyiz."

"Bir sonraki adım ne?" derken sesim uyuşuk gibi çıkmıyordu.

"Sizi temizlemek ve süslemek."

Kaşlarım daha da çatılırken midem ters döndü. "Ne için?"

Kadın cevap vermediğinde sertçe yutkundum. Bir seçim yapmamak beni sonsuza kadar bu adımda tutabilseydi, hiçbir şey seçmezdim. Fakat oyunun kurallarına uymamam Ölüm'ü sinirlendirebilir ve... Mektuba yazdığım isme zarar verebilirdi.

"Mor crop," dedim tek nefeste. "Ve siyah etek..."

En rahat koşabileceğim kıyafet buydu.

"Seçiminiz için teşekkürler."

Beklediğim şey bileklerimin ve bacaklarımın çözülmesiydi. Böylece kıyafetleri giyebilirdim. Oysa yaşanan şey, beklediğimden çok daha farklıydı. Bacaklarımı sandalyeye bağlayan ipi çözdüklerinde iki çift el çoktan altımı çıkarmış ve eteği bacaklarımdan geçirmişlerdi. Kalçamı sandalyeden ufak da olsa kaldırıp eteği vücuduma tamamen geçirmeleri konusunda onlara yardım ettiğimde ise ödülüm ayak bileklerimin tekrar sandalyeye bağlanması olmuştu.

Bana dokunan yabancı eller midemi bulandırıyor ve daha çok gerilmeme neden oluyordu. Eller gereğinden uzun süre vücudumda kalmıyordu bile fakat özelim tamamen işgal ediliyordu. Yüzümü basan sıcaklık nefesimin daha da kontrolden çıkmasına neden oluyordu.

El bileklerimi çözdüklerinde yine hiçbir şey yapmaya çalışmadım. Kollarımı hafifçe kaldırıp üzerimdekini çıkardıklarında sadece sertçe yutkundum. Üzerime geçirilen crop göğüs kafesimi tamamen sarmıştı. Kıyafetin nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.

"Şimdi ikinci aşamaya geçiyoruz." Konuşan spiker sesli kadındı. "Sizi temizleyeceğiz ve saçlarınızı tarayacağız. Bunun için gözlerinizi bağlayacağız çünkü ışığa ihtiyacımız var."

"Ne temizliği?" derken midem ağzıma gelmişti. Mide öz suyumu zar zor geri yuttum.

"Kıllarınız efendim," dedi kadın. "Böyle bir kıyafete uygun değiller."

"Bana dokunmanızı istemiyorum," dedim istemsizce yükselen sesimle. "Nasıl gözüktüğüm umurumda değil ve ellerinizi üzerimde istemiyorum."

"Kimsenin amacı size temas etmek değil."

Midemdeki baş döndürücü çalkantı kasıldı. "Umurumda değil. Bana dokunamazsın."

"Maalesef ki kabul etmemeniz olacakları değiştirmeyecektir," diye cevap verdi kadın. "En sonunda her şekilde Efendi Ölüm'ün istediği olacaktır. Sadece uyum sağlamanızı ve gidişata kendinizi bırakmanızı öneririm."

Küfür etmek için dudaklarımı aralayacakken yanaklarımın içini sertçe ısırdım ve kendime engel oldum.

Gözlerimi bir bezle bağladılar. Engel olamadım. Burnumun ucuna kadar inen kumaşın yapısı tenimi acıtacak cinsten değildi ve sertçe bağlamamıştı. Kadının söylediği gibi ışık açıldığında burnumun hizasından gözlerime vuran ufak ışık huzmesiyle bunu fark edebilmiştim. Ama hâlâ hiçbir şey göremiyordum ve seçemiyordum.

Bu sefer onların elleri her yerdeydi. Diğer maskeliler hiç konuşmamıştı. Kadın mı erkek mi olduklarını bile bilmiyordum fakat elleri benim üzerimdeydi. Her dokunuşlarında midem kasılırken gözlerimi sımsıkı kapatıp bu işkencenin bitmesini bekledim.

Neyse ki kıllardan kurtulmak için yaptıkları şey ağda değildi. Tüm bu rezilliğin üzerine acı çekmek istemiyordum. Sıcak, kaygan bir şeyle tenimi ovaladıktan sonra üzerinden geçiyorlardı. Muhtemelen bu sadece jiletti.

Kollarımın tamamı ilk biten kısımdı. Koltuk altım ise kollarımı yukarıya çektiklerinde kollarımı ağrıtarak vücudumda ağrı hissetmeme neden olan tek şeydi. Bacaklarımı neredeyse tamamen almaları en uzun süren kısım olmuştu. Bedenimi öne kaydırmışlar, eteğimi daha da yukarıya doğru çekmişler ve o sıcak, kaygan şeyi oralara da sürmüşlerdi.

Olayın sadece jilet ve eldivenli ellerden ibaret olduğunu biliyordum.

Bir kuaförde değil psikopat insanlarla dolu bir toplulukta olduğumu da biliyordum.

Yine de bilinmezlikten beni kurtaran bu aptal farkındalıklar, her şey bitmeye yakınken kuru kuru öğürmeme engel olmamıştı.

"Tertemiz oldunuz," diye ilan etti kadın. Sesinde ne coşku ne de bir duygu vardı. Kurduğu cümleye karşı gülmekle ağlamak arasında kalmışken tek yapabildiğim şey burnumdan alaycı bir ses çıkarmak oldu. Temiz olmadığımdan dolayı Daire 13'te ne kadar da rahatsız hissetmiştim... Düşününce hissettiğim rahatsızlık kulağa komik geliyordu.

Bir gün temiz olacaksam bu şekilde temiz olacağımı hiçbir zaman düşünmemiştim.

Cesedim bulunursa onun temizleneceğini hayal etmiştim.

Bileklerimi tekrar sandalyeye bağlamadılar fakat ben gözüme bağladıkları kumaşın siyahlığını izlerken ufak ışık huzmesinin tamamen yok oluşunu görmüştüm. Işık tekrar kapandığında kadın tekrar konuştu: "Saçınıza ufak bir dokunuş yapacağım."

Tepki vermedim.

Bu sefer fikrimi sormayacaklar mıydı?

Hem kadına hem de içimdeki sese cevap verdim: "Ne zaman gerçek bir seçim şansım oldu ki?" Cevap belliydi: Sadece ölmeye karar verdiğimde ve ölmeyi denerken bir seçim şansım olmuştu.

Sonuçta o zamanlarda bile seçtiğim sonuç, istediğim gibi olmamıştı.

Saçıma bir sürü şey sıktılar. Hafif, güzel bir koku burnumu doldurdu. Tarakla saçımı tararlarken birbirine girmiş saç uçlarımdaki düğümleri nazikçe koparmış oldular. Saçımın ortadan ikiye ayrılışını hissettim. Daha sonra başka bir fısfıs daha sıkıldı ve bir el nazikçe saçımın iki yanından da ufak bir parça saç ayırdı. Ne yaptığını anlamak için bir süre durmam gerekti. En sonunda anladığım şey saçımın örüldüğüydü.

Eller üzerimden tamamen geri çekildiğinde benden bir adım uzaklaşan adım seslerini duydum. "İş birliğiniz için teşekkür ederiz," dedi aynı kadın.

Boğazım düğümlenirken, "Gözlük," dedim olabildiğince sakin bir sesle. "Bana gözlüğümü verebilir misiniz? Nasıl olduğumu göremediğim sürece bunun hiçbir anlamı yok."

Hiç kimse bana cevap vermedi. Elbette, istediğimi de vermediler.

Adım sesleri gittikçe benden uzaklaştı. Kapının açılma sesiyle ve kapının kapanma sesi arasında neredeyse hiç zaman dilimi yoktu.

Gitmişlerdi.

Ellerimi ve bacaklarımı oynatıp beni tekrar bağlayıp bağlamadıklarını kontrol ettim. Bağlamamışlardı. Gözümü örten bezi çıkarıp yere attım. Tereddüt içinde ayaklarımı yere basıp ayağa kalktığımda karanlık, sessiz bir hiçliğin ortasına kalkmış gibiydim. Kafamı aşağıya inip ayaklarımda olan ayakkabıyı anlamaya çalıştım. Eve geldiğim ayakkabılarım değildi bunlar.

Kapının olduğu yöne doğru baksam da kapıyı seçemedim. Göremiyor olsam da kapıyı bulmam o kadar da zor değildi. Duvara ulaştığımda el yordamıyla kapıya denk gelene kadar duvar boyunca yürüyebilirdim.

Kapı nereye çıkıyordu? Ölüm'ün benden beklediği şey kapıyı açıp çıkmam mıydı yoksa burada saklanmam mıydı? Beni dışarıda ve burada ne bekliyordu ki?

"Ne yapmamı bekliyorsun?" diye sordum hiçliğe, sesimi yükselterek. "Benimle ne tür bir oyun oynuyorsun?"

Cevap gelmedi. Cevap gelmese bile oralarda bir yerlerde beni izleyen, sesimi ona ulaştıran kameralar olduğunu biliyordum. Bu kameraların asılı olduğu silahlar da üzerime doğrulmuş olmalıydı.

Gözüme kestirdiğim bir yöne doğru yürürken ellerimi öne doğru uzattım. Sonuçta odada eşya olup olmadığını bilmiyordum. Bir şeylere çarpmak istemiyordum.

Yavaş adımlarla dikkatle ilerlerken hâlâ ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışıyordum.

Işık birden parladı.

Gözlerim kısılırken anında doğruldum. İlk iş tetikte bir şekilde etrafıma bakmak oldu. Etraf hep aynı renk bulanıklıkla doluydu ve orta boy bir oturma odası büyüklüğündeydi. Her yer beyazdı. Tavan hariç. Tavan siyahtı ya da başka bir koyu renkteydi. Her şey sadece bulanıklıktan ibaret olduğu için hiçbir şeyi seçemiyordum.

Aydınlanan şey odanın tavanı ya da herhangi bir ışık değildi. Bir duvara dayalı dikdörtgendi.

Gözlerimi kırpıştırıp ışığın kaynağına doğru yürümeye başladım. Ben ilerledikçe bulanıkta da ufak değişikler oluyordu. Işığın etrafına sarıldığı şeyin bir ayna olduğunu anlamam için iyice dibine girmem gerekmişti.

Elbette aynada kendi yansımamı da göremiyordum fakat genel hatları seçebiliyordum. Bacaklarım tek renk ve beyazdı. Dizimin üstünde kalan etek düşündüğümden daha kısa duruyordu. Üzerimdeki crop düz kesimliydi. Her zaman kabarık olan saçlarım ise sinik duruyordu.

Aynanın etrafındaki ışık söndü.

Kafamı çevirdiğimde odanın içinde, duvarda parlayan başka bir şey fark ettim. Adımlarım o duvara doğru yönelirken derin bir nefes aldım.

Bu sefer ışıkların yandığı yer, siyah bir kapıydı. Bu, maskelilerin girdiği ve çıktığı kapıydı.

Elimi kapıya uzattım. Parmaklarımı aşağıya doğru kaydırarak kapının kolunu bulduğumda duraksadım. Buradan çıkmak bana ne kazandıracak ya da ne kaybettirecekti? Ölüm beni oyuncak bebek gibi giydirmişken bana nasıl bir oyun oynatmayı planlıyordu?

Bu odada sonsuza kadar saklanamayacağımı biliyordum. Önceden olsa odanın bir köşesine çöker, gerekirse sandalyeyi devirip yerde öylece yatar, ağlar ve bağırırdım. Ama artık bazı şeylerin elimde olmadığını farkındaydım.

Oyunun bitmesini istiyorsan oyunu oynamak zorundaydın.

Kapı kolunu aşağıya doğru bastırıp ittirdiğimde gözlerim açılan yeni odaya çevrildi. Gerginlik vücudumun kasılmasına neden olurken loş bir ışık beni karşıladı. Sarı tonlarında, aydınlıktan çok karanlığa yakın bu ışık kapıyı iyice geriye ittiğimde odanın tamamının bulanık görüntüsünü bana sundu.

Oda tasarımı biraz daha farklıydı. Tavanda ve duvarlarda görebildiğim tek renk her şeyi yutmuş gibi gözüken siyahtı. Loş ışık odanın her yerinde, ufak ufak ışıklarla saçılmıştı. Led ışıkları andırıyorlardı fakat bunların küçük ampuller mi, mumlar mı yoksa gerçekten led ışıklar mı olduğunu göremiyordum.

Odanın tamamen siyah olması, odanın büyüklüğünü görmemi engelliyordu. Hatta başka bir kapı olup olmadığını da seçemiyordum. Odanın içine girip yavaş yavaş adımlarken odanın ortasında büyük bir yer kaplayan eşyanın uzun bir masa olduğunu zar zor seçebilmiştim. Uzun masa boş değildi, üstü muhtemelen bir sürü tabakla doluydu. Çünkü karışık kokular burnuma ulaşmayı başarmıştı.

"Hiçbir şey göremezken bile her şeyi görüyorsun," dedi tuhaf, mekanik bir ses. İrkilerek sesin geldiği yöne, sola doğru döndüğümde gözlerimi kısıp orada olan Ölüm'ü görmeye çalışmama rağmen buna tezat olarak geriye doğru adımladım. "Fakat beni yine göremiyorsun."

İşte oradaydı. Maskesinin detayları ben gözlüksüzken gözükmüyordu fakat yüzü kapalıydı. Üstünde mor bir... Ceket mi vardı? Algılayamıyordum. Fakat onun da giydiği şeyin rengi mordu. Tam şu an giymek için moru seçtiğimden dolayı kendimi berbat hissediyordum.

"Neden buradayız?" diye sordum cesaretimi toplayıp. "Gözlüğüm yok, hiçbir şey göremiyorum. Ve ne olacağı belirsiz bir oyun için beni giyindiriyorsun."

"Ne giyersen giy Ahsen kadar güzel olamıyorsun," diye yanıtladı Ölüm tuhaf bir sesle. "Yine de sende onu bulmayı denedim. Derinlerde bir yerde ondan bir parça kalmıştır diye."

"Ahsen dediğin kişi ben miyim?" diye sordum geriye doğru bir adım daha atarken. "Ben hayatım boyunca hiçbir zaman bu tarz giyinen biri olmadım."

"Artık değilsin." Bulanıklık doğrulduğunda kaşlarım iyice çatıldı. Bana doğru yaklaşırken durduğunda yine aramızda büyük bir mesafe bırakmıştı. "Senden bir şey istemiyorum," diye devam etti Ölüm. "Sadece seninle güzel bir yemek yemek ve konuşmak istiyorum."

"Ben hiçbir şey göremiyorken mi?" Sinirlerim o kadar bozulmuştu ki dolmuş gözlerime az kalsın kahkaham eşlik edecekti. Kirpiklerimi yavaşça kırpıştırarak o görmeden gözlerimin ıslaklığını dağıtmaya çalıştım.

"Beni görmene gerek yok," dedi Ölüm yavaşça, alaylı bir şekilde. "Ne de olsa ben de onu sende göremiyorum."

Bir sessizlik oluştu.

Ölüm ilk defa sakin gözüküyordu- daha doğrusu sesi öyle duruyordu. Ya da deliliği yine orada bir yerdeydi fakat bu sefer, onu iyice benden saklamıştı. Gözlerim kısılırken kaşlarım daha da çatıldı. Ölüm'ün benimle konuşacak neyi olabilirdi ki? Konuşmak isteyeceği kişi ben değildim. İntihar eden ve Ahsen diye seslendiği kişiydi.

Onun oyununa nasıl eşlik edebilirdim? Ona istediğini vermeli, cevapların onun hoşuna gideceği şekilde mi söylemeliydim yoksa bu kurduğu yemek oyununu ona zehir mi etmeliydim? Bir keresinde Ölüm cesaretimi sevdiğini söylemişti. İstediğim gibi davranmam bu gecenin sonunu değiştirir miydi?

Bu gecenin sonu neydi ki?

"Yediğim yemeği de mi göremeyeceğim?" diye sorarken sesim düzdü.

"Ayak uydurmakta zorlanacağını düşünmüyorum." Ölüm'ün sesinde pis bir gülümsemenin izi vardı fakat yüzünü bile hiç görmemiştim. En azından... Hatırlamıyordum.

Yaşadığımız ama hatırlamadığım geçmişim bir ağırlık gibi midemin üzerine çöktü.

Sessiz bir kabullenişle dönüp bir elimi masanın kenarına dayayıp masanın diğer ucuna ulaşana kadar masaya dokunmaya devam ettim. Sandalyenin bulanıklığını görünce onu da zar zor el yordamıyla çekip sandalyeye oturdum. Yine de kendimi masaya doğru çekmedim. Herhangi bir... Kritik anda olabildiğinde hızlı sandalyeden kalkmak istiyordum.

Gözlerimi kırpıştırarak etrafıma bakarken Ölüm'ün hâlâ ayakta olduğunu gördüm. Kendi yerine geçmek yerine benim olduğum tarafa doğru yaklaşırken elimden birini çatalların durduğu yere koydum. Hiçbir şey göremiyordum fakat bulanıklıkları tahmin edebiliyordum.

Parmaklarım çatal, kaşık ya da her neyse... Onun etrafına dolanmıştı.

Ölüm yanıma yanaştı. "Sadece sana yemek dolduracağım," dedi değiştirilmiş sesiyle. "Tedbirli olacağın bir durum yok." Sesi kırgın mı çıkıyordu?

Konuştuğum kişi Ölüm değil miydi? Yoksa başka bir kişiliği miydi? Sonuçta ne olduğu belirsiz 'Kurtarıcı' bana onun bazı kişiliklerinin kötü olmadığını söylemişti.

Bir an tereddüt ettim. Ardından, "Adın ne?" diye sordum tereddütle.

Ölüm tabağıma bir şeyler daha koyarken kıkır kıkır gülmeye başladı. "Hangisi?"

Deliliğini tetiklememek için çenemi kapatmaya karar verdiğim an, o an oldu. Ölüm soru soru sormadıkça ben de soru sormayacaktım. Diğer tutsaklardan bu kadar uzakken ve hiçbir şey görmüyorken onun kurduğu oyunun gidişatını bozup bozmamam gerektiğinden o kadar da emin değildim.

Ölüm işi bittiğinde yerine geçti. Ve neredeyse onu hiç göremiyor hale geldim. Masanın diğer ucundaki bulanıklardan biri haline gelmişti. Onu tam olarak görememek, bu neredeyse kör olduğum halimde şükrettiğim tek şeydi.

Gözlerimi tabağa indirdim. Tabağın içi farklı renklerin birleştiği bir bulanıklıktan ibaretti. Hiçbir detay göremiyordum yani ne yiyeceğimi bile bilmiyordum. Ki onun gibi bir delinin kurduğu tiyatro sahnesinde yemek yemenin güvenli olup olmadığı da tartışılırdı.

Ölüm'ün tarafından çatal-kaşık sesi gelmeye başladığında parmaklarımla dokunarak kaşığı buldum ve elime aldım. Bir süre öylece bekledikten sonra, "Maskeyle nasıl yemek yiyebiliyorsun?" diye sordum tereddütle.

"Maskeyi yeterince takarsan maskenin kendisine dönüşürsün," dedi Ölüm umursamaz bir tavırla. "O ne bir engel ne de benim tenimden ayrı. Benim yüzüm bu. Bunu kabullenmelisin."

Bana yemem gerektiğiyle ilgili hiçbir şey demeden ya da beni zorlamadan sessizce yemek yemeye devam etti. Bana ulaşan tek şey seslerdi. Bunun dışında kör gibi öylece kendi tabağıma bakmakla yetiniyordum.

Konuşacak çok şeyi varmış gibi hissediyordum ama konuşmak isteyen o olmasına rağmen konuşmuyordu. Bu durumu anlamaya çok da uzak değildim. Daha önce yaşadığım olmuştu. İnsan bazen en çok konuşmak istediğinde en büyük sessizliğe bürünürdü.

Önümde bulanık bir yapboz vardı ve ben hiçbir şey göremiyorken parçaları birleştirmeye çalışıyordum.

"Yemekleri kendi ellerimle yaptım," dedi Ölüm bir süre sonra. Dakikalarda kıpırdamadan ve hiçbir şey yemeden öylece sandalyede oturuyordum. "Ve insanları yemekle zehirlemek çok sevdiğim bir yöntem değil."

"Daha önce yaptın mı?" Sesim kısıktı.

Bir anlık sessizlik oldu.

"Bir insanı yakalanmadan öldürmenin en basit yoludur," dedi Ölüm duygusuz bir sesle. Bu bir cevap değildi. Ama benim için bir cevaptı: Yapmıştı. Ya da yaptırtmıştı. "Kurbanı öldüren sen olmazsın, onun yemeğindeki olur."

"Ama yemeğini zehirleyen sen olursun," dedim güçlükle.

"Neyden sorumlu olmak istiyorsan sorumlu olursun. Her şey tamamen sana bağlıdır, kelebeğim." Sustuğunda cevap vermedim. Aramızda ufak bir sessizlik oluştuğunda kaşığı tabaktaki rastgele bir şeylere sapladım ve kaşığı ağzıma götürdüm. Fakat görünüşe göre Ölüm için bu konu kapanmamıştı.

"Bir çocuk tacizcisinin yemeğine zehir katıldığını düşün," dedi Ölüm yavaşça. "Öldüğünde hak ettiğini mi düşünürdün yoksa bunu mümkün kılan şey hoşuna mı giderdi?" Aldığı derin nefes sesi gürültülü bir şekilde ses değiştirme aygıtıyla yankılandı. "Dürüst olmanı istiyorum."

Çok düşünmeme gerek kalmadı. "Suçunun kesin olup olmadığından eminsek... Hak ettiğini yaşadığını düşünürdüm."

Ölüm hafif bir kahkaha attı. Kahkahası ses değiştiricisiyle tamamen korkutucuydu. "O ne derdi biliyor musun?"

O dediği kişi Ahsen olmalıydı.

Kafamı sağa sola salladım.

"Çoktan ölmüş olması gerektiğini."

Geçmişte, onun tanıdığı halimle bu cevabı verebilecek biri miydim? Yoksa sadece kafasında benimle ilgili oluşturduğu profili bana mı tanıtıyordu? Gerçeği bilmek imkansızdı. Onu tanıdığımı düşünerek içinde bulunduğumuz bu kâbusu anlamlandırmak istiyordum ama geçmişimde kayıp olan o parçanın bulanıklığı, gözlerimin gördüğü bulanıklıktan çok daha beterdi.

Bir zamanlar kim olduğumuzu bilmiyordum. Birbirimizi nasıl tanıdığımızı ne düşünerek ve ne yaşayarak onun gözünün önünde intihar ettiğimi de öyle. Ama o biliyordu.

O biliyordu.

Maskeyi yüzüne geçirirken kendine bir katil kılıfı çalmışken benim geçmişimden de bir parçayı çalmış gibiydi. Gerçekte kim olduğu zihnimde kayıptı.

Önümdeki tabağı boşaltmaya odaklandım fakat çok da başarılı olamadım. Aç değildim. Üstelik tabakta ne olduğunu görmüyordum bile. Bu yüzden her şeyi sağa sola çekiştirip tabağın her köşesinden kaşık almakla yetindim. Olabildiğince yavaş çiğnedim. Hem o bir şey sormasın hem de bir sonraki adıma geçmeyelim diye.

"Eminim neden seninle konuşmak istediğimi merak ediyorsundur," dedi Ölüm sessizliği bozarak. "Ben yemeğimi bitirdim. Sen de öyle. Artık konuşabiliriz. Bu konuşmaya da senin en çok merak ettiklerinle başlayabiliriz."

Asla sonsuza dek kaçamazsın.

"Benim merak ettiklerim mi?" diye sordum.

"Senin bana sormak istediğin hiçbir şey yok mu?" diye soruya soruyla cevap vermekle yetindi. "Ben geçmişimizi hatırlıyorum. Sen ise nasıl biri olduğunu bile hatırlamıyorsun."

Boğazım düğümlendiğinde sertçe yutkundum. Keşke ağzımda kalan yemek tadını silmek için bir bardak su içebilseydim. Ama göremiyorken el yordamıyla bardak bulmak için uğraşmak istemiyordum.

"Ben... Sadece..." Merak ettiğim ne vardı ki? "Biz arkadaş mıydık?"

"Öyleydik."

"Gözünün önünde intihar mı ettim? Yazılanlar doğru muydu yoksa... Hepsi senin planının bir parçası mı?"

Ölüm küçümseyici bir ses çıkardı. "Sözde 'planımın' hiçbir adımı yalan içermiyor. Kendini zeki mi sanıyorsun?"

Aşağılaması boynumdan yukarıya bir ateş yükselmesine neden olurken burnumdan derin bir nefes alıp verdim. "Seni suçlamaya çalışmıyorum," dedim alttan almaya çalışarak. "Gerçekleri bilmek istiyorum. Sorduğun her soru benim için bomboş. Bir şeyleri unuttuğunu bilen ama neyi unuttuğunu bilmeyen birine ne unuttuğunu sormaya benziyor bu. Sana cevap veremem çünkü hatırlamıyorum."

"Biliyorum," dedi Ölüm cümlemi bitirir bitirmez. "Tüm bunlar yaşandı." Sesi yükselmişti. "Hatırlayan tek bir kişi kaldı. O da benim. Ama acısını ikimiz de çektik, öyle değil mi?" Değiştirilmiş sesi tuhaflaşmıştı. Sanki zar zor konuşuyordu. "Yaşadığın şey kalıcı bir hafıza kaybı diyorlar. Asla hatırlamayacağına inanıyorlar."

"Hatırlasaydım ne değişirdi ki?"

"Burada olduğun için yakınmayı keserdin ve burada olmayı, çürümeyi ve gebermeyi biraz olsun hak ettiğini fark ederdin!" Bağırışı masa hariç bomboş odada yankılanırken istemsizce omuzlarımı öne doğru kendime çektim.

Alttan mı alacaksın yoksa ona meydan mı okuyacaksın? Ses yine oradaydı, benimle konuşuyordu. Kalpsiz birinin kalbine ulaşmaya mı çalışacaksın yoksa hükmeden birine kafa mı tutacaksın?

"Sen ne istiyorsun?" diye mırıldandım. "Burada olmayı kabullenmem senin için yeterli olur muydu?"

Ölüm anında cevap veremedi. "Ah, hayır."

"Seni hatırlamamı mı istiyorsun?"

"Hatırlasaydın da bir şey değişmezdi. Bir zamanlar tanıdığın o kişi artık yok. Sen nasıl o parçanı kaybettiysen ben de o parçamı kaybettim. Senden tek farkım, neyi kaybettiğimi hatırlamam."

"Beni kaybetmişsin," diye mırıldandım. "Ve kendini..."

"Sen sadece bir başlangıçtın," dedi Ölüm alayla. "Asla o kaybın tüm nedeni olabilecek kadar önemli değildin."

"Belki de seni hatırlamamı isteme nedenin kendinin nasıl biri olduğunu çoktan unutmuş olman," dedim hafifçe öne eğilirken. Ona meydan okuyabilirdim. Aynı anda içinde bir insanlık kalmışsa ona ulaşmaya da çalışabilirdim. "Olmak istediğin kişi olduğuna emin misin?"

"Eminim," dedi Ölüm zehir gibi bir sesle. Tuhaf bir şekilde aniden, zorlama bir kahkaha patlattı. "Seni öldürmek istiyorum. Diğerlerini öldürmek istiyorum. Hepinize günahlarınız kadar acı çektirmek istiyorum."

Onu neyin sinirlendiğini, hangi cümlemin içinde bir yerlerde nereye dokunduğunu anlayamıyordum. İstekleri ise çoktan duyduğum ve bildiğim şeylerdi. Temiz bir şekilde yapacağını bilsem beni öldürmesine karşı en ufak bir korku duymazdım. Diğerlerini öldürmek istemesi ise...

Korkutucuydu.

Dünyanın onlarla daha güzel olduğuna inanıyordum.

"Seni mahvetmek istiyorum," dedi Ölüm aynı tehditkâr ses tonuyla. Fakat sesi bir an sonra alçaldı: "Ama seni her şeyden korumak da istiyorum. Ölümünün elimden olmasını istiyorum ama biraz olsun elimde yaşa da istiyorum. Seni yaşatamayan biri nasıl seni öldürebilir?"

"Yaşayamadığında, yaşattırmadıklarında intihar etmez misin?" dedim dudaklarımdan bir hıçkırık kaçtıktan hemen sonrasında. "İki kere intihara kalkışmamın nedeni bu değil miydi? İlkini hatırlamasam da... İkincisini hatırlıyorum."

Senin neden olduğun intiharı hatırlıyorum.

"Hayır, anlamıyorsun..." Sesi titredi. Bir an sonra masanın karşısında belli belirsiz bir bulanıklığın hareket ettiğini gördüm. Kırılma sesi kulaklarımı doldurduğunda ellerim istemsizce kulağıma doğru uzandı. "Aptal orospu!" diye kükredi. "Neden bana onun yaptıklarını söylemedin?"

Ellerimi kulaklarımdan aşağıya doğru indirirken, "Neyden bahsediyorsun?" diye bağırarak karşılık verdim.

"Üvey abinin yaptıklarını ya da babanın yeni ailesinin yanında kalırken neler yaşadığını bana anlatmamıştın!" Sanki... Buna alınmış gibi konuşuyordu. Sanki onun hakkımda bilmediği hiçbir detay olamazdı. Sanki... Zamanında ona her şeyi anlatmıştım ve bilmediği bir detay onu çılgına çevirmişti.

"Sana ne anlatıp ne anlatmadığımı hatırladığımı mı sanıyorsun?" Sesim onunla aynı tona yükselmişti. "Seni çoktan unuttuktan sonra tacize uğradım ben! Ne bekliyordun? Büyülü bir şekilde seni hatırlayıp her şeyi sana anlatmamı mı? O gün, annenin öldüğü gündü ve yanıma geldiğinde sadece kendi acını anlattın bana. Üstelik ne halde olduğumu görmüştün."

"Kes sesini!" diye kükredi. Masada bir şeyleri daha fırlattığında çıkan ses daha da irkilmeme neden oldu. "Bana, beni unuttuğunu söylemişlerdi ve ona göre davrandım. Seni hatırlamama rağmen yanına yaklaşmadım bile. Beni unuttuğunu bilirken neden o halde olduğunu mu soracaktım? Sormak aklıma gelmedi mi sanıyorsun?"

Az önce o zamanki halinden bir yabancıdan bahseder gibi bahsediyordu fakat şimdi o kişinin kendi bedeninde olduğunu kabullenmiş gibiydi.

"Geldi mi?"

Ölüm'le ilgili duyabildiğim tek şey sesli nefes alış-verişleriydi. Ses değiştirici cihaz aldığı nefesleri insanlıktan çıkmış bir sese dönüştürüyordu. Ama yine de kriz geçirir gibi nefeslendiğini anlayabiliyordum. Onu göremiyordum. Ayağa kalkmışsa da bulanıklığını çok fark edemiyordum.

"Adın ne ki senin?" diye sordum bir an sonra. "Bundan biraz öncesinde kendinden 'o' diye bahsediyordun ama az önce..." Duraksayıp sertçe yutkundum.

Hasta olduğunu bilmeyen bir hastaya bir şeyleri fark ettirmek kulağa mantıklı gelmiyordu. Kişilik bozukluğu olduğunu bilmeyen birine bunu fark ettirmek ise... Farkında olup olmadığını bile anlamamıştım ki.

Bu soruya cevap vermesini beklememeliydim. Daha önce adını sorduğumda, "Hangisi?" diye cevap vermiş olsa da durumu tam olarak farkında olması imkansızdı.

"Bu evde bana yaşadıklarımdan daha da beterini yaşattın sen," dedim sakince. Sandalyeyi geriye itip temkinli bir şekilde ayağa kalktım ve birkaç adım geri attım. Kalp atışlarım tüm vücudumda yankılanacak kadar hızlanmıştı. Göremememin neden olduğu belirsizlik beni geriyordu.

"Ben sana hiçbir şey yaşatmadım," dedi değiştirilmiş sesiyle. Kelimeler birer tıslama gibi çıkıyordu. "Sen ne yaşayacağını kendin seçtin!" Sesi alçaldı. "Buraya kendi ayaklarınla geldin, unuttun mu aptal kız?"

"Her gün hatırlıyorum."

"Eminim o güne her gün içinden gizli gizli küfrediyorsundur."

"Evet."

"Bu kadar çok düşünmene gerek yok. Eninde sonunda ait olduğun kişiye geri dönersin," dedi Ölüm. Sesi bana yaklaşıyordu. "Sen sadece ait olduğun yere geri döndün."

"Sana ait değilim."

"Geçmişimiz tamamen bana ait," dedi alçak, zehirli bir sesle. "Ve sen, geçmişini aşamayan aptal bir kız olarak geçmişine aitsin. Ben, kafanın içinde eksilen her şeyi tamamlamak için buradayım."

"Bunu nasıl yapacaksın?" diye sorarken Ölüm'ün bana doğru yaklaşan bulanıklığını seçebilmeye başlamıştım.

"Yöntemleri bana bırak, kelebeğim." Kıkırdadı. "Seninle işim bittiğinde tüm zaman dilimlerin mahvolmuş olacak. Geçmişten, şimdiden ve gelecekten, hepsinden nefret ediyor olacaksın. Hepsinde acı çekmiş olacaksın."

"Buraya gelmeden önce de hayatım öyle bir durumdaydı," dedim bana yaklaşan mor bulanıklığa bakarken. "Çok çabalaman gerekmeyecek."

"Şimdi ölmek ister misin?" diye sordu Ölüm aniden. Benden birkaç adım uzakta durdu.

"Tek bir kurşunla mı?" diye sordum tereddüt etmeden.

"Evet, temizce."

"Cevabımın bir anlamı yok," dedim omuz silkerek. "Her şey senin elinde."

Ölüm cevap vermeden öylece durdu. Bulanık bedeninde bile en ufak bir kıpırdama yoktu. Ya da ben göremiyordum. Gözlerimi onun bedenini işaret eden bulanıklıktan ayırmadan öylece baktım. Beni öldürme teklifinin beni yeterince korkutmuş olmamasına mı yoksa bu kadar yorgun hissetmeme mi üzülsem bilemiyordum. İçimde tuhaf bir boş vermişlik vardı. Bana olan nefreti ve bana yükselen sesi kalp atışlarımı hızlandırıyor, soğuk soğuk terlememe neden oluyordu fakat tüm bunların beterini daha önce bana yaşatmışken yeterince korkamıyordum.

Sanki ruhumun bir kısmını kaybetmiştim.

"Yanlış cevap," dedi Ölüm dilini şaklatırken. "Bir şeyler senin elinde." Bulanık bedeni bana doğru yaklaşırken yerimden kıpırdamadım. Ya da kıpırdayamadım... Sanki ayaklarım yere çakılmıştı. Elimi kaldıracak gücüm bile bir anda vücudumdan çekilmiş gibi hissediyordum.

Ölüm önümde belirdiğinde bir anda eli saçlarımı kavradı. Azarlanması gereken bir evcil hayvanmışım gibi kafamın arkasında iri eliyle beni tutarken bu sefer kaçmaya çalıştım. "Bırak lan!" diye bağırırken ondan uzaklaşmaya çalışıyordum. Fakat ben uzaklaşmaya çalıştıkça elini saçlarıma iyice dolayıp beni sıkıca tuttu.

"Kıpırdamayı kes!" derken sesi yükselmişti. Yürümeye başladığında kendimi tersi yöne doğru çektim fakat Ölüm'ün kolunu sallamasıyla tüm bedenim saçımın peşinde çekilmiş oldu.

Kaybettiğimi düşündüğüm korku taşıyan o ruh parçam o anda bana geri döndü. Sızlayan sürekli ıslanan gözlerim bu sefer taşmaya başlamıştı. Gözlerimden yaşlar boşanırken, "Piç kurusu!" diye bağırdım. Canımın ne kadar acıdığıyla ilgili sızlanmak dudaklarımın ucuna kadar geliyordu fakat karşımdaki kişi Ölüm'dü. Saçlarımı daha da çekerken dudaklarımdan acı dolu bir bağrış yükseldi.

Bırakması için yalvarmak istiyordum fakat bunu söylesem bile yapmayacaktı.

Bu yüzden tüm aciz kelimelerimi zorla yuttum. Sadece her çekişinde istemsizce bağırmaya devam ettim.

Ölüm masanın üzerindeki örtüyü çekip her şeyin yere devrilmesine neden olduğunda çıkan cam kırılma sesleri ve takırtılar dizlerimin üzerinde sürünürken hızla doğrulmaya çalışmama neden oldu. Aceleyle Ölüm'ün beni sürüklediği yöne doğru giderken bir an sonra masanın üzerine serilmiş olan tek şey bendim.

Ölüm'ün elleri boğazımı kavradığında aldığım nefesler tıkandı.

"Sana ölmek istemeyi yasaklıyorum!" diye kükredi yüzüme doğru. "Canını acıtan herkesten intikam almadan ölmeyeceksin, beni duydun mu? Herkes yaşattığını yaşamalı, kelebeğim. Herkes."

Kendi kendine güldü.

"Her şeyi hatırlamalısın. Beni hatırlamalısın. Yüzümü hatırlamalısın. Bir katil olduğunu, annemin ölümüne neden olduğunu hatırlamalısın. Daha suçu bile kanıtlanmamışken ölmemeliydi. Anlıyor musun?"

Nefes almaya çalışarak çırpınırken bacaklarım can havliyle onun bedenini kendi bedenimden olabildiğince uzaklaştırmaya çalışıyordu. Fakat yeterince başarılı olamıyordum. Onun kadar güçlü değildim.

Acizlik gözyaşlarımın daha da akmasına neden olurken boğazımdan tuhaf sesler yükseliyordu.

"Senin bana sorduğun birkaç soruyu sana soralım," dedi Ölüm donuk, mekanik sesiyle. "Bana aşık mıydın?"

Elini boğazımdan biraz olsun çektiğinde hızla nefes aldım. Boğazımdan dökülen öksürükler masanın üzerinde yamulmama neden olurken hıçkırmaya başladım. Kafamı zar zor sağa sola salladım.

"Beni seviyor muydun?"

Daha da gürültülü bir şekilde ağlamaya başladığımda hıçkırıklarımın sayısı da arttı. Parmak uçlarımdaki o uyuşukluk geri gelmişti. "İlk- ilk arkadaşım değil miydin?" diye sordum güçlükle. Sesim titriyordu ve gözyaşlarımın izini taşıyordu. "Ben yapayalnızdım."

Cevap buydu.

"Ama o sen değildin," diye fısıldadım güçlükle.

Ölüm'ün parmakları boynumdan tamamen uzaklaştığında bacaklarımı hızla kendime çekip eteğim yükselmemiş olsa bile eteğimi aşağıya çekip kendimi ondan uzaklaştırdım. Kafamı tekrar masaya dayayıp tavana bakarak nefes almaya çalışırken bir tür panik atak geçiriyor gibiydim. Tüm vücudumun titrediğini hissedebiliyordum.

Yabancı biriyle tartışıyordum fakat tanıdık olmalıydı. Tanıdıktı ama yabancıydı. Geçmişle şimdiki zaman arasında sıkışmış, hiçbir şeyi hatırlayamıyordum. Ölüm'ün ne yapmak istediğini anlayamıyordum. Farkında değildi ama o da unutmuştu. Nasıl biri olduğunu, nasıl olduğumuzu unutmuştu.

Ve sanki o zamanlar çok güzelmiş gibi bize bu senaryoyu oynatıyordu.

"Tanrı olsaydım sizin için bir cehennem yaratırdım fakat tanrı değilim. Bu yüzden size cehennemi yaşatacağım." Üzerime doğru eğildi. "Şimdi oyunun diğer kısmına geçelim mi?"

"Ne istiyorsun?" diye sorarken zar zor kelimeleri oluşturmuştum.

"Işığı takip et."

Geriye doğru çekildiğinde işe yaramaz bir şekilde masanın üzerinde duran elimin içine bir şey bıraktı. Avucumu anında sıktığımda bunun bir gözlük olduğunu fark etmem zor olmamıştı.

Ölüm'ün bulanıklığı önümden silinirken oda karanlığa gömüldü. Gözlüğü yüzüme takarken Ölüm'ün uzaklaşırken çıkardığı ayak seslerini bile duymamıştım. Sanki gerçekte var olan biri değildi.

Yerimden kıpırdamadan öylece tavana baktım.

Tavan camdı. Ve camların gösterdiği şey İstanbul'un gece gökyüzüydü. Yıldızlar belirgindi. Tek bir bulut bile yoktu. Yarın hava açık olacaktı. Sadece gökyüzüne bakarak bunu söylemek mümkündü.

Kontrolden çıkmış nefeslerimi düzenleyen şey izlediğim yıldızlar oldu. Eskisinden farklı olan tek şey şuydu: Artık yıldızların en az birinin benim için parladığına inanmıyordum. Yıldızlarının o küçük ışıklarının umutsuzluğun büyüklüğünü ezip geçebileceğine inanmıyordum.

Bir elim boynuma doğru gitti. Ölüm nasıl bir güçle boğazımı bu denli sıkabilmişti?

Beni boğarak öldüreceğini sanmıştım.

Gözlerimi kapatıp birkaç dakika öylece uzandım.

Sonrasında doğruldum. Masanın üzerinden inerken gözlüğümün altına parmaklarımı sokup yüzümün ıslaklığını temizledim. Tam karşımda başka bir kapı vardı ve ışıkla parıldıyordu. Bu Ölüm'ün oyunun bir sonraki kısmıydı.

Geriye dönüp yere saçılmış kırık tabaklara ve bardaklara, ziyan olmuş yemeklere baktığımda aslında bu yemeğin iki kişi için değil, çok daha fazlası için hazırlanmış olduğunu fark ettim.

Ama sadece iki sandalye vardı.

Kaşlarım çatılırken kafamı tekrar kapıya doğru çevirdim. Ölüm intihara meyilli olmamamı istiyordu fakat kendisi beni öldürmeyi düşünüyordu. Peki o gece, bu gece olabilir miydi? Hayır, bu düşük ihtimaldi.

Hikayem henüz bitmemişti.

Diğerleri dinlemeden beni öldüremezdi.

Kapıya doğru attığım her adımda bunları kendime hatırlattım. Belirsizlik içinde en azından ölmeyeceğime dair kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Çünkü Ölüm beni öldürmek istediğinde sunduğu teklifteki gibi temiz bir şekilde beni öldüreceğini sanmıyordum.

Kapının kolunu kavrayıp çevirdiğimde kapıyı geriye doğru ittim. Hafif bir esinti beni karşılarken ıslak kalmış yüzümde belli belirsiz bir soğukluk oluştu. Gözlerimi kırpıştırıp çıktığım yerin neresi olduğunu anlarken ağzım kurudu.

Çatı katı.

Binanın çatı katındaydık.

Adımlarım çatıya doğru ilerlerken kapı arkamdan kapandı. Dönüp baktığımda kapının kendi kendine kapanmış olduğunu fark ettim. Tekrar önüme döndüğümde ise geniş ve bomboş bir çatı beni bekliyordu. Çatının kenarına doğru ilerlerken hafif esinti saçlarımı geriye doğru savurdu. En uca geldiğimde kollarımı çatının kenarına dayadım. Gözlerimi İstanbul manzarasına çevirdim.

Tepede kalan bina, ilçenin tamamına yukarıdan bakıyor gibiydi. Minik, uzak ışıklar gibiydi diğer binalar ve araçlar. Diğer insanlar da bize yıldızlar kadar uzaktı. Bu yüzden bizi kimse bulamayacaktı. Dünyanın bir parçası gibi dört duvar olmaksızın gökyüzüyle çevrilirken bile insanlara bu denli uzaktık.

İçimden bir ses tüm gücümle haykırmamı söylüyordu fakat dudaklarımı birbirine bastırmam bu sese yeterli cevap olmuştu. Türkiye'de, bir dağın başındaki binada bunun etkili olmayacağını biliyordum. Sokakta duyduğumuz kavgaları bile bizim evde sadece ayıplıyorlardı. Bizim evdeki kavgalara bile kimse sesini çıkarıp bir şey demiyordu. Aile arasında olur böyle şeyler, deyip geçiyorlardı. Kimse 'belki durum kötüdür' diye düşünüp polis baksın diye polisi arama zahmetine girmiyordu.

Bağırmam sadece Ölüm'ün sinirini bozardı.

Uzaktaki ışıklara, bizi umursamayan o insan topluluğuna bakarken esen rüzgâr gözlerimi doldurdu. Saçlarım esintiyle yüzümün önüne düştüğünde gözlerimi çatıdan aşağıya doğru çevirdim.

Zemine uzanan onlarca metre vardı.

Bir insan buradan atladığında ölmeme şansı yoktu.

Bu düşünce zihnimde belirmişti fakat bu fikre karşı hiçbir yakınlık hissetmiyordum. Konu intihara meyilli olmakla alakalı değildi. Belki de sorun... Bu yöntemi artık istemiyor olmamdı.

Çatının etrafında dolaşmaya başladım. Ortada buraya açılan kapı yer alıyordu fakat çatının kenarları hala boşluktaydı. Binanın ne kadar geniş olduğunu çatının boyutu bile belli ediyordu.

Çatının bir koridoru andıran ince kenarından çıkıp ilk çıktığım genişliğe benzer olan kısmına geldiğimde donakaldım. Burada insanlar vardı fakat bir şeyler ters gidiyordu. Maskeli kadın ve erkekler her yerdeydi. Tamamen çuvalla bedenleri sarılmış üç kişi vardı ve dizlerinin üstüne çökmüşlerdi. Hepsinin yanında maskeli adamlar bekliyordu. Hepsinin elinde de silahlar vardı.

Diğer köşede ise... Sadece üzerinde baksırla duran, yere serilmiş erkek vardı. Onun başında ise maskeli bir kadın bekliyordu. Ölüm ise hiçbir yerde yoktu.

Bu nasıl bir oyundu?

Beyaz çuvalın içindekiler tutsaklar olabilir miydi?

Kafamın arkasına bir sertlik dayandığında Ölüm'ün sesi beni karşıladı: "Sadece önüne bak, kelebeğim. Arkanı dönmek istemezsin." Kafama dayadığı silah namlusuyla kafamı ileriye doğru ittirdiğinde öne doğru bir adım attım. "Ne kadar hoş bir manzara, değil mi? Manzarayı beğenip atlamamana şaşırdığımı itiraf etmem gerekiyor. Genelde fırsat bulduğunda dayanamıyorsun. Sanırım az önceki konuşmamızın bir faydası olmuş."

Dediklerini umursamamaya çalıştım. "Beni öldürmeyeceksen neden kafama silah dayıyorsun?" diye sordum arkama dönmeden.

"Seni öldürebileceğimi hatırlamak hoşuma gidiyor."

Dişlerimi birbirine bastırıp çatıdaki manzara baktım.

"Yürümeye devam et." Ölüm'ün emreden sesi bu sefer alaydan yoksundu.

Adım adım ilerlerken Ölüm'ün bana doğrulttuğu namlu kafama yapışmış gibi beni takip ediyordu. Varlığı bana ölümü hatırlatmıyordu fakat Ölüm'ün nefesi ensemdeymiş gibi hissettiğimden dolayı rahatsız oluyordum.

Yaklaştıkça çatıdaki manzara daha korkunç bir hal alıyordu.

Gözlerim baksır hariç hiçbir şey giymemiş o bedene kaydığında boğazım sıkıştı. Uzaktan belli olmuyordu. Saçının rengi, burnunun şekli ve boyu... Ama bu Çağrı'ydı. Ve normal gözükmüyordu. Bedeninin her kısmı küçük küçük titriyordu ve ağzından zemine doğru beyaz bir sıvı akmıştı. Kusmuş muydu yoksa bu köpük müydü?

"Çağrı?" dedim sorarcasına. "Çağrı!" diye bağırdım. Hızla ona doğru adımlarken Ölüm bir anda iki kolumu da kavrayıp sırtımda birleştirdi. Diğer elindeki silahı kafama iyice bastırırken, "I-ıh," dedi azarlarcasına. "Sadece benim dediğimi yapmalısın. Çağrı'nın yanına yaklaşamazsın, anladın mı?"

"Ona ne yaptın?" derken sesim donmuştu. Bir titreme tüm vücudumda dolaştı.

"Öldüğünde dünya ve insanlık adına en az kayıp verebileceğimiz birini seçmem gerekiyordu," dedi Ölüm düşünceli bir sesle. Kendi kendine güldü. "Güzel bir seçim yapmış mıyım?"

"Ölüyor mu?" diye sordum hızla.

"Oyunu öğrenmek için bu kadar heyecanlı mısın?" dedi Ölüm hevesle. "Heyecanın beni de heyecanlandırıyor!"

"Ağzından akan... O köpük ne?"

"Bu bir sır."

Verdiği cevaplar akıl sağlığımın kırıntılarını gülerek topluyordu. "Bana ne yaptırmaya çalışıyorsun?" dedim boğuk bir sesle.

Onun maskeli yüzünü görmek için arkaya dönmeye çalışsam da Ölüm'ün kollarımı tutuşu iyice sıklaştı. Beni kapana kıstırmıştı. "Onun haline iyi bak," diye mırıldandı kulağıma doğru. "Onu ben öldüreceğim ve senin hiçbir suçun olmayacak. Asla kendini suçlamayacaksın. Sen yemekteki zehirsin. Zehri koyan kişi değilsin."

Gözlerim dolarken güçlükle konuştum: "Neden onu öldürüyorsun?"

"Yaşaması tamamen sana bağlı." Ölüm bir an duraksayıp ekledi: "Afra..."

Gözlerim çuvalların geçirildiği üç kişiye doğru çevrildi. "Onlar kim?" diye sorarken buldum kendimi.

"Suçunun kanıtlanmasına gerek duymadığın, ölsen üzülmeyeceğin insanlar," dedi Ölüm zevkle. Silahı kafamda kaydırırken kafamı da iyice çuvalların olduğu yöne doğru çevirmemi sağladı. "Oyunu anladın mı?"

Maskeli kadın bana doğru bir silah uzattı. Silahın ucu uzundu ve namlusu maskeli kadının kendisine doğru dönüktü.

Bir silaha, bir de çuvalların geçirildiği insanlara baktım.

"Benim öldürmemi istiyorsun," dedim kuru sesle. "Tanımadığım birini öldürmemi istiyorsun. Yoksa..."

"Yoksa..." dedi Ölüm eğlendiği belli olan sesiyle. "Artık altı tutsak olarak devam edeceksiniz. Bunu zevkle, gözünün önünde yaptıracağım. Dolaylı olarak onun katili de sen olmuş olacaksın, değil mi? Yaptığın seçim ya arkadaşını öldürtecek ya da kendi ellerinle birini öldüreceksin."

Gözlerimi silahtan ayıramadım.

"Katil olduğunu hatırlamıyor musun?" diye fısıldadı kulağıma alayla. "O zaman katil olduğunu hatırladığından emin olacağım., kelebeğim. Hangi seçeneği seçersen seç, cesedin sorumlusu sen olacaksın. Bu gece, öldürdüğümüz her şey için..."

• • •

• • •

Selam çiçeklerim!

Evet yazar dahil herkesin ölümlerden döndüğü bölüme hoş geldiniz. (Bu nasıl kader :D?))

Artık kaos başlıyor bu bölümle birlikte. Finale doğru gidiyoruz...

Çatı katından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demiştim. Buluşan Afra& Ölüm'dü. Ahsen& Kıyı değildi. Ahsen& Kıyı için umudunuzu kaybetmeyin konuşmaları konusunda diyebilirim.

Gelelim bölüm sonu sorularına!

Ölüm ve Afra'nın 'yediği' yemek hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çağrı'nın hali ve olaylarla olabilecek bağlantısı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ölüm'ün Afra'ya oynatacağı oyunun sonuçlarının neler olacağını düşünüyorsunuz?

Bir sonraki bölümümüz cumartesi olmayacak muhtemelen ballarım. Sayaç açacağım instada ♥

Yorumlarda, panoda, twitterda, instagramda görüşürüüz!

Seviliyorum sizi! ♥

-Limaei

İnstagram hesaplarım:

Kişisel: ilimaei
Instagram Blog Hesabım: Limaeibooks
Kitaplarımla ilgili paylaşımlar için: limaeiwattpad

Tiktok: i.limae

Twitter: ilimaei

Spotify: Limaei

Continue Reading

You'll Also Like

101K 7.5K 60
Sessizlik. Yalnız kalmak istediğimi söylemiştim sadece ona. Sadece sessiz olmasını! Neden dediğimde susmadın? Şimdi yoksun. Bu senin tercihindi!
731K 22.5K 24
Sevgiden nefrete dönüşen imkansız bir aşkın hikayesi. "Onlar cehennemi yaşayacak, Aşk cennetin dilinden onlara kalan tek an olarak kalacak, bu aşkın...
10.7K 828 14
ASKER&DOKTOR 🍂 (Muşlu bir asker adam ile Mardinli bir doktor kadının hikâyesi!!!) 🍂 Mardindi orası! Cahilliğin geliştiği ama aklın gelişmediği bir...
162K 4.2K 1
Tanıtım bölümüne göz atınız... Kaçak Prenses 1'in devam kitabıdır.