Yaşarken Ölmek Gerekir

By kayipbirsahis

53.9K 8.1K 125K

"Açık bir yaraya dikenlerle dolu bir gül bastırıyorsun. Dikkat et, kanı durduruyorsun ama canımı acıtıyorsun... More

Yaşarken Ölmek Gerekir
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35

36

352 20 594
By kayipbirsahis

53k!❤️

Küçük bir şaka, yög'ün ilk zamanları arkadaşımla bir yıl içinde 100k olur diye konuşmuştuk. Bence bayağı komik bir şaka.

Bir şeylerin başlama hikâyelerini çok seviyorum, geçmişe dönüp başlangıç hikâyelerine bakmayı da çünkü o zamanlar neyin içinde olduğuma dair hiçbir fikrim olmayışı hoşuma gidiyor sanırım. Mesela o gece, ıslak saçlarla odamdayken içimde isimsiz bir şeyin çarptığını hissetmiştim, sanki kapının ardında göremediğim birileri vardı ve içlerinden biri kapıyı sertçe yumrukluyordu. Ya da bir çiçek bahçesi vardı uzun zamandır tanıştığım ve farkında bile olmadan suladığım, şimdi hiç tahmin edemediğim bir yerdeki topraktan tohum sinyalleri geliyordu.

Tuhaf, o gece tüm bu hisleri yok sayabilirdim çünkü o dönem yazdığım neredeyse her yeni şey iki bölüm sonra içimde balon gibi patlıyor ve sönüyordu hemen. Bunun da onlar gibi olacağını düşünürken bir yandan bambaşka bir şeyle karşı karşıya olduğumu biliyordum çünkü o tanıtım, o kısacık anda onu tutmama izin veren tanıtım, şimdiye dek hayatımda yazdığım en efsunlu şeydi. Ve inanın o yaşa kadar çok şey yazdım, ortaokulda yazdığım dramatik aşk mektupları dahil...

O hissi yok sayabilirdim, saymadım. Muhtemelen o akşam yapmam gereken şey rezil notlarımdan sonra oturup ders çalışmaktı, çalışmadım. (yedisinde neyse on sekizinde...) Hiçbir pişmanlığım yok, hatta belki en büyük iyi ki'm o akşam tabletimi elime almam. Yıllardır benimleler, resmen tam dört yıldır kafamın içindeler, gerçekliğimin bir parçası oldular. Güldürdüler, ağlattılar, yaslanacak bir omuz oldular. Şimdi onlar olmasaydı diye düşünüyorum ve öyle büyük bir boşlukla karşılaşıyorum ki hayal dahi edemiyorum. İyi ki o gece ilk paragraftan durup üç saat düşünmüşüm, bu çocuk sigarasını yere mi atsa acaba diye<3

Sitem falan ediyorum ama bu platformda görülüp görülebilecek en güzel okur kitlesi var geçmiş bölümlerin yorumlarına dönüp baktığımda. Benimle ve karakterlerimle edebiyat parçaladığınız için çok teşekkürler<3 O parçalar bana çok şey kattı, umarım size de bir şeyler katmıştır.

Bu arada bu bölüm sonunda Nursena geliyor!!!! (Buraya yazmicaktım spoiler olmasın diye ama ufak bi uyarı eklemek lazım) Nursena benim en yakın arkadaşım, yani bu bölümde gelecek olan Nursena karakteri aslında o. Tamamen gerçek birinden esinlenilmiş bir karakter yani. O yüzden ona yorum yaparken herhangi bir karaktere yorum yapmadığınızın bilincinde ve dikkatli olmanızı rica ediyorum. YÖG'E HOŞ GELDİN NURSENA ÇAĞLAR 💖💖💖🌞🌞🌞 güneşimiz

Ayrıca bölüm sonundaki soruları es geçmezsek, oy verirsek ve ufak bir yög 4.yıl balkon konuşması yaparsak çok mutlu olabilirim 🙏🏻

Buraya da daha önce bölüm ithaf etmediğim ve ithaf isteyen okurlar işaret bırakabilir.

Dördüncü yılımız kutlu olsun. Keyifli okumalar<3

Turkish Delight-Nevin
LP-Muddy Waters
Teoman-Koyu Antoloji
Duman-Dibine kadar
Waiting for the Sun
Emir Can İğrek-Boşuna Nefes Tüketme
Güney Marlen-Siktir Et
Fatma Turgut-Bir Varmış Bir Yokmuş
Neşe Karaböcek-Gözlerin Eladır Yâr

Otuz Altı: Buz ve Kül

Bir çocuğu, gülümserken izlemek
Seni sevmek
Ve sensin
Bir çocuğu gülümseyerek izlemek

🦋

Zemine değen küçük parmak uçları yavru bir tilkinin adımları kadar sessiz ve ıssızdı, sanki bu duvarların arasında hiç var olmamıştı gizli yürüyüşleri ve hiç var olmayacaktı. Her şey, o ve bu duvarlar arasında bir sırdan ibaretti ve o sırları, tablolara fısıldayabildiği sürece severdi.

Küçük parmaklarının arasındaki fırça tam da bu yüzden elindeydi.

Evin devasa koridorlarında bir adım daha attı, bir küçük adım daha. Kalbi amansız bir korkuyla çarparken nefes alış verişleri sıktı ama bunu kontrol etmeyi başarıyordu.

Her çocuğun parmak izi farklı olurdu, tıpkı anahtarlar gibi. Hepsinin kapısının ayrı bir kilidi ve o kilide has bir anahtar olurdu. Kapısındaki kilit neyden yapılmaydı, bulmak çok zordu. Daha kilidin ismini bilmeden anahtarı aramak ise bir labirente gözlerinde bir kuşakla dalmaktan farksızdı. Hoş, çocukların on parmaktan dokuzu o anahtar bir yana dursun, bir kapıları olduğunu bile bilmezdi.

Çünkü kimse çalmazdı.

Parmak uçlarında bir adım daha ilerledi, bir adım daha, bir adım daha. Ruhunun bir anahtarı olup olmadığını bilmiyordu, olduğunu öğrense bile o anahtarı denize atar ve en derinlere gömülmesi için dua ederdi. Sesli söylemezdi kelimeleri ama beklerdi ve bazılarının bekleyişleri, duanın ta kendisiydi.

Belki de bundandı beklemeyi bıraktığı günden beri diline tek bir duanın değmeyişi.

Tüm pencereler sıkı sıkı kapalı olmasına rağmen mavi pijamalarını sarıp içine işleyen soğuğu hissedebiliyordu, dişlerinin birbirine çarpacak gibi olduğunu hissettiğinde istemsiz bir kontrol çırpınışıyla kasıldı çenesi.

Kapıların tek bir anahtarı olurdu ama her insan gibi kapıların da zaafı olurdu. Onlar devreye girdiğinde tilkilerin havaya dikilmiş kulakları aşağı iner, buz gibi bir sessizlik kaplardı bahar bahçelerini. Onun kapısının da bir zaafı vardı, kaybetme korkusu. Bu yüzden iyiden iyiye üşümeye başladığında hasta olmaktan ve o çirkin kokulu bezlerin altında kalmaktan değil, elleri kaskatı kesilirse fırçalarını yere düşüreceğinden korktu ve kollarını birbirine sarmak yerine parmaklarını boyalarına sardı.

Aşağı ineceği bodrum katı buradan çok daha soğuk olacaktı ama sorun değildi, kendini özgür hissetmeyi seviyordu. Annesi de özgür hissettiğinde çizdiği resimleri daha çok seviyordu, buzdolabına hep onları asıyordu. Bazen mutsuzken çizdiklerini de asardı ama öyle zamanlarda gözlerinde tuhaf bir tereddüt belirirdi ve o, bunu fark ederdi. Bu yüzden annesi uzaklaştığında mutsuz resimlerini gizlice buzdolabından alır, evi terk etmeden önce kıyafetlerini bir valize tıkıştırırken tek bir an tereddüt etmemiş bir adam gibi arkasını döner ve bahçeye kaçardı.

Merdivenlere doğru yaklaşmaya başladığında kalbi heyecanla çarptı, gözleri yaşamla parladı ve beyaz teni yavaşça kızardı. Sırlar, diye düşündü. Onları bir insanla paylaşmama gerek yok, boyalarım beni her zaman dinler. Ama bunun için önce ben onları dinlemeliyim.

Boyalarını dinlemeyi severdi.

Koridorun sonundan ufak bir tıkırtı geldiğinde korkuyla durdu ve kaskatı kesildi, gözlerindeki yaşam zarar görmemek için gölgeye kaçtı ve saklandı. Biraz önce tatlı tatlı hızlanan yüreği şimdi zıvanadan çıkmıştı, öyle ki havanın ne kadar soğuk olduğunu dahi unuttu bir anlığına. Bekledi, bekledi, bekledi. Ancak başka bir ses gelmeyince kimsenin uyanmadığından emin olup rahatlayabildi. Böylece tekrar yürümeye başladı, parmak uçları baskı yüzünden kızarmıştı ama o an bunun acısını önemsemedi. Bir an önce bodrum katına inip kapıyı arkasından kapatmak ve kilitlemek istiyordu. Şafağın sökmesine az kalmıştı ama buna rağmen hava oldukça karanlıktı. Saat gece yarısını geçeli çok oluyordu.

Tamamen kendine ve sırlara takılı kalmış zihniyle, göğsüne bastırdığı arkadaşlarıyla yürümeyi sürdürürken birden başka bir ses duydu. Yine adımlarını yarıda kesecek ve kalbini korkuya bulayacak ancak gözlerindeki yaşamı kaçıracak değil, yalnızca orada bir çiçek solduracak türden bir sesti bu. Aşinaydı, biliyordu.

Annesi bir keresinde alıştığı şeylerin yavaş yavaş acısını azaltacağını söylemişti, babasıysa hiçbir zaman acısının geçmesi için alışmayı bekleyecek kadar aciz biri olmayacağını. Babasına inanmıştı ama bu sesi her duyduğunda aklının içinde bir soru işareti beliriyordu. Öyleyse neden göğsündeki bu sıkışmanın azalması için alışmayı bekliyordu?

Hemen sağ tarafındaki kapalı kapıdan gelen, hasta birinin dudaklarının arasından fırlar gibi kısık sesler küçük bedeniyle, öylece kapının önünde donakalmasına sebep olmuştu. Siyah saçlarının ardındaki kuyulardan birinden çocuksu bir bencillikle kaplanmış nidalar yükseliyordu. Günlerdir hiç resim çizemiyordu ve bulabileceği tek fırsat buydu. Aşağı inmek ve yeni aldığı mavi boyasını kullanmak istiyordu. Kendi ufak yolu için kulaklarını tıkamak istiyordu.

Sevimliydi, kurnazdı, belki de genç bir adamdan daha akıllıydı, nadir gülümserdi ama gülümsediğinde kış ölümü değil bembeyaz bir kar örtüsünü canlandırırdı. Fakat dürüst olalım, çocuktu ve damarlarında kaynayan kanda bir yılanın zehri gibi ince ince sızan bir bencillik vardı. Onun şartlarındaki bir çocuk için o zehre tutunmak zor olmazdı çünkü dünya üzerinde bir avuç insanda olan özel bir yeteneği vardı.

Umursamaz olabilirdi.

Annesi, onun adımlarını bu yüzden ayrı bir severdi. Çünkü zorunluluktan değil tercihten gelirdi.

Bu yüzden birkaç saniye sessizce durdu, kaybetme korkusunun yönettiği parmakları daha güçlü bir korku yüzünden gevşedi ve mavileri karanlığın ortasında sönmeye başladı. Battaniyenin altından gelen boğuk hıçkırık seslerinden birini daha duydu, ardından birini daha ve birini daha. O pek ağlayan bir çocuk değildi, daha doğrusu sesli ağlayan. Bu yüzden hıçkırık sesinin tam olarak neye benzediğini bilmiyordu ama kardeşler benzerdi ve ortadaki benzerliği görebiliyordu. Onun adım seslerine sinen şey, kapının ardından gelen hıçkırık seslerine de sinmişti.

Adı korkuydu.

Yönünü yavaşça kapıya döndü ancak iki eli de tıka basa doluydu. Kapıyı çalamazdı çünkü ses çıkardı, sessizce açmak ve bunun için elindekileri bir yere bırakmak zorundaydı. Odasına gidip boyalarını bıraktıktan sonra geri gelebilirdi ama çok ses çıkarsa ne olacaktı? Çaresizce etrafına baktı ama boyalarını bırakabileceği bir yer bulamadı. Bu yüzden sabah olduğunda kopacak kıyameti bile bile boyalarını sessizce, bir yuvarlak halinde Nevin'in kapı eşiğine bıraktı. Tekrar doğrulduğunda ve gözleri gibi mavi olan yeni boyasına baktığında çok üzülmüştü çünkü onu bir daha göremeyeceğini biliyordu.

Gözlerini kaçırarak kapıya çevirdikten sonra elini kapı koluna attı ve onu olabildiğince sessiz bir şekilde aşağı indirdi. O kadar sessizdi ki hiç fark edilmemişti. Çok geçmeden kapı aralandı ve itildi ancak hemen içeri girmek yerine dışarıda bekledi. Tahmin ettiği gibi yatağın her yeri battaniyeyle saklanmıştı ve içinde küçük bir böcek gibi kımıldanıp duran bir hareketlilik vardı, duyduğu içli hıçkırıklar da cabasıydı.

"Nevin?"

Mırıldanmadı, fısıldamadı, korkarak konuşmadı. Çünkü biliyordu, o kardeşine seslendiğinde hiçbir canavar onları duyamazdı.

Battaniyenin altından gelen ağlama sesleri aniden kesildi ve hareketlilik durdu. Küçük kardeşinin uyuma taklidi yaptığını fark edince yavaşça içeri adımlayarak kapıyı arkasından sessizce kapattı. Bunu yapmasıyla beraber rahat bir nefes almıştı, şimdi kimse onları rahatsız edemezdi. Burada beraber kalabilirlerdi, sonsuza dek. Kardeşi her zaman son kalan keki abisi yediği için ağlayarak onu sıkacaktı, biliyordu ama yine de onunla kalırdı. Onun için annesi bir ağaçtı ve Nevin her gözyaşı döktüğünde o ağacın bir çiçeği solup dökülüyordu.

Kapının ilerisinde, boş kalmış elleriyle dikilmeye devam ettiğinde onun hâlâ uyuma taklidi yaparak kendisi kandırabileceğini fark ettiğinde ukala bir tavırla gözlerini devirdi.

"Neden ağlıyorsun sabahın köründe?"

Karşılığında sessiz ancak derin bir iç çekiş aldığında, siyahtan maviye ilerleyen havanın aydınlatamadığı odanın köşesindeki yatağa baktı sessizce. Ardından küçük sayılabilecek bedeniyle oraya ilerledi ve battaniyeyi yavaşça, sanki altında bir ruh varmış ve battaniye derisiymiş gibi incitmekten çekinerek aşağı indirdi.

İşte oradaydı. Birbirine girmiş kahverengi, yamuk kesilmiş kâkülleri, küçük yüzünde büyük görünen, tıpkı annesi ve kendi gözleri gibi badem kahveleri. Sırtı duvara yaslıydı. Cenin pozisyonunu almış küçük bedeni ve ıslak yüzü açığa çıktığında bir kez daha küçük burnunu çekti ve kendine daha çok dolandı.

Kendine sarılmıyordu, kendine dolanıyordu.

Gökdeniz elini yavaşça kaldırıp onun başına götürdü, yüzünün önüne gelen ince telli saçlarını toparlayıp geriye doğru itti ama kâkülleri yine de öne doğru düşmüştü. Kardeşinin ağlamaktan ve battaniyenin altındaki sıcaktan kızarmış yüzüne bakarken aklında aynı anda onlarca ihtimal dolandı, hepsine kancasını bağladı.

Yine okulda biri ona çelme takmış olabilirdi, öyleyse yarın sabah yanından hiç ayrılmamalı ve bunu yapanı bulup ödünü patlatmalıydı. Son kalan keki onun yerine yediği için üzülmüş olabilirdi, annesinden yeni kekler isteme vakti gelmişti. Yeni mavi boyasını kıskanmış olabilirdi, o boyaya tekrar kavuştuğunda onu çizerek mutlu edebilirdi, tabii aylar sonra... Hiç arkadaşı olmadığı için mi ağlıyordu yine? Öyleyse arkadaşı o olurdu.

Ve son ihtimal... Son ihtimali düşünmek istemedi. Çünkü elinden hiçbir şeyin gelmeyeceği tek ihtimaldi.

Kardeşi cenin pozisyonuna daha da kıvrılırken battaniyeyi iyice açtı ve onun yanına tırmanarak yastığına yattı. Nevin kocaman olmuştu ama hâlâ bebekken olduğu gibi kokuyordu, bu yüzden onu koklamak çok hoşuna gidiyordu. Kardeşi ufacık bedeniyle kıpırdanıp arkasına döndü ve yüzünü duvara çevirdi. Artık ağlamıyordu ama yine de çok mutsuz görünüyordu.

"Son kalan keki yediğim için mi ağlıyorsun?"

Kardeşi sessiz kaldığında sıkıntıyla bir nefes verdi ve bakışlarını tavana dikerek bir milyon kez yaptığı açıklamayı tekrar yapmaya koyuldu:

"Annem onları her hafta pişiriyor zaten, neden her bittiğinde bir daha gelmeyeceklermiş gibi ağlıyorsun? Hepsini sen yemek istiyorsun ama ben de yemek istiyorum." Ardından kardeşinin küçük eline uzandı ve elini kendi karnının ortasına, midesinin olduğunu düşündüğü yere koydu. "Bak, benim de midem var. Abilerin de midesi olur."

Nevin bir kez daha iç çekerek elini yavaşça çekti ve duvar köşesine kıvrılarak ondan uzaklaştı. Gökdeniz bunun üzerine bir süre sessizce onun yastığa dağılan kısa saçlarına ve mavi pijamalarına baktı. Anneleri Gökdeniz'e mavi pijama aldığı için Nevin de onu istemişti ve Gökdeniz bundan hiç hoşlanmasa da pijamaları neredeyse aynıydı.

Kız kardeşi sessizce duvarı izlerken içinde anlaşılmayı bekleyen bir taraf vardı ama tek kelime ses etmiyordu. Yalnızca uzanıyor ve uyumayı reddederek bekliyordu. Gökdeniz düşündü, düşündü, düşündü ve ardından zihninde şimşek gibi bir sıcak hatıra çıktı. Yüz ifadesi gevşerken "tabii ya..." diye geçirdi içinden. İçinde engel olamadığı bir öfke bulutu belirse de yağmurun yönü kalbine dönük değildi.

"Yine mi o aptal serçe için ağlıyorsun?"

Ve kız kardeşi tekrar, hıçkırarak ağlamaya başladı.

Gökdeniz hiç şaşırmadı ama ellerini alnına yerleştirip bıkkınlıkla başını geriye attı. Bir süre kardeşinin gittikçe yükselen ağlama sesini dinledi, şimdi biraz önceki gibi ürkek ağlamıyordu.

"Onu tanımıyordun bile!"

Kız kardeşi itiraz dolu bir nida çıkarmaya çalıştı ama dolu dolu hıçkırıklarla taşan boğazı buna engel oldu. Zaten Nevin'e hep boynundakiler engel olmuştu.

Küçük çocuk çaresizlikle siyah saçlarını çekiştirdikten birkaç saniye sonra, bedenini onun sırtına doğru döndürdü ve "Nevin," diye sakince seslendi ona. "Neden boş yere ağlıyorsun? O şimdi çok mutlu."

Nevin'in ağlaması usul usul azalırken iç çekişleri odada yankı yapmaya devam etti ve sessizleşti. Gökdeniz küçük parmaklarını onun saçlarına atıp annesinden gördüğü gibi okşamaya çalıştı. "Çok güzel bir yere gitti."

Nevin bir kez daha iç çektiğinde Gökdeniz doğru yolda olduğunu anlamış gibi rahatlamıştı, bir masal anlatır gibi mırıldandı: "Serçeler Cenneti'ne."

Kız burnunu çekti. "Cennet ne demek?"

"Ben nereden bileyim?"

Nevin bir kez daha ağlamaya başladı.

Gökdeniz hızlıca doğrulurken, "Tamam tamam." diye mırıldandı ve ona biraz daha yaklaştı. "İşte böyle... Kekler falan var."

"Kuşlar kek yemez ki..."

"Sen yiyorsun işte." diye homurdandı Gökdeniz. Bunu ince bir sesle yapınca komik olmuştu. Nevin hafifçe kıpırdandı.

"Ben kuş muyum?"

"Kuş gibi ötüp duruyorsun, hiç susmuyorsun."

Dudaklarını büzerek hafifçe kıpırdandıktan sonra önce tavana, ardından abisine doğru döndü. Hâlâ sessiz sessiz ağlıyordu, Gökdeniz şişmiş gözlerini görmeyi sevmemişti.

"Serçeler Cenneti'nde başka ne var?" diye boğuk bir sesle sorduğunda ellerini yanağının altına koymuştu.

"İşte..." diyerek gözlerini kaçırdı ve bir anlığına düşündü. "Başka kuşlar var."

Nevin'in gözleri irileşti. "Arkadaş gibi mi?"

Gökdeniz başını aşağı yukarı salladı. "Arkadaş gibi. Hep beraber uçup oyun oynuyorlar, hatta seni de görüyorlar. Serçe seninle dalga geçiyor o bu kadar mutluyken böyle sümüklü olduğun için."

Nevin, serçe onunla dalga geçtiği için üzüldü ama bir şey söylemedi. Bir yandan abisinin şaka yaptığını biliyordu çünkü eğer serçe gerçekten onunla dalga geçseydi abisi bunu ona söylemezdi, onun yerine serçeyi korkutur ve uzaklara, çok uzaklara kaçırırdı.

Gün ağır ağır ağarırken ve şafak bir çorap gibi sökülmeye hazırlanırken, ikisi de ellerini yanaklarının altına yerleştirmiş bir vaziyette birbirlerini izlediler. Gökdeniz onun annesine benzeyen yüzüne baktı, Nevin ise onun gökyüzüne benzeyen gözlerine. Hâlâ sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu.

Küçük burnunu bıkmadan bir kez daha içine çekti, ardından ince bileğini havalandırarak elini usulca abisinin yüzüne yerleştirdi. Onun, kendi teni gibi beyaz olan yanağına yerleşen parmakları, yolda bulduğu ve ilk defa karşılaştığı bir ağaca dokunur gibi ilgiliydi. Fakat arada bir fark vardı, bu onu ürkütmemişti. Çiçeğe dokunduğunda bile çekinirdi, kelebek gördüğünde koşa koşa kaçardı, yağmura hep uzaktan bakardı ve aynayı hep perdelerin arkasından izlerdi ancak şimdi hiç hissetmediği kadar rahat hissediyordu.

Onu gıdıklayıp durmasına ve canı sıkılınca baş aşağı sallamasına ve kekleri yemesine rağmen abisini en çok bu yüzden seviyordu. Sevmek güvenilirmiş gibi hissettiriyordu onu sevmek, gülümsemek gibiydi yanakları ağrımadan. Sıcak bir süt içiyordu sanki ama dilini yakmıyor, içini ısıtıyordu. Karanlıkta bile görebiliyordu onun mavi gözlerini, gece olduğunda bile maviydi gökyüzü. Cennet böyle bir şey miydi? Öyleyse birileriyle dalga geçebilecek kadar cesur bir çocuk olduğunda, o kendini beğenmiş serçeyle alay etmeliydi çünkü Nevin'in cenneti çok daha güzeldi.

"Senin gözlerin gökyüzü gibi, çok güzel." diye hayranlıkla konuştuktan sonra, bu ona başka bir şey fark ettirmiş gibi soldu aniden yüzü. Gözlerini kaçırdı, dudağı büzüldü.

"Benim gözlerim hiç güzel değil, toprağa benziyor."

Gökdeniz, ona sırlar fısıldayan duvarlara bakar gibi baktı Nevin'in annesininkilerle aynı kahverengi gözlerine. "Ne güzel işte."

"Neresi güzelmiş? Toprak çok çirkin, hep ölenleri alıyor." Bir kez daha iç çekti. "O serçeyi de aldı."

"Sen güzel olduğun için toprağı da güzelleştirirsin."

Nevin'in gözleri şaşkınlıkla irileşti, incecik kaşları havalandı. Hayretle abisine bakarken neden şaşırdığını o da bilmiyordu, aslında çok da hayret edilecek bir şey yoktu ki. Abisi hep ona sümüklü derdi, bazen çok konuştuğunu söylerdi, utanıp kızardığında kocaman kahkahalar atardı ama ona hiç çirkin demezdi. Pek anlayamamıştı, toprağı nasıl güzelleştirebilirdi? Yine de abisinin haklı olduğuna inandı. İnanmayı seçmedi, inandı. Abisiyle arasındaki en büyük fark buydu belki de, Nevin'in yol tercihleri hiçbir zaman tercihten doğmazdı.

Sınıfındaki çocukların zayıf olduğu için onunla dalga geçtikleri anları düşündü, ardından bunun bir öneminin kalmadığını hissetti çünkü abisi güzel olduğunu söylemişti. Bu yüzden aniden, gecenin kör karanlığında kayan bir yıldız gibi, sıcacık gülümsedi.

Ve hiçbir zaman, bir adamın hayatı boyunca hiç düşünmeden, tüm saflığıyla güzel olduğunu söyleyebildiği tek kız olacağını bilemedi.

Gökdeniz kalbinde, onu aydınlatmaktan ziyade yakmaya başlayan o mumun söndüğünü hissetti ve rahatladı. Ardından, "Seninle bir oyun oynayalım." diye fısıldadı o gece, sabahın köründe.

Nevin kaşlarını kaldırarak elini yavaşça onun yüzünden ayırdı. Oyunlardan hoşlanmazdı. Yakalamaca oynadıklarında en yavaş o olduğu için hep yakalanıyordu, saklambaçta saklanması gerekirken paniğe kapıldığı için hemen sobeleniyordu. Oyunlar onun için panik ve korku dolu devasa bir çandan ibaretti, zaten hiç arkadaşı da yoktu.

Bazen bahçe merdivenlerinde tek başına otururken abisi gelir ve onu boya karıştırma oyunu oynamaya götürürdü, Nevin tüm boyaları yanlış miktarda karıştırırdı ama Gökdeniz yine de o renklerle resimler çizerdi. Bittiğinde de o kâğıtları Nevin'e verirdi. Nevin onları asmak yerine odasındaki en gizli köşeye saklardı çünkü bir başkasının görmesini istemiyordu. Yerlerini abisine bile söylememişti ve sakladıklarının hiçbir zaman eline geçmeyeceğini sanıyordu.

"Boya karıştırmaca mı oynayacağız?" diye sorarak kapıya kaçamak, korkulu bir bakış attı. "Babam görürse sana çok kızar. Ya yine sana tokat ata-"

"O değil." diyerek aniden onun sözünü kesti Gökdeniz. Bir deniz kadar yumuşak bakışlarına nazaran sesi duvarlar kadar keskindi. "Başka bir oyun."

"Nasıl bir oyun?" diyerek bir kez daha burnunu çekti Nevin. Hâlâ ağladığının farkında değildi. Gökdeniz gözlerini kaçırıp odanın duvarlarında gezdirdi ve bir süre düşündü.

"Bazı kuralları var."

"Kural mı?" diye sordu Nevin, ardından huzursuzca kaşları çatıldı. Babasından öğrendiği kelimeleri abisinden duymaktan hoşlanmazdı.

"Evet... Üç tane kuralı var." deyip hafifçe doğruldu ve gözlerini kararlı bir şekilde kardeşinin gözlerine dikti, taviz göstermeyeceğini söyler gibiydi. İşaret parmağını kaldırdı. "Bir, ağlamak yasak."

Nevin'in ağzı ve gözleri kocaman açıldı.

"İkincisi, yalan söylemek yasak. Üçüncüsü, sorgulamak yasak."

"Sorgulamak ne demek?"

"Bu yaptığın şey."

"Bu ne demek?"

Nevin, abisinin neden onu baş aşağı sallandırmadan iki saniye önceki gibi baktığını anlamaya çalıştı. Gökdeniz ise en sonunda pes edip bıkkın bir nefes verdi ve başını iki yana salladı. Nevin hafifçe dönerken artık yatağına iyice yayılmıştı. "Hem, sen bu oyunu nereden öğrendin bakalım?" derken tıpkı annesi gibi şüpheyle gözlerini kıstı, kâkülleri uzun kirpiklerine dokunuyordu. Gökdeniz de tıpkı babası gibi kaşlarını çattı.

"Ben buldum. Yüzde yüz Gökdeniz Rüzgâr icadı."

"Adı neymiş o zaman?"

"Sabahın körü."

Nevin elini ağzına bastırıp kıkırdadı. Bu isim ona çok tuhaf gelmişti. Gökdeniz kaşlarını biraz daha çatarak korkutur gibi yüzünü onun yüzüne yaklaştırdığında daha çok kıkırdadı.

"Gidiyorum bak."

Aniden gülmeyi kesip abisinin koluna yapıştı ve "Tamam tamam." deyip kendine çekti onu. "Nasıl oynanıyor?"

"Oyunu başlatan bir kelime söyleyecek, öbürü de o kelimeyi duyunca aklına gelen ilk şeyi söyleyecek."

"E bu çok basit bir oyun! Ayrıca herkes böyle bir oyun bulabilir..."

Gökdeniz bir kez daha kaşlarını çattı. "Herkes benim kurallarımı koyamaz ama."

Nevin, "Kural ne demek? Babam da söylüyor hiçbir şey anlamıyorum..." diyerek iç çektiğinde Gökdeniz onun burnunu ısırdı. Bunun üzerine Nevin şaşkınlıkla çırpınarak onu itecekti ki buna gerek kalmadan Gökdeniz geri çekilmişti zaten.

"Ayrıca çok zor bir oyun, aklına gelen ilk şeyi söylemek zorundasın." dedikten sonra gözlerini, kardeşinin kahvelerine dikti ve "Yalan söylemek yok, yalan söylersen anlarım." dedi. Nevin tırsarak yastığına sindiğinde gülerek işaret parmağını kaldırdı ve kız kardeşine doğru uzattı.

"Oyunu başlatmak için parmağını benimkine bastır."

"Neden ben başlatıyormuşum?"

"Ağlayan sen olduğun için sen başlatmak zorundasın."

Nevin oflaya puflaya işaret parmağını kaldırıp abisinin parmağına bastırdı. O günden sonra defalarca şafak sökmeden, odasında hüngür hüngür ağladı ve yine o günden sonra defalarca Gökdeniz, sabahın köründe, evde bir hayalet gibi dolaşırken kız kardeşinin kapısına kulağını dayamayı kendine hatırlattı. Çünkü her geçen yıl Nevin'in altına saklandığı battaniye daha da kalınlaşıyordu, ses daha az duyuluyordu. Kapısı defalarca çalınmadan açıldı Nevin'in, her seferinde o kalın battaniye kenara çekildi, abisinin göğsüne yattı mı bilinmezdi ancak işaret parmakları her seferinde birbirine değerdi.

Nevin ona boş boş baktığında Gökdeniz, "Bir kelime söylesene..." diye homurdandı.

"Hım... Kek!"

Gökdeniz gözlerini devirerek yastığa yaslandı ama bozmadı. "Annem," diye hızlıca cevapladı Nevin'i.

"Çiçek."

"Bahar."

"Kırmızı."

Gökdeniz sorarcasına dudaklarını aralayacaktı ki üçüncü kuralı hatırlayıp sustu. "Gül," diye mırıldandığında Nevin'in gözleri hafifçe parladı, nedenini anlayamadı.

"Okul."

Gökdeniz bir anlığına duraksadı çünkü bu kelimenin direkt çağrıştırdığı şey kelimeler değil, hislerdi. Mide bulantısı gibi. Bu yüzden, "mide." dedi.

Nevin aklına gelen şeyle huysuzca burnunu kırıştırdı. "Yeşil ve adını unuttuğum tuhaf şey." dediğinde Gökdeniz hafifçe güldü.

"Mutfak."

"Masa."

Ve Gökdeniz o an, ilk kez duraksadı. Tavanda takılı kalan gözleri büyüdü, büyüdü, büyüdü, bir denizin dibine battı da kucağında iskeletlerle çıktığını sandı. Saniyeler uzadığında Nevin kaşlarını kaldırdı. "Aklına gelen ilk şeyi söylemek zorundasın," diyerek koyduğu kuralı abisine hatırlattığında Gökdeniz hafifçe yutkundu. Neden boğazı ağrımaya başlamıştı? Ihlamur içmesi gerekiyordu. Cevap verene kadar binbir şehrin haritasını dolaştı zihninde, hiçbirine kestiği bilet onu uzaklara taşıyamadı, kökleri hâlâ buraya bağlıydı.

Ve kelimeyi söylediğinde, bu sefer kardeşi duraksadı.

"Babam."

Odaya tuhaf bir sessizlik çöktü, bir sır, belki giz, farkındalık. O gece tarihe geçmeliydi iki çocuğun bakışları çünkü hiçbir yetişkin birbirini bu denli saf anlayamazdı. Nevin sustu, yutkundu, onun da boğazı ağrıdı ama o bunun ıhlamurla geçmeyeceğini bilecek kadar çok ağlamıştı. Belki de bu yüzden, fısıldadı:

"Gözyaşı."

Gökdeniz yüzünü ona doğru çevirdi, kardeşinin ıslak yüzüne baktı. Artık ağlamayı bırakmıştı ama koyduğu ilk kural olmasa kirpiklerinin bir kez daha ıslanacağını biliyordu. O an kalbinde, çok derinlerde bir ateş hissetti. Saniyelik yanıp sönen bir çakmak gibiydi, sessiz bir kıvılcımdı ancak güçlüydü, yakıcıydı, iz bırakırdı. Bırakmıştı. Öyle ki genç bir adam olduğunda ve o kıvılcım devasa bir yangına kavuştuğunda, nereden nereye geldiğini hatırlayacaktı. Yavaşlayan oyuna rağmen birbirlerini uyarmadılar çünkü ikisinin de aklına gelen başka kelimeler yoktu, hisler ağırlaşınca harfler kanatlanıyor ya da gömülüyordu.

"Yağmur." dediğinde kız kardeşi, gökyüzünde gördüğü boyaları hatırladı ve gülümsedi. Gökyüzü gizlice abisinin tablolarını çalmıştı.

"Gökkuşağı."

O günden sonra Gökdeniz'in zihnindeki yağan ve yağmayan yağmurlar binlerce farklı anlamla tanıştı, metaforlar birbirine karıştı. Fakat şehrin ortasında, pusların arasında biri kendini astıktan sonra bile, kafasının içindeki bu an hep tertemiz kaldı.

Yağmur dediklerinde kalbi kıyamet diyecekti, gözleri açlık, dudakları faydasızlık, alışkanlıkları ise şemsiyeler... Fakat kardeşi hep kafasının içindeki o köşede, tavana bakan ışıl ışıl gözler ve dudaklarında bir gülümsemeyle bu cevabı veriyor olacaktı: gökkuşağı.

Cevaplar ağır ağır sıralandı, kelimeler birbirlerinin elinden tuttu ve hava maviye karışırken Nevin ağır ağır kapanan gözleriyle beraber kıpırdandı, arkasına döndü. Aslında kapısının arkasında olduğunu hissettiği canavardan korktuğu için geceleri yüzünü duvara dönerek yatamazdı ama şimdi abisi arkasındaydı ve onu koruyabilirdi. Hem o en çok duvara dönerek uyumayı severdi.

Gökdeniz yatağa sırtını dayamış, yüzü uykuya dalmak üzere olan kardeşinin saçlarına çevrili bir vaziyette uzanıyordu. Onun koyu kumral saçlarını izlerken kalbinde bir sırrın sancısını hissetti.

Nevin, diye geçirdi içinden. Sana hiç söylemedim ama sen de benim arkadaşımsın.

Küçük çocuğun tavana dönen mavi gözleri ağırlaşırken ve uykuya kendini, ileride birbirlerini özleyeceklerini bilir gibi bırakmaya hazırlanırken, ninni gibi uykulu bir ses duydu:

"Abi?"

Cevap vermeyebilirdi, uyuyabilirdi, duymamayı seçebilirdi. Yapmadı, hiçbir zaman yapmazdı, yapmayacaktı. Bunun için kendine bir söz vermedi çünkü bu bir yemindi.

"Hım?"

Ölümün yaşamın koynuna yatıp saçlarını acıya ördürdüğü bir gece, kalbindeki serçelerin gözyaşlarını umut sandı ve fısıldadı:

"Kelebekler için de bir cennet var mı?"

🦋

Büyürken durup arkana bakmanı söylerlerdi, oysa büyümek arkana baktığında hiçbir şey görememekti.

Yıllar geçerdi, yaş alırdın, insanları alır ve çiçekleri koparırdın. İnsanlar giderdi ve yine çiçekleri koparırdın. Gece tek başına kaldığında ve karanlığın içinde tavana baktığındaysa o çiçeklere ağlardın.

Bizi biz yapan neydi bilmiyordum, hiçbir zaman buna verilecek net bir cevabım yoktu ama merdivenimin basamaklarında her birinde bir parça veda olduğunu biliyordum. İlki mikrofonuma çarpmıştı, bir sonraki gökyüzümden kuşlarımı çalmıştı. Gözlerimdeki yıldızlar, sesimdeki canlılık, iki günde bir kesilen elektrikler sayesinde korkmak yerine arkadaş olmayı öğrendiğim duvar gölgeleri...

Hepsi birer birer sallamıştı yüzüme avuç içlerini ve benim elvedalarım hep yalnız kaldığımda infilak etmişti. Her şey bittiğinde, aynaya baktığımda benimle kalan tek bir şey vardı. Saçlarımın dalgaları sönmüştü belki ama rengi hâlâ aynıydı. Vedaların bana bıraktıkları tek şey, vedaların başıydı. Hâl böyle olduğunda onu sahiplenmek bana tek kalandı.

Özlediğim çok insan vardı ama beni asıl yakan onların artık olmadığı ve bir daha asla olmayacağıydı. Bazıları yaşarken gömülürdü toprağa, bir başka hayatta yeniden doğarlardı ama benim yaşamımda bir mezar kazanırlardı.

Bahsettiğim ölüm değildi.

Ellerim bana bol gelen bir hırkanın ceplerinde, tir tir titrerken düşündüğüm ikinci şey buydu. İlki titrememin soğuktan başka asıl sebebiydi. Rüzgâr ıslak yüzüme çarpıp düzleştirdiğim saçlarımı uçuştururken, dileklerimden biri bir an önce sıcak bir yere girmekti ama onların üşüdüğünü bilirken bunu yapmak ne kadar içime sinecekti?

Gökdeniz'in mavi tilkileri benim zihnime atlamış gibi bir huzursuzluk vardı içimde, binlerce soru işareti vardı ama hepsi o kadar kanlıydı ki sorgulamak bir yana bakmaya bile cesaretim yoktu. Gözlerimi kaçırıp dursam da eninde sonunda bir el çenemden kavrıyor ve yüzümü zorla o kanlı işaretlere çeviriyordu. O elin sahibi bazen kader oluyordu bazen o, hangisi daha çok acıtıyordu bilmiyordum.

İkisi birbirinden farklı mıydı, onu da bilmiyordum.

Burnumu çekerek Atlantis'in neon ışıklarının altında bekleyerek öylece tabelaya bakmaya başladım. Çiseleyen yağmur aniden kesilip kaçmıştı ama bulutlar her zaman bulutları çağırırdı, benzer benzere sarılırdı. Bu akşam benim gözlerimdeki bulutların şehri terk etmeye niyeti yok gibiydi.

Bekledim, bekledim, Emre'nin beklediklerini düşündüm ve sonsuza dek beklemek zorunda olduğunu. Ne tuhaftı, ne kadar büyüktü yüreği... Ben kimseyi öyle bekleyemezdim, otogarda sabahladığım günlerde otobüsten inen her yabancı ayrı ayrı sıkardı kafama. Ben de en sonunda dayanamayıp kendim bir kurşun sürerdim namluya.

Fakat biraz önce gördüklerimden sonra, onun etrafımda olmayan mavileri şimdi bile kafatasımı delip geçiyor gibiydi ve belki de sözlerime dikkat etmeliydim.

Sanki yanıp sönen lacivert neonlar, dünyanın en önemli yüzüymüş gibi tir tir titreyerek gözlerimi ona dikmeyi sürdürdüm. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama böyle anlarda hiç olmadığım kadar anneme benziyordum ve hatıralarımda dolaşan tek şey onun boşluğa mıhlanmış gözleri oluyordu. Zaten anneme benzeyen tek özelliğim buydu, göz rengimiz farklı olmasına rağmen bazı anlarda öyle bir soyutlanırdı ki bakışlarımız, kendimizi bir başka dünyada sanırdık.

Ancak aramızda bir fark vardı, o da onun o zamanlar bir çocuğunun olmasıydı. Başka bir dünyada olduğunu düşünen yalnızca kendisi olmazdı, uzaklığını hisseden de. Anne olmak istemiyordum hatta bu yaşta bunu düşünmem bile saçmaydı ama ben kanımdan ya da değil, hiçbir çocuğa uzakta olduğumu hissettirmemek için elimden geleni yapacaktım. Bu genetiğime kazılı olsa bile savaşacaktım.

Islandığı için parlayan cadde tabeladan yansıyan lacivert ışıkları yansıtırken, hissetmiş gibi gözlerimi kaçırdım ve yüzümü soluma doğru çevirdim. Biraz önce hızlı adımlarla ilerlediğim yolda, birkaç metre geride şimdi Gökdeniz ve Emre vardı. Yan yana buraya doğru geliyorlardı, bir diyalog kurdukları ya da birbirlerine baktıkları yoktu. Uzaktan bakınca iki yabancı gibiydiler ama hayat artık onlara uzaktan bakmama izin vermiyordu.

Gökdeniz hiçbir şey yaşanmamış gibi sakindi, kış sinmişti sanki çehresine, sessiz ve biraz da soğuktu. Emre'yse kızaran burnunu çekiştirip duruyordu, elleri ördekli hırkasının cebindeydi. Ben iki film kahramanını izler gibi tüm dikkatimle onları izlerken aniden Gökdeniz'in önüne kilitlenmiş gözleri beni yakaladı ancak ifadesinde bir değişme olmadı. Ali ve ben arkalarından onları izlerken varlığımızı fark ettiğini sanmıyordum ama şimdi bu sarsılmış ifadem her şeyi açık ediyor olmalıydı. Çok daha önceden Ali'nin peşinden içeri girmeliydim.

Hızlıca bakışlarımı çekip barın kapısını ittim ve dışarı az çok sızan ses aniden arttı. LP-Muddy Waters çalarken yüksek ses rahatsız edicilikten uzaktı, hatta bu küçük sayılabilecek bar şimdi dopdoluyken insanların görüntüsüne çok güzel eşlik ediyordu. Kitlenin genelini gençler oluşturuyordu, muhtemelen çoğu üniversite öğrencisiydi.

Kenara dizili kırmızı koltuklar neredeyse tamamen doluydu, sandalyeler ise yarı yarıya. Buraya yeni kurulmuş sahnenin herkesin dikkatini çektiğini görebiliyordum, bu bana tuhaf hissettirip biraz da utandırırken içeri girdim ve kapı arkamdan kendiliğinden kapandı. Beyaz ve lacivert spot ışıklar birbirine karışmıştı. Bizimkiler kırmızı köşelerden birine yerleşmişti. Sibel bir kanepeye yaylanıp sıkılmış gibi telefonuna bakarken Ali ve Şevval tek koltuğa oturmuşlardı. Muhtemelen bizi bekliyorlardı.

İçerisinin daha sıcak olduğunu hissetmek vücudumu gevşetirken bu kadar ince bir şey giydiğim için kendime küfür ettim ve arkası alkollü içeceklerle dolu rafa doğru yöneldim. Boş sandalyelerden birini hafifçe çekip topuklular sayesinde kolayca oturdum. Dalgınca parlayan şişelere ve kadehlere bakarken aklıma Gökdeniz'in bana kaldırdığı kadeh geldi ve midem burkuldu.

Eşyalara dalıp gitmişken duyduğum afilli ıslık, dikkatimi dağıtıp beni hoplatırken başımı kaldırdım ve etrafa baktım. Çok geçmeden ıslığın sahibini vitrinin arkasındaki karanlıkta kalmış bir bölgede bulmuş ve kaşlarımı havalandırmıştım. Bu görüntü olmasa o denli yavşak bir ıslığın bir erkeğe ait olduğunu sanırdım ama karşımda genç bir kadın vardı. Yuvarlak sayılabilecek bir yüz, badem gözler, bordoya bulanmış dolgun dudaklar ve sırtına kadar uzanan kumral saçlar.

Bir de suratındaki Barış'ı aratmayan yavşak gülümseme.

"Yavrum hepsi senin mi ya?"

Ben şaşkınlıkla onun yüzünü ve birbirine bağladığı kolları izlerken çok geçmeden bana doğru bir adım atmış ve karanlıktan çıkmıştı. Üstündeki siyah, benimki kadar şık olmayan ama daha cüretkâr büstiyer ve altındaki deri, mini etek arkadaki ambiyansa ait olduğunu bas bas bağırırken tam karşıma geçmişti. Biraz önce söylediği şey aklıma geldiğinde gözlerimi kırpıştırdım ve "Ha?" diye alık bir tepki verdim.

Ellerini vitrinin üstünde birleştirdi, yüzü hafifçe bana doğru eğilirken, "Yavrum," diye tok ve sakin bir sesle tekrarladı. "Hepsi senin mi ya?"

İkinci bir ha dememek için kendimi zor tutarken koyu kahve gözleri hayatla ışıldıyor gibiydi. Beyaz bir teni olduğu için gerdanındaki damarların rengi belli oluyordu, Şevval kadar ufak tefekti ancak ayağındaki siyah çizmeler durumunu az da olsa toparlıyor gibiydi. Ayrıca öyle bir cilve vardı ki üzerinde uzun boy kriteri olan birinin zihnine bir tornavida gibi dalabilirdi. O kendi tarafındaki sandalyeye otururken (daha çok tırmanmıştı) bakışlarımı kaçırdım.

"Eee..." deyip kendimi geri çektim ve ensemi kaşımaya başladım. "Benden sana iş çıkmaz ya."

Yüksek sesle kahkaha atmaya başladığında dikkatim mecburen ona geri dönmüştü. Başını geriye ata ata güldükten sonra bir bacağını öbürünün üstüne attı ve cebindeki sigara paketini çıkarıp vitrinin üstüne bıraktı. Ben onun Gökdeniz'le aynı sigarayı içtiğini düşünürken o, "Bebeğim," deyip koyu kırmızı bir çakmak da eklemişti paketin yanında. Ardından bana neşeyle göz kırptı. "Ben işin kendisiyim."

Ona saf saf bakmayı sürdürürken manasızca eğlendiğimi hissetmiştim bu yüzden gülecek gibi oldum bir anlığına. Gözlerini aşağı indirip büstiyerimi dikkatle kadar süzerken, "Üstündeki güzelmiş." dedi ve kısık bir sesle ekledi:

"Üstün kadar olmasa da..."

Son söylediğini duymazdan gelerek başımı eğip büstiyerime baktım ve "Hediye." dedim. "Hiç hayal ettiğim gibi olmadı ama bende."

"Öyle deme, ne demiş atalarımız?" deyip dudaklarının arasına bir sigara yerleştirdi ve ruju sigarasına bulaşırken ucunu çakmakla tutuşturdu. Derin bir nefes çekip rahatlamayla gözlerini kapattığında kirpiklerinin ne kadar uzun olduğunu fark etmiştim. Abartılı bir görünümü olmasına rağmen ruju hariç bir makyaj yoktu yüzünde. Aldığı nefesi geri verdikten sonra bana baktı ve eğlenir bir tavırla kaşlarını kaldırdı.

"Small boobs, big heart."

Onun bu açıksözlülüğüne karşı afalladığımda tepki vermeme fırsat kalmadan barın kapısı açılmış ve önce Gökdeniz içeri girmişti. O etrafa bir şey arar gibi bakarak ilerlerken kapıyı tuttu ve Emre de arkasından girdi. Beklentiyle nefesimi tutmuşken Emre özlediği bir dizinin yeni sezonu gelmiş gibi etrafa baktı, ardından köşedeki sahneyi fark etti ve yüzündeki gülümseme dondu.

Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırırken Gökdeniz onun tepkisini pek umursamayıp kapıyı kapattığında Emre bir süre daha oraya inek gibi bakmış, ardından nihayet konuşmuştu:

"Bana sormadan barımıza kırmızı bir sahne mi yaptırdın?"

Ve Gökdeniz dümdüz bir sesle cevapladı: "Evet."

"Harika!"

Rahat bir nefes verdiğimde Emre heyecanla canlanmış, "Of ben burada Ankara'nın Bağları söylerim, herkesi coştururuz!" diye bağırıp sahneme doğru atılmıştı ki Gökdeniz onu kapüşonundan yakalayıp geriye çekti ve buraya doğru sürüklemeye başladı. "O senin sahnen değil."

Çocuksu bir tavırla, hayal kırıklığına uğramış Emre'ye dil çıkarmamak için kendimi zor tutarken Gökdeniz'in gözleri hınzır ifademi yakaladı ve hızlıca önüme döndüm. Düzleştirdiğim saçlarımı omzumun üstünde toplayıp uçlarıyla oynamaya başladığımda, açık kapıdan içeri gelen esinti çıplak sayılan sırtıma vurdu.

Karşımdaki yabancı kadının gözleri benim ardımdan onları bulurken, dudakları içtenlikle kıvrıldı ama hâlâ geceleri cebimizden çıkan fesat şeytanlara benziyordu. "Ne demek ben çıkamam sahneye ya? Ne demek ben çıkamam!"

Gökdeniz, Emre'yi soyguncuyu yakalayan polisler gibi tezgâha fırlattığında Emre ahladı. Emre kaşlarını çatarak kafasını kaldırdığında benimle göz göze geldi ancak karşısında bir yabancı varmış gibi gözlerini kaçırdı. Doğrulup ensesini ovaladı, homurdandı, etrafa göz attı ve sonra bir anda bir şey fark etmiş gibi dondu kaldı. Gözleri jet hızıyla bir kez daha bana döndüğünde kaşlarımı kaldırdım.

"Oha." diye hayretle konuşup beni hafifçe süzdü ancak bir kadından ziyade vitrindeki bebeğe bakıyor gibi saftı. "Bahar sen havuçtun... Ananas avakado gibi bir şey olmuşsun. Ne yaptılar kızım sana?!"

Sinir bozukluğuyla gülmeye başladım ve başımı omzuma doğru yatırıp kollarımı tezgâha yerleştirdim. "Ne güzel konuşuyorsun sen öyle Emre ya... Bak böyle tuhaf tuhaf kelimelerle olsa bile kendini ifade edebiliyor insan bir şekilde. Keşke herkes seni örnek alabilse. Değil mi?"

Sözlerime cevap olarak bir ceket omuzlarımın üstüne bindiğinde, burnuma dolan tanıdık koku olmasaydı bile kimin bıraktığını bilirdim. O, Emre'nin aksine sağ tarafıma yerleşip ellerini tezgâhın üstünde kenetlerken yüzümü ona doğru çevirdim. Aramızda tuhaf bir bakışma dönerken yapmacık bir şekilde gülümsedi. "Üşümüşsündür."

Karşılık olarak sandalyemde doğrulup omuzlarımı geriye doğru ittim ve ceket, sanki bunu bekliyormuş gibi önce sandalyeye, ardından yere düştü. Çıkan hafif ses şarkıya karışırken ben ondan daha gerçek bir şekilde gülümsedim. "İçerisi çok sıcak."

Hâlâ sevimsizce gülümsüyordu. "Daha sıcak olmadı." dediğinde yüz ifademdeki alaycılık dağılsa da bozuntuya vermedim. Gökdeniz eğilerek ceketini aldı ve hoşnutsuzca silkeledi.

"Kitabımdan sonra ceketimi de çöp edeceksin."

"Niye kızıyorsun? Alışık o yere düşmelere. Sahibi biraz heyecanlanınca bile nefesini tuttuğu için."

Geçen gece omuzlarına asmamdan birkaç saniye sonra, yalnızca nefesini verdiğinde bile ceketinin yeri boylamasına gönderme yapıp gözlerimi kaçırdığımda o bir süre daha bana bakmıştı, bense keyifle gülümsüyordum.

"Kız çok tatlı olmuşsun sen yine!" diye kulağımın dibinde bağıran Emre, beni irkiltirken çok geçmeden benimle değil karşımızda duran kızla konuştuğunu fark etmiştim. Artık yapmacık bir şekilde gülümseme sırası ona geçmişti. "Anandır tatlı."

Emre kahkaha atıp tezgâhın üstünden ona sarıldığında, o ani bir manevrayla Emre'ye doğru çekildi ve afallasa da gülerek karşılık verdi. Bunu yaparken yandan yandan Gökdeniz'e bakıyordu. Emre onun burnunu sıkıştırıp geri çekildiğinde hafifçe burnunu ovaladı ve hemen moduna geri döndü. Gülümseyerek, "Gökdenizci'm." dediğinde sol kaşımı kaldırdım. Gökdeniz ise sakince gözlerini ona çevirmekle yetinmişti.

"Bir içki hazırlayayım sana?"

"Hayır."

"Kalbimi hazırlayayım?"

"Hayır?"

Kız sırıttı. "Geriye hazırlayacak tek bir şey kalıyor."

"Devamını duymak istemiyorum."

Gökdeniz, bir fareyi kuyruğundan tutup atar gibi bir tavır gösterirken kız dirseklerini tezgâha yaslamış ve başını kaldırıp alttan alttan ona bakmaya başlamıştı. O kadar şaşkındım ki saçını nereden kavrayıp çekeceğimi şaşırmıştım. Birkaç saniye Gökdeniz'e dik dik, güya şirince baktı, ardından bana döndü ve göz kırptı.

"Ben Mine."

"Bizim Şeker kız Candy'miz." diye atıldı Emre ve Mine sinirleri bozulmuş gibi nefeslendi. "Ya sabır..."

"Ne ya? İltifat etmek de mi suç oldu?"

"Sus Tanrı aşkına!"

Gökdeniz bir anda asla nedenini anlayamadığım bir şekilde gülmeye başladığında, şaşkınca ona döndüm ama gülüşü ilerleyemeden bastırılmıştı. Mine'ye baktığında o da gülmeye başlamıştı ve aralarında anlayamadığım bir şeyler olmasından hiç hoşlanmamıştım.

"Ben de Bahar. Değil mi Gökdeniz?" diye aniden atılıp onun kolunu parmaklarımın arasına sıkıştırdığımda, yüzünde hâlâ gülüşünün eşsiz izleri vardı. Ona ters ters baktığımda sahtece boğazını temizledi.

"Adını hatırlayabilmen güzel. Çiçek, böcek, güneş..."

Mine sahte bir şaşkınlıkla aramıza girip, "Aaa, sen Emre'nin sevgilisi misin yoksa?" diye sorduğunda gözlerim kocaman irileşti, Emre yerinde sopa gibi doğrularak tövbe estağfurullah çekti. Evet, onlarca alkol şişesinin önünde bunu bağırarak yaptı. Gökdeniz, kaşlarını çatarak Mine'ye korkunç bir bakış attı.

"Ne saçmalıyorsun sen?" dediğinde Mine tırsıp yerine sinecek diye bekledim ama kendinden emince gülümsemeyi tercih etmişti. "Emre geldiğinden beri Bahar'ın güzelliğine bakıp ona iltifat ediyor ya, ondan dedim."

"Emre'yi klozetinde boğup camdan atarsam iltifat edecek dili bulamaz." deyip Emre'ye baktı ama o sırada Emre koşarak buradan uzaklaşıyordu. Ben ise kollarımı göğsümde birleştirip omuz silktim.

"Doğru söylüyor, ben olsam ben de öyle düşünürdüm." dediğimde Gökdeniz'in delici bakışları beni bulmuştu. Tır şoförüne baktığı gibi bakıyordu şu an... "En azından Emre konuşuyor."

Göz bebekleri derinleşip bir çift kuyuya dönüştüğünde, gözleri yüzüme öyle bakıyordu ki tenimi delip geçeceğini sandım. Ve inatla yüzümü ona çevirip gözlerimizi birleştirdiğimde ilk defa gördüm. Tam şu an, yapmak istedikleri ve kendine yapmayı mecbur gördüğü şeyler arasında binlerce uçurum vardı. Yüzü yüzüme eğildiğinde bir şey söyleyeceğinden çok emindim, hatta o da emindi.

Birkaç saniye öylece durup gözlerini gözlerime adeta sapladı, kalbimi yerinden hoplattı, ardından ceketini tezgâhın üstüne bırakıp arkasını döndü ve köşedeki koltuklara doğru yürümeye başladı. Arkasından hırsla kaşlarımı çatıp giymem umuduyla bıraktığı ceketi elimin tersiyle ittim ve yere düşürdüm.

Sesi duyduğunda durup omzunun üstünden baktığında tahammül eşiğinin sınırındaydı ama umrumda değildi. Geri dönüp hiçbir şey söylemeden ceketini aldığında dokunsam patlayacak bir trafoya benziyordu. Oysa ben onu patlatacak değil, tek bir bağlanışımla tüm paslanmış sistemini yeniden başlatacak olan kırmızı kabloydum.

Böylece kırmızı koltuklara doğru, arkadaşlarının yanına yürüdü ve bar tezgâhında ben ve Mine baş başa kaldık. Yüzümdeki öfkeyi gerçek yapan şey maskemi yapmak için çaldığım boyaların, fazlasıyla yetenekli bir ressamın bodrumundan fırlamış olmasındandı. Öyle ki kaşlarım biraz daha çatılı kalırsa aslında neye sinirli olduğumu unutacaktım, çok az kalmıştı.

Sinirliydim çünkü evden çıktığımızdan beri bir şey söyleyecek diye dudaklarına bakmama inat aptalca laf ebelikleri dışında hiçbir şey konuştuğu yoktu. Sinirliydim çünkü aptal bir kıyafeti aptalın tekini düşünerek giyecek kadar delirmiştim ve bundan bir çıkar yolum yoktu. Sinirliydim çünkü yıllar sonra ilk defa aynadaki bir görüntümü sevmek için bir başkasının övgülerine ihtiyaç duyduğumu hissediyordum ve bu bana iyi şeyler hatırlatmıyordu.

Ve sakindim çünkü ne olursa olsun Gökdeniz'in tırnağının bile o anılardaki açlık sebeplerimin yanında pırlanta gibi kaldığını biliyordum. Tüm korkularım kendime yönelikti, ondan yana hiçbir güvensizliğim yoktu. Belki de Sibel haklıydı, bunda yanlış bir şey yoktu, bu normal bir şeydi. Eğer bir çiçeği biri için ekerseniz elbet filizlendiğinde ilgi göstermesini beklerdiniz. Bu, tohumun kendini sevmediğini ya da toprağıyla barışık olmadığını göstermezdi. Ama Gökdeniz benimle ilgilenmemek için bir tırla ilgilenmişti ve ben artık öfkeli bir çiçektim.

Dirseklerimi tezgâha yaslayıp vitrinin arkasında kalan şişelere bakarken aniden üzerime bir yorgunluk çöktü. Bugün işin ilk günü olduğu için gerçekten yorulmuştum çünkü uzun zamandır eve kapalı bir vaziyette yaşıyordum. Gökdeniz'le konuşacağımızı düşünmek tüm günü içinde enerji olan çikolatalar gibi atlatmamı sağlamıştı ama şimdi elimde yine tutunabileceğim hiçbir şey kalmamış gibi hissediyordum. Yalnızca dakikalar önce avuç içlerimden tenimin altına sızan can kırıkları vardı, onlar kendilerine tutunmaya mecbur bırakıyordu.

Kafam o kadar karışıktı ki artık nereye döneceğimi şaşırıyordum. Kendi yaşantım, hislerim, ailem ve ailemden daha evde hissettiren insanlar... Nevin'in fotoğraf albümünde gördüğüm farklı yüzleri onlarca sanrı olup zihnimi kuşatıyor ve beni bir hayalet saldırısına maruz bırakıyordu. Oysa Nevin bana dadanacak bir hayalet olsaydı rahatsız etmemek için perdelerin arkasından bile çıkmazdı sanki. Onunla hiç tanışmamama rağmen ismi kalbi sıcacık yapıyor, yokluğu ise tüm bedenime buz kestiriyordu.

Ben onun hakkında sadece ismini bilirken Gökdeniz nasıl hissediyordu? Hep üşümeye alıştığı için mi en sevdiği mevsim kış olmuştu? Emre'nin göğsünde bir yara vardı, o yaranın içinde bir kızın ismi kazılıydı. Gökdeniz'de de aynı yara vardı ama onunki o kadar içerideydi ki kalbini kontrol etmek için elinizi göğsüne yerleştirmeden çıkıntısını hissetmeniz mümkün değildi.

Kaç yıl olmuştu? Gökdeniz her seferinde kendi yarası iyileşmemişken Emre'nin yarasını mı sırtlanıyordu? Emre inatçıydı, yarası kabuk tutmaya kalktığında bile zıvanadan çıkıp onu baştan kanatıyor ve her kurcalayışında biraz daha derinleştiriyordu. Gökdeniz ise yalnızca susuyordu, öylece duruyor ve hissediyordu. Sanki onun yarası Emre'ninki gibi müdahale gerektirmiyordu, onunla arasında sessiz bir iletişim vardı.

Yara geçmişten gelen bir intikamdı, tam göğsüne kurmuştu tahtını, onu kabul eden kendisiydi ve gıkını çıkarmayacaktı. O yarayı yıllar önce olmasa da daha sonra kovabilirdi, kendi sebeplerine sırtını yaslayarak yüzünü çevirebilir ve tekrar lise albümlerindeki gibi içten bir kahkaha atabilirdi. Belki annesini daha çok ziyaret ederdi, belki bana baktığında gördüğüm şey yapmak zorunda oldukları değil isteyip yaptıkları olurdu.

Yapabilirdi ama yapmamıştı. Gökdeniz o bıçak gelip tam kalbine dayandığında tahtını ona bırakmıştı. Onun yolları zorunluluktan değil tercihten gelirdi.

Belki de bu yüzden içim böyle paramparçaydı. Bedenimde dolaşan kandan farklı bir sıvı vardı artık, yakıyordu ama onunla savaşmak ve kovmak istemiyordum çünkü o sistemime sızdığında, bir çift mavi göz için atıyordu kalbim.

Onun aksine benim tüm yollarımı suratına tüküre tüküre ezberlediğim zorunluluklar getirmişti ama bir kez olsun Gökdeniz tercih eden değil, tercih edilen olsun istiyordum. Başıma sardığı bu zehir gibi, onu her yorgun gördüğümde beliren duyguya pençelerimi çıkarmak değil bağrıma basmak istiyordum.

Kalbine bir bıçak mı yaslamıştı? Öyleyse benim kalbime de onun kalbi yaslanabilirdi. Tüm hücrelerine acıdan bağırma yüzsüzlüğünü mü yasaklamıştı? Öyleyse aralarına karışır ve her birinin yerine bağırabilirdim. Nevin'in gözyaşları içinden akıp gitmesin diye kendi yükünü mü bırakamıyordu? Öyleyse...

"Ne içersin kırgın kuş?" diye bana seslenen Mine, kıpırdamadan ona bakmama sebep olurken bir sigara daha yaktığını görmüştüm. Aniden düşen yüzümü fark etmiş gibi bakıyordu. Kalbimde yakan bir sıcaklık hissettim ve omzumun üstünden ona bakmayı ya da kalkıp yanına gitmeyi reddettiğim her saniye o sıcaklık biraz daha tutuşup bana acı vermeye başladı.

Saç tellerimden parmak uçlarıma kadar onun etrafında olmaya ihtiyacım vardı ama korkularım vardı. Kalbini bıçağın ona yaslanması gibi kalbime yaslamak istemezse ne olacaktı? Bir şeytan gibi içine sızıp hücrelerine karıştığımda ve oradaki düzeni alt üst ettiğimde ne yapacaktı? Ben kendimi aptal bir peri masalında mı zannediyordum? Elbette düzeni bozulduğu için huzursuz olacaktı. Merhemler iyileştirirken kaşındırırdı ve ben Gökdeniz'in, Emre'nin aksine o yarayı nasıl herkesten deli gibi sakladığını artık anlıyordum.

Çünkü birilerinin merhem uzatacağını biliyordu.

Ve bir gün o merhemi kabul ederek Nevin'e ihanet etmekten, deli gibi korkuyordu.

"Lacivert bir şeyler var mı?" diye yorgunca sorduğumda kalın kaşları havalanmıştı. "Lacivert mi?"

"Hıhı." diye mırıldandım. "Gökdeniz'in sevdiği bir şeyler."

Bir yıldız gibi ışıldayarak gülümsedi, ardından oturduğu sandalyeden aşağı indi ve personele özel odaya yürürken konuşmaya devam etti: "Bende her zaman Gökdeniz'in sevdiği şeyler vardır, tatlım."

Arkasından, "Alkolsüz olsun." diye seslendim ancak nedense duyduğunu belirten bir onaylama sesi gelmemişti.

Koyu Antoloji'den bir şeyler çalmaya başladığında yanağımı bar tezgâhına yasladım ve içki şişelerinden yansıyan ışıklara karşı gözlerimi kıstım. Çok geçmeden Mine, kaçıp gittiği personel odasından dönmüş ve tezgâhta durup içeceği hazırlamaya başlamıştı. Yüzünde saf bir şeyler vardı. Çocukken hayalini kurduğumuz kusursuz özgürlük senaryolarına benziyordu. Bir masal kahramanı gibiydi. Yaslandığım yerden onu izlediğimi fark ettiğinde bana yan bir bakış atıp gülümsedi. Bakışlarını tekrar kaçırıp işine döndükten sonra, "Sen Gökdeniz'i nereden buldun?" diye bir anda sordu.

Bir süre sorusunu ciddi ciddi düşündüm, ardından kaşlarımı kaldırdım. "Asıl sen nereden buldun?"

"O beni buldu."

"Gerçekten mi?"

"Bilmiyorum. Ama böyle düşünmek güvende hissettiriyor." dedikten sonra süslü bardağı ve içindeki lacivert tonlarındaki kokteyli önüme itti. Yerimden doğrulmadan onun bir bardak daha hazırlayışını izledim, bu sefer gözleri köşedeki kırmızı koltuklarda oturan bizimkilere kaymıştı. "Onlar neyin oluyor?"

"Biz beraber yaşıyoruz."

"Arkadaş gibi mi?"

Duraksadım. "Yani... Öyledir sanırım."

Sandalyesine yerleşip dirseklerini tezgâha yasladığında hafifçe gülümsedi. "Tüh." dediğinde ona boş boş baktım ama neyden bahsettiğini anlıyordum. Hafifçe doğrulup başımı kaldırırken saçlarımı düzelttim.

"Tüh gibi hissettirmiyor."

"İnsanlar her koşulda hayal kırıklığıdır." deyip içkisinden bir yudum aldığında gözlerinde o masalsı ışıltı belirmişti yine. "İlişkiler de öyle. Çünkü kayıplarla doludur. On anıdan dokuzu üzücü olduğu için zamanı geldiğinde ağlatır, kalan bir tanesi de güzel olduğu için ağlatır."

"Sen de fotoğraf çekme o zaman."

"Fil hafızan olunca kameralara pek gerek kalmıyor." diyerek bana bir sır verir gibi, hafifçe yaklaştı ve o masalsı ışıltı yalnızca bir saniyeliğine yok oldu. "Rüyalarımda yıllar önce yaşananlarla konuşuyorum," dediğinde sol kaşımı kaldırdım.

"Ee, ne olmuş?"

Kaşlarını kaldırdı. "Ne mi olmuş? Büyükanneler gibiyim."

"Herkes rüyalarında geçmişle konuşur."

"Ben savaşıyorum da ama."

"Yok sen veda ediyorsun muhtemelen." diyerek hazırladığı içkiden küçük bir yudum aldım ve ağır geldiği için yüzümü ekşittim. Yine de içimdeki konuşma isteğini köreltememişti bu.

"Şimdi geçmiş kafanın içinde ya." dediğimde dikkatle bana bakıyordu. "Kafanın içindeki iyi kötü hiçbir şey unutulmak istemez. Bu devasa bir genelleme aslında. Hasta olduğunda acı çekersin çünkü hücrelerin acı içinde olduklarını unutmana izin vermez. Oysa rutin kontrollerini yapsan zaten bir sorun çıkmaz ve onları unutmamış olduğunu bilirler. Bir şeyler olmamış gibi davrandığında başının ağrıması gibi. Rüyana giriyorlarsa sana zarar verecek başka bir yolları kalmamış demektir, o kadar uzaklaşmışsın ki çaresiz düşmüşler."

Bu samimiyet bana nereden geliyordu bir fikrim yoktu ama tezgahtaki içkiden küçük yudumlar alarak kendimi alıştırmaya çalıştım ve ekledim: "Genelde uysal insanların içindekiler çok hırçın olur, sessiz kalırsan susmanın ne kadar acı verici olduğunu kendine öğretmiş olursun ve kafanın içini bir türlü susturamazsın. Gecenin sonunda da sorumlusu olmadığın şeylerin cefasını kendine çektirmek zorunda kalırsın."

Benim aksime büyük bir yudum alırken sandalyesine yaslandı ve etrafı izlemeye başladı, artık barın ışıklarından başka bir ışık kalmamıştı. "Tüm hikâyelerin sonu korkuya çıkıyor. Dünya çok korkunç bir yer belki de."

"Hayır, hikâyeleri korkutarak anlatmışlar sana sadece."

"Eh, kazınan şeyleri nasıl yerinden sökebilirsin ki?"

Omuz silktim. "Neden sökesin ki? Çerçeveletip tam ortaya as. Böylece her zaman nereden nereye geldiğini hatırlamış olursun... Ve belki hikâyeleri korkutarak anlatmaman gerektiğini hiçbir zaman unutmazsın."

Bir çırpıda bu kadar konuşmak beni şaşırtırken Gökdeniz'in tilkilerinden birinin sinsice aklımın bir köşesine saklanmış olabileceğini düşündüm bir anlığına. Düşünceler bir nehir gibi akıyor ve kelimeler makineden çıkmış gibi kusursuzca yerleşiyordu.

Mine sessizce bir bana, bir içeceğine bakarken, "Zaten insanın başına ne geldiyse unutmaktan gelmiyor mu?" diye sordum. Bu, gözlerini yüzüme çevirmesine sebep oldu. "Kötü şeyleri çerçeveletip asarsan önünden her geçtiğinde daha güzelini asman gerektiğini hatırlarsın."

"Yani diyorsun ki..." diyerek işaret parmağını kaldırıp havada bir daire çizdi ve bu hareketi bana nedense tanıdık geldi. "Bilinçaltımızı işgal edenler bize zarar verdiğini sanan ama aslında işimize yarayabilecek bir avuç kevaşe."

İstemsizce gülmeye başladığımda tüm ciddiyet dağıldı ve gözlerini kaçırarak o da güldü. "O küfrü böyle telaffuz etmeyi bana da öğret." dediğimde kadehini kaldırıp kadehime hafifçe tokuşturdu ve dudaklarına yaklaştırmadan önce beni hafifçe süzdü. "Böyle konuşuyorsun ama terzi kendi söküğünü dikebiliyor mu?"

Elimdeki kadehle duraksadığımda bir an gerçekten düşündüm. Bu cümleleri söyleyen aylar önce kâbuslardan fırladığında, korktuğu için değil hatırladığı için ağlayan bir kızdı. Ve hayır, ben kimseye hikâyeleri korkutmayarak anlatarak yaralarımı sarmayı düşlemezdim çünkü kimseye bir şeyler anlatacağıma inanmıyordum. Ama yine de bunları bilmek ve öğrenmek güzeldi, daha az çıkmazda hissettiriyordu. Belki bir gün o hikâyeleri yeni baştan kendime anlatırdım, canımın yanacağını bile bile bunu yapmak isteyecek kadar cesur bir kadına dönüşürsem.

"Sanırım ben tüm bunları yeni öğrendim." dedikten sonra omzumun üstünden geriye baktım, gözlerim bir çift acemi avcı gibi hemen onu seçti. Koltuğa sırtını yaslamış, telefonunu kurcalıyordu. Kaşları çatılıydı, dudaklarının arasında bir sigara vardı ve ceketi agresifçe kanepeye atılmıştı. "Birinden." Pembe mikrofonu kırılmış bir kız çocuğunu çerçeveletip astıktan sonra, onun gözlerinin önünde bana kırmızı bir mikrofon uzattığında.

"Sana bakıyordu bu arada," dedi Mine. "Arkanı dönünce gözlerini kaçırdı."

"Kesin Candy Crush oynayıp kötü adam rolleri kasıyordur şu an." dedim gülümserken. Ardından önüme döndüm ve küçük bir yudum daha aldım, Mine ise gözlerini Gökdeniz'den ayırmadan kadehinin sonunu getirdi.

"Dediğim gibi... İlişkiler başlı başına kayıplarla doludur ama kayıp biriyle ilişki kurmak..." Gözlerini bana çevirdi. "Anlaşılan biraz delisin."

"Ben ilişki falan kurmuyorum." dedim ağzımın içinde bir şeyler geveleyerek. Alayla kaşlarını kaldırdı. "Doğru, o kuruyordur."

"Evet. Böyle düşünmek daha güvende hissettiriyor." dediğimde gözlerini kıstı ve bir süre sessizce beni izledi. "Ne kadar güvende hissedersen hisset..." deyip şakağına iki kez vurdu. "Köşede bir yerde hep bir soru işareti var, değil mi?"

Ona bahsettiği soru işareti gözlerimdeymiş gibi merakla baktığımda hafifçe gülümsedi ama buruktu. "Çünkü bir kez geride bırakıldığında her an bırakılabileceğini öğrenirsin."

Kaşlarım benden bağımsız havalanırken göğsümde bir kaçma arzusu tutuştu çünkü çırılçıplak kalmış gibi hissetmiştim karşısında. Tüylerim diken diken olurken yutkundum, gergince gözlerimi kaçırdım ve saçlarımı düzelttim. Bir süre kendi kuyruğum boynuma dolanmış gibi hissettikten sonra omuz silktim.

"Belki ben de o soru işaretini çerçeveletirim."

"Bir adam için mi?"

"Hayır, kendim için."

Çünkü hayatım boyunca onun varlığına yaslanmaktan daha güvenli bir his bulamadım ve bunu yaptığımda gözlerimin önünde kanlı noktalar ya da dumanlı soru işaretleri değil, birkaç çiçekli virgül olsun istiyorum.

Bir gün o virgüllerden bile kan sızarsa ne yapacağımı ise henüz bilmiyordum.

Yanında olduğum sürece bir daha kan görmene izin vermeyeceğim. Söz veriyorum.

Haftalar önceki cümlesi kafamın içinde bir çan gibi titreştiğinde, başımı kaldırdım ve kendime itiraf etmekten kaçındığım şeyi söyledim: "Ama evet, önce onun için."

Buna karşılık bana gülümsedikten sonra, yanındaki boş sandalyeye astığı deri ceketinin ceplerine uzandı ve orayı karıştırmaya başladı. O bunu yaparken ben de sağ tarafımdan gelen karmaşaya döndüm ve kendi tezgâhına geçip oraya toplaşan gençlerle neşeyle sohbet eden Emre'ye baktım. Beni fark ettiğinde gülümseyip göz kırptı, ona karşılık vermeye fırsat bulamadan Mine aniden bana yaklaşmış ve göz hizama kırmızı bir ruj sokmuştu. Ben ne olduğunu anlayamadan ruju dudağıma yedirmeye başladığında far görmüş tavşan gibi yüzüne bakıyordum.

"Kıymetini bil." derken dikkatle üst dudağıma geçmişti. "İki şeyi asla paylaşmam, biri rujlarımdır."

"Teşekkürler ama bende vardı aslında." diye konuşmaya çalıştığımda alayla güldü. "Seninkini onunla konuşturamazsın."

Kaşlarımı kaldırdım. "Ha bununla konuştururum yani?"

"Muhtemelen onu da yapamazsın ama dene." deyip ruju çekti ve dudaklarımı birbirine bastırıp iyice yedirdiğimde sandalyesine geri yaslandı.

Boğazımın kuruduğunu hissedip hafifçe öksürdüm ve "Çok konuşturdun beni ya, car car car." diyerek içkiden bir yudum daha aldım. "Sanki tezgâhın arkasındaki benim."

Gülümsedi. "Sen hep tezgâhın arkasındakisin."

🍷

Başta beni rahatsız edip boğazımı yakan şey içtikçe güzelleştiğinden olsa gerek, bir kadeh iki kadeh olmuş, ardından üçüncüsü gelmiş ve sonrasını sayamamıştım. Oturduğum yerde iyiydim ama biraz kıpırdamaya başladığımda direkt başım dönüyordu. Fakat nedense kendimi mutlu ve iyi hissediyordum, normalden fazla iyi. Her şey uyuşmuş gibiydi. Kalktığım gibi düşeceğimden şüphelenmesem buna kalkışır ve herkesin kendi köşesinde eğlendiği bu barın ortasında dans etmeye başlardım çünkü hoparlörden Duman'ın şarkıları dökülüyordu.

Yarım saat önce kanımda dolaşan Gökdeniz'i görme isteği daha şiddetli bir şekilde nabzıma çarpmaya başladığında, aklımda dolaşan anılarımız sel gibiydi. Elimi boynuma götürdüğümde aklıma sadece dudakları geliyordu. Ardından onun boynu canlanıyordu, yakasına yapışmış ellerim ve tenindeki ruj izi. Tenimin altında küçük baloncuklar vardı ve aynı anda patlıyorlardı sanki.

Alakasızca hıçkırdığımda sandalyeyi hafifçe, geriye doğru itiyordum. İnce topuklarımın tabana değdiğini hissettiğimde tezgâhtan destek alarak aşağı indim ve elimdeki yeni kadehle arkamı dönerek birkaç kez gözlerimi kırptım. Sırtımı direkt olarak arkamdaki tezgâha yaslayıp etrafa alık bakışlar atarken başım gerçekten dönmeye başlamıştı ama yine de gözlerim onu aramaktan vazgeçmedi. Nihayet mavilerini yakaladığımda tam o an şarkı değişti ve o tanıdık ritim çalmaya başladı.

Gözlerinin üzerimde olup olmadığını anlamak için ekstra çaba gösterip olumlu sonuca vardığımda, tüm gece bana bakıp bakmadığını sorgulamıştım çünkü ne zaman ona dönsem göz göze geliyorduk. Başta bunu saklamaya çalışmıştı ama benim içtiğim kadehler arttıkça sıkılmış gibi oyun oynamayı bırakmıştı. Barın duvarlarına, şişelerine ve sahneme çarparak oradan oraya yansıyan ışık, beni her yere kör ediyordu ve o tüm bu cümbüşün arasında ışık geçirmez gibiydi.

Her yer aydınlıkken karanlıktı, her yer karanlıkken ışıktı. Gözlerimin her zaman, her yerde ve her koşulda yakalaması için yaratılmış bir tuzaktı. Yazdım çizdim hayal ettim, dediğinde Tangöze, öylece beni izliyordu. Sanki içtiğim kadehler hafızamı uçuracakmış ve asıl korktuğu kafamın içinde izler bırakmakmış gibi pervasızdı. Bakışlarının çıplaklığı bir anlığına bana tokat gibi çarptı, hayal gördüğümü sandım.

Bir gün solarsa diye içime açık açık çiçek ekmekten korkuyordu, şimdiyse ne ekerse eksin unutacağım için her şeyini açmaya hazırdı. Aptaldı çünkü bana öldüğümde uzattığı tohumları bile sonsuza dek saklayabileceğimden haberi yoktu. Sazla sözden ibarettim. Başımı sağ omzuma doğru yatırdım ve bir sonraki cümlede her nedense göz kapakları kalbine taş düşmüş de tepkiyi o verebiliyormuş gibi ağırlaştı.

Elimdeki kadehi dudaklarıma götürüp büyük bir yudum alırken, kanım o kadar deli akıyordu ki onun o gece bana yaptığı gibi ben de kadehi ona kaldırmak istiyordum çünkü o koltukta otururken ve yüzüme aklından milyon şey geçer gibi bakarken çok güzel görünüyordu. Kafamı karıştırsa ve beni bir yudum iltifata muhtaç bıraksa da. Yalnızca yüzüme bakmaktaki inadı beni kışkırttığında kaşlarımı çatacak gibi oldum ama beni gevşeten bir şeyler vardı.

Çok geçmeden sözler kafamın içinde büyüyüp küçülerek uğuldamaya başladı. Gökdeniz koltuğun yanına yaslanmış küçük sehpaya çakmağını yerleştirmiş, onu aşağı yukarı çarpıp duruyordu. Aniden nakarat patladığında yüzüne nasıl daldıysam öyle bir sıçradım ki içecek kadehte sallanıp biraz yere döküldü, Gökdeniz'in gözleri o an ilk defa yüzümden ayrıldı ve elime değdi.

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdığımda ve ona baktığımda bir kez daha gözlerimiz çarpıştı ve o an kulaklarımızda patlayan şarkıdan mı yoksa o şarkının içindekilerin uyandırdığından mı bilinmez, tüm bedenime yayılan bir elektrik akımı hissettim. Şarkıya türküye lanet etmiştim, anlayamamışlardı ama o anlamıştı.

Bazen birbirimize iki yabancıdan ibarettik, artık o anlarda kalbim haddinden fazla ağrıyordu ama o kanlı çiçeklerle dolu tabloyu gördüğüm andan itibaren, Gökdeniz'e baktığımda hiçbir zaman bir yabancı görmemiştim. Sanki çok öncelerden, aklın ve kalbin kavrayamayacağı bir yerden tanışmışlığımız vardı.

Çocukken en sevdiği oyun neydi, kendini bulduğu senelerde nelerle karşılaşmış ve nelerle savaşmıştı, geceleri kapısının altından ışık sızarken aklında hangi tilkiler dolaşıyordu, hiçbirinin cevabını bilmiyordum. Aynısı onun için de geçerliydi ama her an, aramızda kilometreler olduğunda bile, elini uzattığı an parmakları çenemi kavrayabilecek kadar yakınımda olurmuş hissini atamıyordum içimden.

Aylardır damarlarımda tatlı bir şarkı gibi dolaşan bu elektrik, karşılıklı olduğunu bakışları bas bas bağırırken gittikçe güçleniyor ve sanki bedenimde kalbimden başka bir kalbim varmış da oradan güç alıyormuş gibi çırpınıyordu.

Bana bu kadar vurmasının sebebi güzel gözleri değildi, bir kelimesi için bin gün düşüneceğim dudakları da değildi, onların üstünde sırf ukalalığından meleklerin sıkı sıkı parmak bastığı sus çizgisi de değildi. Böyle vuruyordu çünkü ruhlarımızda başlamıştı. Öyle olmasaydı yüzünü gördüğüm an başım dönmeye başlardı, biliyordum, öyle değildi. Ve şimdi o kadar güçlenmişti ki ruhumdan bir çığ gibi bedenime akıyordu, önüne geçemiyordum.

Olduğum yerde kıpırdamadan durmama rağmen soluklarım kan akışıma ayak uydurmaya başladı ve nefes nefese kaldığımı hissettim. O bana böyle açık ve açıkta, biraz da aç baktıkça ve benim kafam da böyle güzel olunca içimdeki tüm duvarlar yavaş yavaş iniyor ve aramızdaki bu tuhaf ama bir o kadar cezbedici, sağlıklı düşünebildiğimde sırt çevirdiğim çekim yağmur olup üstüme yağıyordu.

Gerçekten kafamın uçtuğunu ve Mine'nin alkolle ilgili uyarımı duymadığını buradan anlamıştım, ilk defa duvarlarım bu denli yoktu hatta o kadar kendimden geçmiştim ki çekilip gittiklerini bile fark etmemiştim. Uyuşturucu verildiğini saatler sonra fark eden biri gibi kendime irkilip şaşırırken sudan çıkmış bir balık gibiydim.

Titreyen elime şaşkın şaşkın bakarken ciddi ciddi boyut değiştirmeye çalıştığımı fark ettim ve Gökdeniz'in ifadesi de yavaştan değişmeye başladı. Bakışlarında endişeden ziyade farkındalık ve uyanış vardı. Yaslandığı koltukta toparlanarak kalkmaya hazırlandığını fark ettiğimde iyice tırstım ve kadehi tezgâha bıraktığım gibi arkama dönerek sandalyeme geri oturdum. Başım bir kez daha dönmeye başladığında olduğum yere adeta sinmiştim çünkü kendini koruyabilen son mantıklı hücrem şu an bana yaklaşırsa olabilecekleri kestirebiliyordu.

Başımı tezgâha yaslayıp kulağımı ahşaba dayadığımda kendi kalp atışlarımı duymaya başlamıştım ve bu duruma hiç yardımcı olmamıştı. Kafamın içindeki senaryolar doyumsuzca bana tırnak geçiriyordu, delirecek gibiydim. Ben sakinleşmeye çalışırken ve Gökdeniz'in gelmediğinden emin olurken şarkı bir kez daha değişti. Waiting for the Sun.

Saniyeler dakikaları bulurken zar zor da olsa toparlayabildiğim soluklarımın sessizliği, etraftaki başka seslere yol açmıştı. Emre, gerçek bir barmen gibi ona el sallayan genç grubuna gülerek veda ederken bir yandan zerre alkol bulunmayan tezgâhını bezle siliyordu. Gerçekten iyi ve neşeli görünüyordu, Emre gibiydi. Tezgâhında küçük bir sessizlik oluşurken orayı temizlemeyi bitirdi ve arkaya yöneldi, o an arkamda kalan büyük kapının açılma sesini ve içeri dolan rüzgârın uğultusunu işittim.

Şu an dikkatimi başka bir yere verme ihtiyacımdan olsa gerek, duraksayıp tezgâha yaklaşacak kişiyi büyük bir açlıkla beklerken hâlâ uyuklar vaziyette tezgâha yaslıydım. Gözlerimi kırpıştırıp etrafı netleştirirken çok geçmeden görüş açıma biri girmişti, Emre'nin tezgâhına doğru yaklaşan.

Gözümü alan ilk şey üstündeki güneş kadar sarı sweat olurken onu hemen akabinde bej rengi bir kargo pantolon takip etti. Ardından gözlerimden kalpler çıkaran beyaz botunu gördüm ve kaşlarım havalandı. Gri rengi bir şal takmıştı, beyaz tenliydi ve yanakları küçükken zorla oyun oynamaya çalıştığım sarı kedinin yanaklarına benziyordu. Yüz ifadesi biraz durgun, hayır, huysuz gibiydi?

Büyük bir memnuniyetsizlikle elindeki telefona bakarken çantasının açık fermuarından bir avuç kâğıt tomarı görünüyordu, kafası çok dolu gibiydi. Emre arkadaki tezgâha daldığından onu görmez sansam da kızın ruhu bile duymadan kahverengi gözleri onu yakalamış ve ufak bir keşfe çıkmıştı. Muhtemelen benim yaşlarımda olan kız başını kaldırmadan telefonuna ters bakışlar atarken ve tezgâhın dibine varıp çantasını oraya bırakırken, Emre'nin gözleri aniden benim göremediğim bir şey yakalamış gibi ışıl ışıl parladı ve tüm barı kendine baktıracak kadar yüksek bir sesle bağırdı:

"İSMAİL ABİ!"

Ve kız, yemin ederim, kafasını dahi kaldırmadan, sesin kimin geldiğine bile bakmadan, hayatımda gördüğüm en refleksif şekilde bağırarak karşılık verdi: "HOOP!"

Ardından gözleri irileşti ve şaşkınlıkla kafasını kaldırıp etrafa baktı. Nihayet karşısında onun bu haline gülmeye başlayan Emre'yi fark ettiğinde ise saf gibi olduğu yerde kalmış, ardından ne yaptığını fark edip o da gülmeye başlamıştı. Emre ona doğru yaklaşıp, "Nereden buldun sen bu kılıfı? Ben yıllardır arıyorum!" diye coşkuyla bağırdı ve kendi tezgâhındaki sandalyeyi çekerek oturdu. Kız hâlâ şaşkınlığını atamadan gülerek kılıfına bakmıştı.

"Milyoncuda buldum ya."

"Ben direkt milyoncuda büyüdüm?"

"Seninkiler çakma milyoncuymuş."

Emre hiç sorgulamadan bunu kabullenip milyonculara sövmeye başlamış, ardından tezgâhın üzerinden uzanıp önündeki sandalyeyi çekiştirerek kıza oturmasını işaret etmişti. Kız üstünden şaşkınlığını atamamış bir vaziyette oturduğunda çantasını da tezgâha tamamen koymuştu. Emre'nin samimiyet hızını şokla izlemeye başladığımda o, kızın telefonunu işaret edip sorarcasına göz kırpmıştı.

"Hayırdır, neye ters ters bakıyordun?" dedikten sonra onun cevap vermesine fırsat vermeden mafya gibi gözlerini kıstı.

"Sevgilin falan yamuk yaptıysa ver biz konuşalım."

"Ne münasebet? Benim erkeklere alerjim var."

"Ne tesadüf, benim de!"

"Bu terslikte bir iş var..."

Emre gülerek dirseğini tezgâha yasladı ve "Ne içersin?" diye sordu. "Bak kendimi övmek için demiyorum ama çok güzel hazır paket veririm..."

Kız etrafa bakarak dudağını büzdü. "Ben bir şey içmek istemiyorum ya."

"Gül cemalimi görmeye gelmişsin diye yorumladım."

"Sen biraz yılışıksın diye yorumladım."

"Hâşâ, ben nişanlıyım han'fendi."

"E yüzüğün nerede?"

"Gömdüm." diyerek göz kırptı Emre. "Kara sevda olunca."

Kız istemsizce gülerek, "Allah'ım ya." dedikten sonra çantasından sarkan kâğıtlara göz attı. "Saçma sapan bir ödev verdiler, onunla uğraşıyorum günlerdir."

"Nasıl bir ödev?"

"Saçma sapan bir dersin ödevi işte."

"Yani nasıl?" diyerek merakla baktı Emre.

"Saçma sapan bir hocanın saçma sapan istatistiğinin..."

"Bir kez daha saçma sapan dersen şarkısını söylemeye başlayacağım, bak çok az kaldı, azıcık." diyerek eliyle azıcık işareti yapan Emre, onun susup gülmesine sebep olurken kız çantasındaki kâğıtları çıkardı ve tezgâha tükürür gibi çarptı.

"Bu saçma... Salak şey işte."

Emre sanki en büyük ilgi alanı o ödevmiş gibi kâğıtları çevirerek okumaya başladığında karşısında oturan yeni arkadaşı açıklıyordu. "Civardaki işletmelere gidip müşteri tipleriyle ilgili anket doldurtuyoruz. Sadece bir tane kalmıştı, geçen hafta şu arka sokaktaki butiğe girdim. Kadın onaylayıp sonra gel dedi, ertesi gün bir daha gittim. Yine sonra gel dedi, ertesi gün yine gittim. Sonra yine ertelemeye çalışınca sinirlendim, kovdu beni geri zekâlı!"

Kız kendi kendine dünyanın en öfkeli insanına dönüşürken Emre başta şaşırsa da çok geçmeden gözlerini kısmıştı bir şey hatırlamış gibi. "Sakın o kırmızı tabelalı butik deme..."

"Evet o!"

"Abi o kadın var ya..." diyerek boğuluyormuş gibi mimikler yapmaya başladı Emre. Kız ise onu anlayan birini bulmanın heyecanıyla dolmuştu. Emre abartılı mimikler yaparak devam etti: "Gerçekten bak 23 yaşındayım, biliyorum 18 gösteriyorum, ama ben hayatımda o kadın kadar çirkef, illet, gıcık, uyuz, kuduz bir kadın görmedim! Görmedim abi! Allah düşmanıma bile vermesin!"

Bunları söyledikten sonra bir anda durdu ve "Yok lan," dedi. "Allah düşmanıma bin beterini versin."

"O kadar burnu büyük ki kadının! Yardım etmeyeceksen niye çağırıyorsun ayağına? Ben kaç lira taksi parası ödedim haberi var mı be! Benim cebimde beş kuruş para yok!"

"O geri zekâlı anlamaz insanın halinden, ifrit şeytan!"

Sıra sıra öfke kusup birbirlerini bu kadar hızlı yükseltmeleri karşısında gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken Emre sonunda onu anlayan biri bulduğu için çok mutlu görünmüyordu. "Neyse değerli sinirlerimizi o mal için bozmayalım..." diyerek derin bir nefes aldı ve kâğıtları önüne çekti. "Kalemin var mı?"

Kız, hızlıca onaylayarak ona çantasından tüylü bir tükenmez kalem uzattığında gözlerim irileşti. Keşke bu kadar içmeseydim de daha iyi görebilseydim... Emre ilgiyle kalemi alıp tüylü kısmını kızın yüzünde kediyle uğraşır gibi sürttü ve kız huysuzca kaşlarını çatana kadar buna devam etti. Ardından gülerek geri çekildi ve "Tamam tamam." diyerek kalemi sol eline aldı. Sonra da boşta kalan sağ elini ona doğru uzattı.

"Emre ben."

Kız bir süre, hayır, gerçekten uzun bir süre Emre'nin eline şüpheyle baktıktan sonra, kendi elini kaldırdı ve onun elini sıktı.

"Nursena."

"Nursenacı'm yalnız ben kılıfını ver diye uzatmıştım elimi."

Nursena sertçe onun koluna bir tane geçirdiğinde Emre şaşkınlıkla ahladı. "Ya şaka yaptık ya!" dese de artık çok geçti, Nursena gözlerini kısarak telefonunu çantasının içine atmıştı bile.

"Kılıfımdan uzak dur! Karmakarışık'taki hırsıza benziyorsun zaten..."

"O bayağı yakışıklıydı yalnız, iltifat alıyorum."

"Yoo."

"Sen de Rapunzel'e benziyorsun, onun uzun saçları var senin de şalın, sarı sarı sallanıyor bak."

"Ben Rapunzel'den daha güzelim."

"Buna yorum yapıp nişanlımı kıskandıramam maalesef..." dedikten sonra omzunun üstünden arkasına baktı Emre. Hayali nişanlısını merak etmeye başlamıştım gerçekten... "Yalnız bir şey içmezsen hatrım kalır gerçekten ya..."

"Hangi hatır pardon? Ne ara yani?"

"Leyla ile Mecnun hatrı!" dediğinde Nursena bir an gerçekten ikna olmuş gibi bakmıştı... Emre bunu fark edip hızlıca açılan boşluktan içeri girdi. "Yan taraftaki kerhaneden işkillendiysen orası bizim değil."

"Nasıl sizin değil?"

"Yani mal ortağımın."

Mal ortak... Pekâlâ...

"E ortaksan senin de oluyor."

"Hayır ben sadece meyve suyu, süt ve soda satıyorum. Ben tertemiz bir Anadolu çocuğuyum."

"Parasını da bağışlıyor musun bari?"

"Şey onu pek yapmıyor olabilirim ya..."

"İyi, yaparsın bundan sonra." dedikten sonra arkasına yaslandı Nursena. İşi iki dakikada kilitlemişti resmen... "Elmalı gazoz istiyorum."

Emre hızlıca arkasına baktıktan sonra, "O depoda galiba ya..." diye mırıldandı ve seslendi: "Mine!"

Ve Mine, bir anda Çaki gibi tezgâhın altından çıktı.

Emre irkilerek bağırdığında Nursena kocaman olmuş gözlerle ona bakıyordu. Mine ise sırıtarak derin bir nefes alıp iç çekti. "Güzel kız kokusu alıyorum yemin ederim ya..." dedikten sonra Nursena'ya dönmüş ve cilveyle gülümseyerek tezgâhın üstünden ona uzanmıştı.

"Merhaba tatlım."

Nursena cevap veremeden Emre, "Kızım ne yapıyorsun ya?!" diye bağırıp onu işaret parmağıyla omzundan itmeye çalışmıştı. Mine onun parmağına bir tane geçirirken sırıtmasını bozmamaya çalışıyordu. "Sen bir gitsene, ne güzel yeni insanlarla tanışıyorum burada."

Nursena hafifçe geri çekildi ve Mine'yi süzdü. "Yalnız yeni derken?"

"Boş ver yeniyi eskiyi, gel bir selamlaşalım bir öpeyim seni..." diyerek Nursena'nın yanağını tuttu ve çekiştirerek güldü. "Senin gözlerin ne güzel ya!"

Nursena, "Tövbe tövbe..." diyerek Mine'den kaçmaya çalıştığında Emre, Mine'yi bir kez daha dürttü. "Rahatsız etmesene insanları!"

Mine bu sefer de ona döndü ve parmak uçlarında yükseldi. "Seni öpeyim o zaman."

"Mine! Daha kaç kez söyleyeceğim? Nişanlıyım ben nişanlı!"

"Hımmm..." diyerek işaret parmağını Emre'nin omzunda gezdirdi Mine. "Senin şu Ölü Gelin'i Gökdeniz öğrense ne olur acaba? Çok alınır kesin onsuz söz kestiğiniz için, kalbi kırılır bak..." deyip güya şirince gülümsedi. "Değil mi?"

Emre dehşetle ona bakıyordu. "Sen şeytansın."

"Öpücük."

"Bak çok küçük, öpüp gideceksin hemen, bir salise bile sürmeyece-"

Mine, dudaklarını Emre'nin yanağına o kadar sertçe bastırdı ki geri çekildiğinde kocaman bir bordo iz oluşmuştu. Emre şok içinde bakakalırken Nursena'nın ağzı da açık kalmıştı, Mine ise Şeker Kız Candy gibi gülümseyerek hoplaya zıplaya personel odasına gitmeye başladı ve yürürken bana göz kırptı. "İki tane elmalı gazoz hemen geliyor efendim!"

Nursena, "Ay edepsiz." diyerek bir anda kıkırdamaya başladı ve şaşkınlıkla Emre'ye döndü. "Nasıl izin verirsin seni öpmesine ya? Ne biçim nişanlısın sen?"

"Anlamıyorsun Nursena, hayatım söz konusu!"

"Hadi oradan! Sen nişanlı falan değilsin."

Emre ağzını kocaman açıp kaşlarını çattı ama verecek bir cevap bulamamıştı. Mine ise saniyeler geçmeden iki elmalı gazoz ve bir pipet getirmiş ve uçarcasına geri kaybolmuştu. Emre arkasından, "Sen ne yapıyorsun o karanlık odada tek başına?" diye bağırdığında Mine sırıtarak ellerini arkasında birleştirdi ve geri geri yürümeye başladı.

"Tek başıma olduğumu kim söyledi?"

Ardından bir kez daha ortadan kayboldu.

Nursena Allah korusun der gibi bir tavırla gülerek pipeti elmalı gazozdan içeri itti ve hızlıca içmeye başladı. Emre ise huysuzca yanağındaki izi silmeye çalışıyordu. Nursena gülerek ona ıslak mendil verdiğinde rahat bir nefes alarak yanağını daha sert ovaladı, bir yandan da Nursena'nın anketini cevaplamaya başlamıştı. O dikkatini iyice vererek tüm dikkatiyle cevaplarken Nursena şişenin yarısını bitirmişti bile. "Aaa, soyadın Alpay mı? Çok sevdiğim bir hocamın soyadı." dediğinde Emre güldü.

"Aaa, neden acaba?"

"Bilmem ki." diyerek bacaklarını sallaya sallaya gazozunu içerken çok mutlu görünüyordu. Emre cevaplarını işaretlerken çok geçmemişti ki gazozunu bitirdi ve pipeti dişlemeye başladı. O sırada Emre, "Sen neden gelmedin ki daha önce buraya anket için?" demişti. Nursena hiç duraksamadan cevap verdi:

"Ben burayı pavyon sanıyordum."

Emre bir an durdu, ardından öyle bir gülme krizine girdi ki gazozu az daha tezgâhtan yere düşüyordu. Başını tezgâha hafifçe vurarak deli gibi gülerken benim bile gözlerim parlamıştı çünkü onu aylardır böyle görmemiştim. Nursena güneşe benziyordu.

"Ne gülüyorsun ya?" dese de kendisi de gülmeye başlamıştı.

"Sana... Sana diyorum..." diye kesik kesik konuşmaya çalıştı Emre. "Benim mal bir ortağım var, tüm dizayn ona ait."

Nursena etrafa bakarken hafifçe burnunu kırıştırdı. "Bence de mal." dedikten sonra gözleri sahnemde takıldı. "Sahne güzelmiş ama."

"Evet, benim yaptırdığım tek şey o. Rengini falan ben seçtim."

Daha fazla dayanamayıp yüksek sesle sertçe öksürdüğümde, Emre nihayet beni fark etti ve kaşlarını çatarak Nursena'ya hafifçe yaklaştı. "Neyse sessiz konuşalım, sevgilisi bizi duyabilir."

"Ney?" diye gevşek bir tepki verdiğimde Nursena beni ilk defa görmüş gibi dikkatli bakıyordu. Karşılık olarak ben de ona baktım, yüzü bizzat bana dönük olduğu için gözlerinin renginin ne kadar farklı olduğunu anca anlayabilmiştim. Kaşlarımı kaldırıp hayranlıkla onun su gibi gözlerine bakarken açık kahverenginin çok başka bir tonu olan bu rengi çözmeye çalışıyordum. Hatta çözmeye çok fazla kafayı takmış olmalıydım ki o bana hafifçe gülümsediğinde ayağa kalkmış ve ona doğru sarsak adımlar atmaya başlamıştım.

Birkaç saniye sonra, topuklarımın üstünde tökezleyip durarak ona doğru yürümeyi başardım ve tam dibinde durup ona doğru eğildim. Türk dizilerindeki romantik sahnelerden birini yaşamaya başladığımızda dikkatle gözlerine bakıyordum. Gözlerimi kıstığımda o ne yapacağını bilemiyormuş gibi safça kalakalmıştı. "Ne oluyor şu an?" diye mırıldandı.

Dikkatli bakmıştım da bu kız gerçekten gözleriyle olsun, yanaklarıyla olsun sarı kedime benziyordu.

Buldum!

O aslında bir kediydi!

Onun da bana dikkatle bakmaya başladığını fark edince utanarak geri çekildim ve bağırdım:

"Miyav miyav miyav!"

Ve ona cevap hakkı tanımadan Gökdeniz'e doğru koşmaya başladım.

O an her şey çok aydınlık ve buğuluydu. Koşuyordum ama iki saniye sonra neden koştuğumu unutmuştum, bundan iki saniye sonra ise hiçbir sebep olmadan bu kararı verdiğimi fark etmiştim. Nefes nefese bir vaziyette, Açlık Oyunları'nda gibi koşarken çok geçmeden kafam iyice karıştı ve Gökdeniz'in sadece bir metre uzağımda oturduğunu fark ettim. Mavileri kafa karışıklığı ve şaşkınlıkla kaplandı, hemen ardından yok oldular ve tökezleyip yere doğru inişe geçtiğim an bir çift el beni kollarımdan sımsıkı kavrayıp yakaladı.

Hızlıca başımı kaldırıp enerjik bir yüzle onun cevap bekleyen yüzüne baktıktan sonra hızlıca ellerinden kurtuldum ve hemen yanına, oturduğu koltukta kalan küçücük boş kısma kendimi sıkıştırdım. Sonra da sırıtarak bir kolumu geriye attım ve onun şok içindeki yüzüne bakmaya başladım.

"Yavrum hepsi senin mi ya?"

"Ha?"

"Yavrum diyorum," deyip yüzümü onun yüzüne yaklaştırdım gevşek gevşek gülmeye devam ederken. "Hepsi senin mi ya?"

Hiçbir şey söylemeden, boş boş bana bakmayı sürdürürken ben o kadar geniş gülümsüyordum ki olmayan gamzelerim çıkmak üzereydi. Bir an yüzünden bir alay geçtiğini görür gibi oldum ama hemen ardından gözlerini kaçırdı ve bar tezgâhına bakarak kaşlarını çattı. "Ulan Mine."

Elimi yüzüne atıp kaşlarını düzelttim ve tekrar normal haline soktum. Dilimi dışarı çıkarmış, çok önemli bir iş yapar gibi kaşlarıyla oynarken o kafası karıştığı için daha çok çatıyor ve işimi bozuyordu. "Dur bir ya!" diye isyan ettiğimde nedense kendiliğinden gülümsemiş ve benim bir şey yapmama gerek kalmamıştı. Ben de ona gülecektim ki aniden aklıma çok önemli bir şey geldiği için gözlerimi dehşetle irileştirdim. Tüm bunlar olurken dikkatle beni izliyordu.

"Gökdeniz!"

"Bahar."

"Emre'nin kedi bir arkadaşı var!"

Kaşları havalanırken onun da heyecanlanmasını bekledim ama ona şaka yapmışım gibi bakıyordu. "Allah Allah?"

"Evet! Sana mal dediler."

"Hım..." diye mırıldanarak kolunu yavaşça sırtıma sardı ve beni geriye çekerek koltuğa iyice sıkıştırdı. "Sen ne dedin peki?"

"Ben de onlara böyle yaptım." diyerek kaşlarımı belki daha önce hiç çatmadığım kadar çok çattım ve başımı hafifçe eğerek ona angry birds gibi baktım. Şişirilip şişirilip en sonunda patlayan balonlar gibi aniden gülmeye başladığında ben de ona gülmüştüm.

Sibel, "Baharcığım gelip yanımıza otursana, bak burası boş." diye bana seslendiğinde ona baktım ve koltuğa biraz daha yaslandım.

"Ben Gökdeniz'in yanında oturmak istiyorum."

Gökdeniz üstten üstten bana baktıktan sonra Sibel'e döndü. "Duydun mu? Gökdeniz'in yanında oturmak istiyor." dediğinde sesi gülümser gibiydi. Ali karşımızdaki koltukta sırıtarak bizi izlerken Sibel ve Şevval de kanepelerinde kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. Ben de canım sıkıldığı için bacağımı Gökdeniz'in bacağının üstüne attım. Bacağımı tutup aşağı geri ittiğinde bir kez daha aynısını yaptım ve yine itti. Bu sefer iyice inat edip sinirlenmiş, bacağımı kaldırmaya hazırlanmıştım ki aniden o bacağını benimkinin üstüne attı ve şaşkınlıkla bakakalmama sebep oldu.

Eğlenerek yüzümdeki hayreti izlerken çenemi havaya kaldırdım ve ona doğru dönmeye çalıştım ama bacağı buna pek izin vermiyordu. Parmaklarımı göz kapağına yerleştirip göz doktoru gibi gözünü iyice açtığımda bana izin vermişti.

"Senin gözlerin deniz gibi, çok güzel."

Söylediğim şey o denizlerde nabzı hızlanmış gibi ufak bir dalga oluşturdu, ardından bakışlarına geçmişten gelen bir gölge çöktü. Bu yüzden dudakları kıvrılırken hem hüzünlü hem neşeli gibiydi. Dudakları ufuk çizgisiydi, hem ölümdü hem hayattı; orada biri öldüğü an bir bebek doğuyordu.

"Böyle mavi mavi tilkiler var." diye devam ettiğimde kaşlarını kaldırdı.

"Tilki mi?"

"Hıhım."

"O neden?"

"Sen hep düşündüğün için ve kurnaz olduğun için ve şeytan olduğun için." dediğimde bir kez daha gülümsedi ve yüzünü hafifçe yüzüme yaklaştırıp saçımı kulağımın arkasına attı.

"Tilkiler yüzemez ki ama."

Ona fizik dersine bakar gibi baktığımda eli biraz daha saçlarımda dolaştı ve birkaç saniye gözlerime baktı. "Seninkiler de güzel." dediğinde bu sefer hevesle kendi gözümü açmaya çalıştım.

"Benimkiler neye benziyor?"

"Neye benzesin istersin?"

"Hım... Yosun yeşili olsun." diyerek boştaki eline uzandım ve tuttum. "Böylece hep beraber olabiliriz."

Bir eline bir bana manasız bir saflık ve şaşkınlıkla bakarken ben içtenlikle onu izliyordum. Çok geçmeden elindeki elimi hafifçe okşadı ve ellerimizi kaldırıp dudaklarına götürdü. Elimin üstünde öpücüğünü hissettiğimde, "Hii!" diye bağırdım ve korkuyla bana dönüp elimi bıraktı.

"Ne oldu?"

"Beni öptün."

"Niye bağırıyorsun kızım?!"

"Ben normalde de beni öptüğünde bağırıyorum ama içimden." dediğimde ona dozer üstüne dozer atıyormuşum gibi baktı ama yüzünde keyifli bir ifade vardı. Koltuğa sırtını yasladıktan sonra bu sefer o kolunu arkaya atmış ve bana dönmüştü. "Öpmesi gereken ben değildim ama neyse..." diyerek dudaklarıma baktı. "Rujunu da sürmüşsün."

"Evet, şimdiden hazırlık yaptım." diyerek hevesle gülümsedim.

"Neye hazırlık yaptın tam olarak?"

Sorusuna karşılık dudaklarımı balık gibi büzerek görünmez baloncuklar çıkardığımda, gözlerini kaçırmış ve eliyle yüzünü sıvazlayarak mırıldanmıştı: "Allah'ım bana sabır ver."

Çenemi omzuna yaslayarak aynı harekete devam ettiğimde bana döndü ama artık sinirli görünüyordu. "Sen niye bu kadar içtin? Hani konuşacaktık?"

"E konuşalım." diyerek kafamı kedi gibi omzuna sürttüm.

"Sanki hatırlayacaksın." diye homurdandı. Onu umursamadan başımı omzuna bastırdığımda sesli bir nefes almış ve elini çenemin etrafına sararak başımı geriye atmıştı. Baygın gözlerime ve dağılmış ifademe baktıktan sonra, "Neyse." diyerek elini yüzümden ayırdı. "Ben konuşacağım, ayılınca unuttuğun yerleri tekrar anlatırım." Gözlerini bıkmış gibi yumarak söylendi: "Yani hepsini."

"Tamam hadi anlat."

"Sana öğrendiğin şeyleri Emre'ye asla söylememen gerektiğini söylemiştim, hatırlıyor mu-"

"Gökdeniz?"

Diliyle dudaklarını ıslatarak sabırsızca şakaklarını ovuşturdu. "Efendim Bahar?"

İşaret parmağımı kaldırıp bir işareti yaptım ve alttan alttan ona baktım. "Bir tane kucağına gelebilir miyim?"

Gözleri dehşetle irileşirken, "Hayır." diye net bir şekilde konuştu ve suratım asıldı.

"Lütfen!"

"Bahar seni kendimden bin ülke uzağa yollamadığıma dua et bu halinle." diyerek gözlerini kaçırdığında kaşlarımı çattım ve burnumu koluna bastırdım, ardından başımı göğsüne yasladım.

"Lütfen Gökdeniz, lütfen lütfen..." dediğimde ağlayacak gibi, gerçekten ağlayacak gibi tavana bakıyordu. Ama bunun fazla sürmesine izin vermeden bana sinirle bakma işine geri döndü. "Bir de konuşalım diyorsun anasını satayım!"

"Kucağında da konuşabiliriz."

"Hayır dedim."

"Lütfen!"

"Sarhoşsun."

Dudaklarımı büzerek yüzümü boynuna soktuğumda Gökdeniz yan tarafa kaçmaya çalışıyordu ama koltukta gidecek yer kalmamıştı. "Tamam konuş sen," diyerek şampuanının ve teninin kokusunu arsızca içime çektim. "Ben dinliyorum seni..."

"Şaka... Şaka mısın sen?" diye konuşmaya çalıştığında bir an kelimelerini unutmuş gibi donakalmıştı. Gülerek başımı kaldırdım ve yanağımı omzuna yaslayıp suratındaki kıvranan ifadeye baktım.

"Konuşsana."

"İzin verirsen konuşacağım."

"Beni kucağına alırsan söz izin vereceğim."

"Sana güvenmiyorum."

Kocaman bir nefes alıp yanaklarımı şişirdikten sonra yüksek sesle ofladım ve huysuzca yanağımı göğsüne yasladım. Kollarımın arasında kaskatı kesildiğini hissederken çok geçmeden kalp atışları kulağıma vurmaya başladı ve kıkırdadım.

Elimi kaldırıp kazağının üstünde işaret parmağımı gezdirirken, "Buradaki boyayı nasıl almıştım, hatırlıyor musun?" diye mırıldandım ve karşılığında kulağıma gelen ses neredeyse iki katına çıktı. Ardından Gökdeniz öne doğru eğilerek sehpada duran içki bardağını aldı ve kafasına dikti. Onunla biraz daha eğlenmek isterken Sibel'in sesi bir kez daha aramıza girdi:

"Of ben çok sıkıldım! İçmek istiyorum, eğlenmek istiyorum, dağıtmak istiyorum." diye isyanla bağırdıktan sonra bir Ali'ye bir Gökdeniz'e baktı. O sırada Gökdeniz kendi kendine mırıldanmıştı: "Ben de içmek istiyorum inan."

Elindeki bardağa safça baktım. "İçiyorsun ya?"

Yüzünü bana çevirirken gülümsemiyordu. "Onu değil."

Algılamaya çalışırken Sibel, "Canım arkadaşlarım," diye gülümsedi. "Kim götü başı dağıttığımda bana sahip çıkıp yanlış kararlar vermeme engel olmak ister?"

Ali, "Hiç uğraşamam Sibel." diye netçe konuşup uzakta Mine'yle sohbet eden Şevval'e göz attı. "Ben başka birinin şahiniyim şu an."

Sibel ağzını ezip büzerek onun taklidini yaptıktan sonra Gökdeniz'e döndü ve yavru köpek bakışları attı. "Gökdenizciğim? Benim sadık bodyguardım?" dediğinde Gökdeniz yapmacık bir şekilde gülümsedi. "Çok isterdim ama Bahar izin vermiyor."

Hayretle kaşlarımı kaldırdım. "Böyle şeyler yapabilir miyim?" diye heyecanla sorduğumda geçiştircesine onayladı. Sibel ise hüsrana uğramış gibi ikisine baktıktan sonra oflayarak kalktı ve telefonunu açarak ekranda bir şeyler kurcaladı.

"Geriye tek bir çare kalıyor..." dedikten sonra bar tezgâhına doğru yürümeye başlamıştı. Gökdeniz ve Ali onun arkasından şüpheyle baksalar da pek umursamadılar, hatta Ali cebinden sigara paketini çıkarıp dudaklarına bir dal yerleştirdikten sonra, paketi Gökdeniz'e uzattı ve Gökdeniz de bir dal çekti. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı yakmak için çakmağı alevlendirmişti ki aniden ona uzanıp sigarayı elinden aldım ve kendime çektim.

Gökdeniz ve Ali bana şaşkınlıkla bakarken kaşlarımı kaldırdım ve omuz silktim. "Bahar izin vermiyor maalesef."

Gökdeniz gözlerini kırpıştırdı. "Bu ne demek şimdi?"

"Akciğerlerine sadece ben zarar verebilirim."

Kendimden emin cevabım ve tavrım karşısında Gökdeniz bir süre daha bana saf gibi baktı, ardından dişlerini birbirine geçirerek gülme krizine giren Ali'ye döndü. "Bu ayılınca ismini unutsa da bunu unutmaz şimdi, Allah kahretsin seni!"

Ali, "Ben ne yaptım lan?" diye katıla katıla gülmeye başlayıp eliyle beni işaret etti. "Kıza izin verme yetkisi verirsen o da tepe tepe kullanır. Ben mi dedim deliyi bul diye?"

Gökdeniz çakmağını Ali'nin kafasına fırlatıp ufak bir açıyla kaçırdığında, Ali çakmağı keyifle alıp kendi sigarasını onunla yakmıştı. Gülümseyerek derin bir nefes çekerken, "Kulübe hoş geldin Gökdeniz Efendi." dedi ve Şevval'e doğru yan bir bakış attı.

"Seninle dalga geçiyorum ama benimki daha deli anasını satayım... Biraz önce bana morfin, ilaç milaç, bir şeyler anlattı ama hiçbir şey anlamadım. Sonra da sinirlenip gitti böyle."

Aniden aralarına girip, "Geri zekâlısın çünkü." dediğimde Ali şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.

"Ben ne yaptım yine?"

"Malsın sen. Mal, özürlü! Mal! Öküz!"

Ali bana gariban bir sokak köpeği gibi bakmaya başladığında Gökdeniz aniden bana bakarak şiddetle gülmeye başlamış, hakaretlerim çok komik bir şakaymış gibi tepki vermişti. Gözlerimi ona çevirip güldüğünü görünce doğru yolda anladığımı anladım.

"Lan ne oluyor?!" diye hayretle konuşan Ali'ye dönüp parmağımla küçücük işareti yaptım. "Senin beynin bu kadar! Senin beynin bu işte! Salaksın sen, salak!" dedikten sonra bir süre nefeslendim, ardından kaşlarımı çattım ve aklıma gelen kelimeyi düşmanımla konuşur gibi söyledim: "Alibok."

Gökdeniz'in gülüşü, son söylediğim şeyle iki katına çıkarken başını koltuktan geriye atmış ve kendinden geçerek kahkaha atmaya başlamıştı. Ali üst üste yüz darbe almış bir yaralı gibi ağzında sigara, ellerini iki yana doğru açtığında onu boş verdim ve Gökdeniz'e dönerek sırıtıp gülüşünü izledim. Hiç çekinmeden sakinleşene kadar onun gülmeye devam etmesini izlerken kalbimde puding yaparken beliren baloncuklar gibi patlamalar oluşmaya başlamıştı.

Acaba Gökdeniz bir puding olabilir miydi?

Fazlasıyla uzun, hatta belki şimdiye kadar en uzun olan gülüşü ağır ağır durulurken sarhoş kafama rağmen bir şey fark ettim: kahkahaları gün geçtikçe daha uzun sürüyordu.

Gökdeniz hâlâ gülüşünün ışıltılarını taşıyan gözlerini gülümseyerek bana çevirdiğinde gülümsedim. "Bak, sen daha çok gül diye Ali'ye bok dedim."

Normalde asla olmayacağım kadar açık olduğumun, zihnimin derinlerinde bir yerinde farkındaydım ama kendimi hiç güvensiz hissetmiyordum. Bu, kaldırma kuvvetini hiç öğrenmemiş birinin kendini denizin kollarına atması gibiydi. Gökdeniz'in bakışları beni ve gülümseyişimi izledikçe derinleşti, şeffaflaştı, üstünde yüzdüğüm denizin rengi o kadar açıldı ki damarlarımda kan değil tuzlu su akmaya başladı.

Bu anın kıvrımlarından birine girip bir daha hiç çıkmamayı düşlerken, o hafifçe hareketlenip bana doğru eğildi ve bir saniye sonra kendimi onun kollarında buldum. Sarıldığımızı zannederek mutlu olacakken bedenim havalandı ve kafa karışıklığıyla etrafa baktım. Uçuyor muydum ben şu an? Sihirli bir halıda olabilir miydim? Derken sihirli halı beni nihayet indirdi ve Gökdeniz'in sol bacağına oturttu.

Bacaklarım onun bacaklarının arasından sarkarken hayretle ona baktım, o ise beni iyice yerleştirip geri çekildi ve yaslandığı yerden beni izlemeye başladı. Nihayet kucağına kavuştuğum için gülümsediğimde dudakları hafifçe kıvrıldı.

"Mutlu musun?"

Başımı aşağı yukarı salladığımda barda çalan şarkı bir kez daha değişti. Güney Marlen'in sesi saniyeler içinde etrafı doldururken, zihnim bir oraya bir buraya uçsa da şarkının sözleri ucu balçıkla kaplı bir ok gibi kafamın içine saplanıyordu.

Bir balık gibi unutursan o güzel günleri, bir fil gibi hatırlarsın tüm zor geceleri...

Bu, Mine'yle konuştuklarımızı çağrıştırırken dalgınlaştım ve şarkıyı onun da dinliyor olmasını umdum. Şarkının devamı ise beni çok başka bir yere, aylar öncesine götürmüş ve kalbim o an nasıl acemice çarptıysa öyle çarpmıştı.

İşte aşk böyle sarsar, çift kişilik bir mezar... Toprağı ağırken, şıktır mermerleri.

"Seni birinin mezarına götürecekken yanından geçmek zorunda bile olmadığın başka bir mezarlığa getirdim resmen."

"Sevmedim değil aslında... Hepsi çok güzel. Benim tanıdığım mezarlıklar bu kadar yaşam ya da farklılık saçmıyor. Bir tanesi favorim hatta."

"Allah Allah? Hangisiymiş o?"

"Hım... Toprağında çiçekler var gördüğüm kadarıyla."

"Herkesin toprağında çiçekler olur."

"Bazılarının tohuma ihtiyacı olmaz ama. Bu da öyle bir toprakmış yani... Onun mezar taşı daha sanatsalmış. Yanına gidince seninle konuşuyor bazen, toprağın altında filozof yattığını düşünüyorsun."

"Başka?"

"Sağlam da. Geceleri mermerine sarılıp yaslanabiliyorsun... Öyle yani. Favorim o, iletirsin."

"O da seni sevmiş, öyle diyor."

Sanırım sonsuza kadar favorim o mezarlık olacaktı.

Şarkının ona da aynı şeyleri hatırlatıp hatırlatmadığını merak ettim ama onun gözleri çok başka bir yere bakıyordu yüzümde olmasına rağmen. Sanki sarhoş olan ben değildim de oydu. Sonraki cümleyi Güney Marlen'le birlikte söylediğinde onun sesi hariç her şey silinmişti. Şarkıyı mırıldanmaya başladığındaysa anladım: Kafamın içine saplanan okun önceki durağı, onun kalbiydi.

"Siktir et bu dünyayı, bu ne biçim bir aşktır?"

Bunu gözlerindeki denizin derinliğine rağmen o kadar doğal ve kolay dile getirmişti ki karnıma saplanan sancının nedenini unuttum, aklım yerinden uçtu. Dudakları aklından geçen her şeyi her an söyleyebilen birinin dudakları gibi görünüyordu buradan bakınca ama söylemezdi, biliyordum. Belki de benim sarhoşluğum yalnızca bana değil ona da kaldırma kuvvetini unutturmuştu. Ya da belki yarın sabah uyandığımda, göğsünden hatıra duvarıma ziyaret eden oku hatırlamayacağımı biliyordu.

"Yanlış söylüyorsun." dediğimde ifadesi hiç değişmedi ama başını hafifçe, sorar gibi iki yana salladı.

Kalbim deli gibi çarpıyor, başım her an düşecekmişim gibi dönüyordu. Alık alık gözlerimi kırpıştırıp, "Şarkıyı." diye tekrar ettim ve denge kurmak için elimi omzuna attım.

"Yanlış söylüyorsun... Aşktır değil, aşktı."

Gözleri gözlerimde, yüzümün her köşesinde, saç tellerimde dolaştı ve parmakları havalanıp saç tellerimi kulağımın arkasına iterken, kısık sesle cevapladı: "Biliyorum."

Lacivert spot ışıklardan birinin yüzüme vurduğunu hissettim, ardından onun göz bebeklerine de bir parça kırmızı ışık düştü ve kalbim, önceki hayatında konuştuğu dili yıllar sonra duymuş bir meczup gibi tekledi. Eli saçlarımdan çekilmezken saatler sonra oksijen bulmuşçasına derin bir nefes alma ihtiyacı duyuyordum. Bulanık olan tek şey zihnimdi, bedenim ve ötesindeki ruhum her şeyi o kadar net hissediyordu ki ismini bilmediğim bir hastalık başımı döndürüyor sanmak üzereydim.

Işıklar uzaklaştığında ve içine düştüğümüz köşe karanlık kaldığında, gözlerimiz bir çift mummuş gibi ucundaki iristen alevleri birbiriyle tutuşturdu ve bakışlarım manasızca ağırlaşmaya başladı. Sanki yıllarca yürümüş, yürümüş ve yürümüştüm. O kadar yürümüştüm ki nereye varmak istediğimi unutmuştum, varış noktamın ismi derinlerde saklıydı. Ve şimdi o derinler karşıma çıkmıştı, aklım bir yabancıyla karşı karşıya olsa da kalbim çırılçıplaktı.

Ses çıkarmadan, ıslak bir kedi gibi kolundaki elimi omzuna çıkarıp ona yaslandığımda beni her zamanki gibi karşılamıştı. Zaten bunu bekliyormuş gibi. Kucağına hiç düşünmeden kıvrılıp başımı omzunun üstüne, boynuna yasladığımda teninin sıcaklığı yüzümü bir soba gibi sardı ve kafamın içinde birkaç kibrit benden bağımsız çarpıştı.

"Gökdeniz," diye mırıldandığımda kolu belimi sarmaya hazırlanıyordu ve sesim onu durdurmuştu. Onun aksine ben kollarımı gevşekçe boynuna doladım. "Doğruymuş."

Bir süre devam etmemi bekler gibi bekledi. Ardından, "Ne doğruymuş?" diye bir mırıltı çıkardı.

"Burada gerçekten yaşarmışsın."

Ona bakmasam da bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum. Aylar sonra onunla ilgili öğrendiğim şeylerden biri de buydu, ne kadar iyi bir oyuncu olursa olsun gözlerinin derinliğini ortaya çıkarmadan bir başka derinliği göremiyordu. Bu belki onun için yalnızca bir alışkanlıktı, belki de yapmayı seviyor ve görmeyi hak ettiği birinin kendisini görmesini az da olsa kabulleniyordu. Sebebi her neyse avuçlarıma bir deniz feneri tutuşturmuştu.

Arka fonda çalan müzikler değişirken eli açıkta kalmış belime temas ettiğinde kollarının arasında ürperdim. Parmaklarının teması değil benim tepkim buna sebep olmuş gibi o da ürperdi ve gözlerim kapanırken başını koltuğa yasladığını hissettim. Etrafta dolaşan ışıklar kafamın içine girmiş gibiydi, karanlıkta bile bana ve duvarlara çarpan ışıklar vardı fakat artık o ışıklar ateşten değil ateşböceklerinden çıkıyordu sanki.

Boştaki eliyle yüzümü kapatan saçlarımı geriye atarken, "Uykun mu geldi?" diye sordu. Boynunda hafifçe kıpırdanarak, "Hayır." dedim. "Ama sana yaslanmak çok rahat."

Saçlarımdaki eli bir an duraksadı, ardından bu gece bilmem kaçıncı kez "Hım..." diye mırıldandı ama bir şey düşünüyor gibi değildi işte. Bayram günü, en güzel şekerler onda diye kapısını çalıp çantasını uzatan çocuklarla konuşur gibi mırıldanıyordu.

Egosu patlamıştı işte, kafam yerinde olsaydı muhtemelen bunu düşünür ve gözlerimi devirirdim. Gerçi kafam ayık olsaydı bu kadar açık konuşmazdım zaten.

Aklımdan aynı anda binlerce şey geçtiği için aniden yaklaşık bir saat önce, buraya girmeden önce düşündüklerimi hatırladım ve ani bir manevrayla başımı omzundan kaldırdım. Gözlerim, uykumun gerçekten olmadığını ispat eder gibi kocaman açılırken Gökdeniz de afallamış bir vaziyette bana bakıyordu. Büyük bir ciddiyetle ona bakarken kafama bir balyoz yemiş gibiydim.

"Sen yoruluyor musun?"

Sorum ona çok bağımsız gelmiş gibi gözlerini kırpıştırdı ancak bozuntuya vermedi. "Neyden?"

"Böyle. Sana yaslanınca."

"Neden yorulayım?"

"Sonuçta herkes sana yaslanıyor. Yorulmuş olabilirsin."

Cümleleri yayık yayık kurmama rağmen yüzüme sanki sarhoş olduğumu düşünmüyormuş gibi baktığında ben hâlâ bir cevap bekliyordum. Aslında beklemiyordum çünkü doğru cevabı beklemiyordum ve bunu daha önce düşünemediğim için kendime kızmıştım. Ama Gökdeniz gözlerini kısarak dudaklarını kıvırırken hiç de kızmış görünmüyordu.

Ben kaşlarımı kaldırarak onun tepkisini çözümlemek ve dudaklarına dik dik bakmak arasında gidip gelirken, o bir ördek gibi havaya diktiğim başımı yakalayıp beni kendine çekti ve alnıma bir öpücük kondurdu. Bir kelebek gibi kısa ömürlü olmasına rağmen dudaklarının teması başımı döndürürken, bunu sindiremeden beni boynuna geri çekti.

"Beni bir tek sen yormuyorsun."

Boştaki eli saçlarımın üzerinde gezinirken ve ben hâlâ sersem bir ördek gibi nefes almayı unutmuşken, saf saf gözlerimi kırpıştırdım ve birkaç saniye sonra, artık aklımda tutuşan başka kibritler vardı. "İnsanı en çok sevdikleri yorar ama." dediğimde bu düşünce kafamdan aşağı bir kova buzlu su dökmüştü sanki. Başını bana doğru çevirirken çenesi başımın üstüne sürtündü.

"O nereden çıktı?"

"Birini ne kadar çok seviyorsan o kadar yorulursun. Eğer çok seviyorsan çok yorulursun. Ama ben seni hiç yormuyormuşum. O zaman sen az... Hatta hiç!"

Duygu yoğunluğundan dolayı kesik kesik kurduğum cümlelerin hemen ardından, başımı kaldırarak kaşlarımı sertçe çattım ve tutturmuş bir çocuk gibi dudağımı büzdüm. Gökdeniz hızıma şok içinde bakarken ben gözlerimi kaçırıp kollarımı göğsümde bağlamış, ağladı ağlayacak bir vaziyetteydim.

"Ne?" dediğinde dudakları aralık kalmıştı, birkaç saniye kızarmaya başlayan suratıma baktıktan sonra gözlerini benden ayırarak ofladı ve bir kez daha arkasına yaslandı. Çenesini sıvazlarken kendi kendine konuştu:

"Bazen ne tür bir evde büyüdüğünü çok merak ediyorum."

Ne dediğini anlamadığım için mecburen ama küsmüşüz gibi ona döndüğümde, o da anında bana dönmüştü. Katılaşmaya başlayan su gibi buzlaşan gözleri anında güneş ışığına tutulurken, "Öyle bir şey yok." dedi ikna edici bir sesle. Kaşlarımı çatmayı bırakıp sadece dudağımı büzdüğümde, elini yüzüme atıp baş parmağını yanağımda dolaştırdı ve iç çekiverdim.

"Birini ne kadar çok seversen," deyip başını sağ omzuna yatırdı. "O kadar az yorulursun."

Bana imkânsız bir denklemden söz ediyormuş gibi boş boş suratına baktığımda parmağı çeneme doğru uzandı. "Çünkü yorgunluğu o kadar tatlı gelir."

Bunu hiç sorgulamadan kabullenip birkaç saniye daha beni izlemesine izin verdikten sonra, başımı tekrar boynuna yasladım ve gözlerimi kapattım. "Sen beni çok yoruyorsun."

"Allah Allah? Ne yapıyormuşum ben sana?"

"Kalbimi çok yoruyorsun mafeles..."

Ona bir şaka yapmışım gibi güldüğünde gözlerimi hafifçe araladım ama kalp krizi geçirmemek için ona bakmıyordum. "Hım..." diyerek bir kez daha perçemlerimi geriye ittirdi. "Sen de hiç az değilsin."

Ardından göz bebekleri aşağı kayar gibi oldu ve kaşları çatılırken sesi değişti. "Böyle tuhaf tuhaf şeyler giymişsin zaten."

"Sanki umurunda." diye homurdandım ve sinirle kaşlarımı çattım ama yorgunluk her yerimi gittikçe sarıyor ve beni uykuya davet ediyordu. Mayışık bir sesle mırıldandım: "Sen hariç herkes baktı."

Sessizlik.

Derin bir sessizlik.

Derin ve uzun bir sessizlik.

Ardından bir duvarı çatlatacak kadar soğuk bir ses.

"Ne?"

Uykunun tatlı kolları Gökdeniz'in kollarının kılığına girip beni sarmalarken, buradan uzaklaşmaya fazlasıyla hazırdım. Gözlerim sımsıkı kapalı, sanki attığım tüm adımların yorgunluğunu yeni hissediyor gibi bir kendimi bırakmışlıkla bedenine yaslanırken Gökdeniz kıpırdandı ve uykumu bozarak beni sinirlendi.

"Bahar, şşşt." diyerek beni hafifçe sarstığında huysuzca homurdanıp beni bekleyen uykuya dönmüştüm ki işaret parmağını alnıma üst üste vurmaya başladı. Bunun üzerine doğum yapan bir dinozor gibi sesler çıkardım.

"Hoop, uyansana kızım!"

"Ne var ne!" diye çemkirerek başımı kaldırdığımda en az benim kadar korkunç gözlerle bakıyordu.

"Ne demek sen hariç herkes baktı?"

"Dümdüz cümle! Latinceye mi çevireyim ne istiyorsun?" diyerek öfkeyle dişlerimi birbirine geçirdim ve başımı tekrar omzuna yaslarken homurdandım: "GÖTdeniz Rüzgâr."

"Derhal uyanıyorsun." diyerek beni ensemden tutup bir kedi yavrusuymuşum gibi kaldırdığında uyuyamadığım için ağlamaklı sesler çıkarmaya başlamıştım. "Beni rahat bırak artık!" dediğimde eliyle yüzümün yarısını kavradı ve hafifçe sıkarak iki yana salladı.

"Göster."

"He?"

"Göster, kim bakmış."

"Of ben uyuyacağım!"

"Gösterirsen uyumana izin vereceğim."

Anında ona itaat edip doğruldum ve etrafa bakmaya başladım. "Öncelikle Mine baktı ama o yok, artık her ne yapıyorsa. Sonra... Şu adam, şu adam, şu adam, şu adam, şu adam, şu adam, şu adam, şu adam, şu adam, şu adam."

İşaret parmağımı gösterdiğim bir sürü insan karşısında Gökdeniz'in yüzünde tuhaf değişimler olmaya başlamıştı. Deve dönüşen Fiona gibi tepkimeler veriyordu sanki... Aniden delirmiş gibi etrafına bakmaya başladı ve "Ahmet nerede?" diye sordu. Ardından yüksek sesle bağırdı: "Ahmetcan!"

Ben ne zaman uyuyabileceğimi düşünürken çok geçmeden barın öbür karanlık köşesinden takım elbiseli, ciddi suratlı genç bir çocuk bize doğru asker adımlarıyla gelmeye başlamıştı. Ayrıca kulağında bir kulaklık vardı. O yakınlaştıkça tanıdık gelen yüzüne karşın gözlerimi kıstım ve o an fark ettim, bu Ahmetcan'dı!

Gökdeniz ikinci bir şok gelmiş ki yanımızda biten ve "Buyur abi." diyerek hazır ola geçen çocuğa bakakalmıştı. Nihayet kendine geldiğinde yüzü, öfkesini atabileceği bir yer bulmuş gibi değişmişti.

"Lan bu ne?!"

Ahmetcan kaşlarını kaldırdı. "Ne ne abi?"

"Bu?"

"Ne?"

"Hangi parayla aldın sen bunları? O kulaklık ne oğlum, manyak mısın sen?!"

"Abi..." diyerek ciddiyetle boğazını temizledi Ahmetcan ve bana göz attı. "Yengemle benim aramda, karışmazsak..."

Gökdeniz bu sefer bana baktı, benim boş gözlerimle çarpıştığında ise başını yukarı kaldırıp, "Allah'ım sabır ver." diye konuştu.

"Abi en azından bardan çıkıp söyleseydin keşke..."

"Oğlum seni döverim lan!"

Gökdeniz öfkeyle bağırırken beni de hoplattığı için şaşkınlıkla ona tutundum ve Ahmetcan başını eğdi. "Hürmetler abi."

"Şunları mekândan atıyorsun." diyerek elini kaldırdı ve kusursuz bir hafızayla, ona gösterdiğim herkesi işaret etmeye başladı Gökdeniz. Zaten çoğu kişi Gökdeniz'in bakışlarını fark edip derhal ayaklanmışlardı bile...

"İtiraz ederseler döv, gücün yetmezse bana getir ben döverim."

"Sen en son regl değil miydin ya?" dediğimde dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini sımsıkı kapattı.

"Bahar..."

"Efendim?"

"Sus."

"Tamam."

"Sarhoşsun gerçekten."

Hıçkırdım. "Evet galiba. Uykum da kaçtı."

Ahmetcan buradan uzaklaşmaya başladığında Gökdeniz bana dik dik bakıyordu ama hiç sakin değildi, hatta beni oturttuğu bacağı tık tık hareket ettiği için gondolda sallanır gibiydim. "Yüzündeki çilleri de kapatmışsın zaten." diye homurdandı.

Elimle gözlerimi ovuştururken cevapladım: "Sibel onların devrinin bittiğini söyledi."

"Sibel'e neymiş?" diye ters bir sesle sorarak parmağını, kapatıcıyı yerinden söker gibi burnumun üstüne bastırdı. "Zaten her şey onun başının altından çıkıyor. Yok saç düzleştirmeler, yok..."

Aniden canlanıp, "Yok ne?" diye sorduğumda gözlerini kaçırdı.

"Tuhaf tuhaf şeyler giydiriyor sana."

"Ee, ne olmuş giydiriyorsa?"

Tekrar bana döndüğünde adeta burnundan soluyordu. "Ne demek ne olmuş?"

Aniden içimde bir hırsın balon gibi patladığını ve içinden kıpkırmızı bir duman yayıldığını hissettim. "Ben de onu soruyorum." derken elimi sertçe bacağına bastırdım ve dizindeki titremeyi durmaya zorladım. "Hayırdır yani?"

Bir an afallasa da bozuntuya vermeden kaşlarını çattı. "Teker teker işaret etmedin mi sen biraz önce o herifleri, a-"

Edeceği küfrü, "Ee?" diye yarıda keserek ona diklendiğimde susmuştu. "Sana niye dokunuyor bu kadar?"

Sinmek yerine gözlerini gözlerime mıhladığında zaten yakın temasımız, ikimizin de dellenmesi üzerine artmıştı.

"Hadi ben senin için giyindiğim gecede sen hariç herkes baktı diye sinirliyim."

Söylediğim şeyle bir anda yüzündeki tüm öfke dağıldı, hatta bir an tadıp tadabileceği binbir duygunun geri çekilip yok olduğunu hissettim. Kaşları havalanırken dünyanın en keskin ve en ince tokadını yemiş gibi bakıyordu. Yabancı bir göz olsam can vermek üzere olduğunu zannedebilirdim ama kolumun temas ettiği nabzı hiç ölü gibi atmıyordu.

Mermilerini art arda özgür bıraktığının farkında olmayan bir silah gibi, "Sana ne oluyor?" diye devam ettiğimde beni duymamış gibiydi. Boş boş suratıma baktı, baktı, baktı. O cevapsız kaldıkça daha çok sinirleniyordum. Başımı sorarcasına iki yana salladığımda cılız bir kelime çıkmıştı dudaklarından: "Ne?"

"Cevap ver bana."

"Cevap..."

Eveleyip gevelemesi karşısında kaşlarımı çatıp onu öldürecekmişim gibi tuhaf bir tavırla bakmayı sürdürürken, aniden kendine gelmiş gibi yüzüme geri baktı. "Sen."

"Ben ne?"

"Sen... Sen benim için giyindin?"

Ayıldığımda kendimi boğazlayacaktım.

"Sorduğum soruya cevap ver." dediğimde beni duymuyormuş gibi kaşlarını çattı ama bir yandan sinir bozukluğundan kahkaha atmak üzere gibiydi.

"Sen benim için giyindin ve ben hariç herkes sana baktı, öyle mi?"

Öfkem anlam veremediğim bir sebepten iki katına çıkarken, "Ya sen..." diyerek omzuna vurdum ve zaten kendinden geçmiş gibi davrandığı için sırtı koltuğa sertçe çarptı. "Cevap versene sorduğum sorulara! Sana niye dokunuyormuş milletin bakışları?"

Bir an aklı ne dediğimi anlayamayacak kadar bulanıkmış gibi baksa da çok geçmeden onun gözlerine de benimkilerle aynı bir perde çekilmişti. Bakışlarımız birbirine kenetlenirken, neyin başlattığını bilmediğimiz bir savaşın ortasındaymışız gibi hissettim.

"Rahatsız oluyorum."

Bu cevap bile bende yutkunmama sebep olacak kadar derin bir tatmin duygusu uyandırsa da, "Sebep?" diye fısıldadım. Kararlı bir şekilde omuz silkti.

"Olmak istedim, oldum."

"Bu bir cevap değil."

"Sana ne?" diye sorarken yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı. "Ben sana soruyor muyum biraz önce söylediğin şeyi?"

"Sor. Benim cevabını veremeyeceğim bir şey yok."

Güldü. "Hadi lan oradan."

Tepem iyice attığında sinirle omzundan bir kez daha ittirdim. "Cevap ver bana!"

"Kıskanıyorum!"

Yükselen sesi, inadının pencerelerini kırıp geçtiğinde kaşlarımı kaldırdım ve o an gerçekten onu koltuğa sıkıştırdığımı fark ettim. Gözüm yeni açılmış gibi soluklanıp ona saf saf, sanki biraz önce deliren ben değilmişim gibi baktığımda, "Kıskanıyorum." diye tekrar etti ve yüzüme dikkatle baktı. Bakışlarına karşılık vererek sessizce dibinde dururken, çok geçmeden geri çekildim ve kedi gibi mırıldandım.

"Tamam."

"Tamam mı?" diye afallayarak sorduğunda başımı aşağı yukarı salladım ve koltuğun başlığına astığı deri cekete uzanıp onu sakince giyindim. Gökdeniz irileşmiş gözleriyle beni izleyip, "Ne?" diye sordu dalgınca.

"Hım?"

"Nasıl... Bu kadar mıydı yani?"

"Evet. Tek söylemen gereken buydu." diyerek ceketin kolunu koluma geçirdim. "Evden çıkarken söyleseydin orada da giyerdim."

Birkaç saniye cevabımı sindirmeye çalışır gibi yüzüme baktı. Ardından, "Rahatsız olacağını ya da dikleneceğini düşünmüştüm." diye mırıldandı. Gözlerimi ona çevirirken ceketin bol yakasını düzelttim.

"Giydiğim öbür şeylere karışamazsın ama bunu senin için giymiştim zaten." deyip ellerimi büyük gelen kollarından çıkardım ve ona bakmadan, sitemle devam ettim: "Her ne kadar sen bakmasan da."

"Bahar," diye seslendiğinde onu umursamadım.

"Saçıma bile bakmadın."

"Bahaaar."

Kaşlarımı çatarak yüzümü öbür tarafa çevirdiğimde elini bakmadığını iddia ettiğim saçlarıma atıp onları hafifçe dağıtmış ve ardından oynamaya başlamıştı. Bakmamaya inat ettiğim için bacağını hafifçe zıplatarak yerimi sarstı ve gözlerim irileşti. "Bahar."

"Yapma."

Bir kez daha.

"Bahar."

"Zıkkım." diyerek aklıma gelen başka bir şeyi sorguladım. "Doğrusu zakkum mu acaba? Zakkum..."

"İçirirsin insana."

"Hı?" diyerek boşluğa düştüğümde istemsizce ona dönmüştüm. Söylediğini tekrarlamadan bundan yararlanıp kolunu sarılır gibi bana sardıktan sonra bedenimi göğsüne doğru çekti ve ben saf gibi kalırken burnunu saçlarıma gömdü. Bu ani temasları beni şok ederken o kendini tutamamış gibi başımın tepesine bir kez daha bastırdı burnunu.

"Sen bana bak demedin ki."

Kolunun içinde sıkışmışken homurdandım: "Salak mısın sen? Geri zekâlı palamut!"

"Sarhoşken sapık gibi seni dikizleyeyim mi istiyorsun sen?"

"Saçıma bile bakmadın!"

"Saçına tabii ki baktım."

"Hiçbir şey söylemedin."

"Fıstık gibi olmuşsun."

Çarpılmış gibi kalakaldığımda beni kendine yapıştıran kolunu hafifçe gevşetti ama hiç kıpırdayamamıştım bile. Başını eğip şaşkınlıktan ve utançtan ısınmaya başlayan yüzüme baktıktan sonra işaret parmağını orada onu rahatsız eden bir şey varmış da kafaya takmış gibi, hafifçe burnuma bastırdı.

"Şunu silsek..."

Son cümlesinden sonra hiçbir şeyi algılayamadığım için bir balık gibi işaret parmağına baktım ve tepkisizce durmayı sürdürdüm. Derince iç çekerek, "Mahkeme var mı Sakarya'da?" diye sorduğumda elini çekmişti.

"Mahkeme mi?"

"Hıhı."

"Adliye yani?"

"Yok mahkeme."

"Ne yapacaksın mahkemeye?"

"İsmimi değiştirip fıstık yapacağım."

Bir an durup yüzüme baktıktan sonra gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı, ardından ifadesini bozmadan başını hafif hafif, art arda koltuğa vurdu. "Sınanıyorum resmen..."

Beni yasladığı yerden doğrulup elimi omzuna yerleştirdikten sonra hevesle gözlerimi açtım ve ona baktım. Gökdeniz ise şimdi ne geleceğini bekliyor gibi meraklıydı, bastırdığı dudaklarını gevşetip yalnızca alt dudağını içe çektiğinde eğlenen bir adama benziyordu. Duygularım o kadar hızlı değişiyordu ki düşüncelere tutunamıyordum.

"Saçımla ilgili düşüncelerini söyledin." deyip göz kırptım, daha doğrusu kırpmaya çalıştım. "Şimdi sıra neye geldi bil bakalım?"

Başını hafifçe iki yana salladı. "Neye geldi?"

"Tabii ki büs-bis-ay aman! Bu lacivert şeye işte!"

"Öyle mi olmuş?" derken alaycıydı. Başımı aşağı yukarı salladım. Beni abartılı bir hareketle taklit ettikten sonra tekrar koltuğa yaslandı ve ellerini ensesinde kenetledi. "Ona ayılınca bakarız."

"Hayır şimdi."

"Ayılınca."

"Ben zaten ayığım." diyerek kaşlarımı çattım. "Sen bana bakmak istemiyorsun."

"İki saniye daha Şevval gibi trip atarsan aşağı atacağım seni."

"Gerek yok, ben kendim inerim!" diye bağırarak kucağından kalkmaya çalıştığımda Gökdeniz bacağını havalandırıp bir rampanın üstündeymişim gibi ona doğru kaymama sebep olmuştu. Yaptığı bu hareketi algılayamadığı için bir dakika boyunca şüpheyle ona baktığımda, o bana deney için labirente koyduğu fareleri izler gibi bakıyordu.

"İneceğim ya!"

"Yoo."

"Of, ne yaparsan yap." diyerek kucağında yapabildiğim kadar ondan uzaklaştım. "Zaten herkes göreceğini gördü, bir sen bakmadın."

Gözleri bir anlığına sönen ışıklar gibi cızırdayıp karardı. Hemen ardından, "Bahar..." demişti ama ismimi öyle bir uzatmıştı ki topuklarımı kıçıma vura vura kaçmak üzereydim şu an korkudan. Fakat cümlenin devamı çok alakasız bir yerden gelerek zaten karışık olan kafamı daha da karıştırmıştı.

"Burada çok güzel bir tuvalet var biliyor musun?"

"Tuvalet mi?" deyip gözlerimi kırpıştırdığımda hafifçe gülümseyerek (bu nedense pozitif hissettirmiyordu) başını onaylarcasına salladı.

"Ee, ne olmuş?"

"Hiç, söylemek istedim öyle."

"Benim çişim yok sağ ol."

"Eminim yoktur." deyip gözlerini kaçırdı ama hâlâ biraz korkunç görünüyordu. "Gerçekten çok güzel bir tuvalet."

"Galiba senin çişin var Gökdeniz."

Sinirlenmiş gibi bir surat takınarak sesli bir nefes verdi ve şakaklarını ovuşturmaya başladı. "Sakinim, sakinim, sakinim... Konuşmayacağım..."

"Ya hayır konuş lütfen!"

"Konuşmayacağım."

"Konuş diye kendimi yırttım ya! Bak konuşmazsan çıkarırım ceketi."

"Çıkarma Bahar, çıkarma!" diyerek kollarımı tutup beni engelleyince zaferine ulaşmış mutlu bir kuş gibi gözlerimi kırpıştırdım. Bu halime çocuk gibi üfleyerek gözlerini aşağı indirdiğinde ve nihayet gün boyu beklediğim şey olduğunda heyecanla beklemeye başladım. Zorla kendime baktırdığım için hiç pişman değildim şu an...

Kıpır kıpır bir vaziyette hareket ederek bacaklarımı sallarken Gökdeniz deri ceketin içinden az da olsa görünen büstiyere ciddiyetle bakmaya başlamıştı ama sinir bozucu değil ilgili bir ciddiyetti. Birkaç saniye gözleri öylece dolaştı, ardından tamamen odaklanmış gibi gözlerini oraya sabitledi ve beni kendine biraz daha çevirdi. Ceketi benim şaşkın bakışlarım eşliğinde, dikkatle çıkararak omuzlarıma astığında kollarımı serbest bırakmıştı.

O kadar inat ettikten sonra bir anda gözlerinin üzerime kilitlenmesi beni biraz gerse de ses çıkarmadan alt dudağımı kemirerek bakışlarını takip etmeye başladım. Özel olarak giydiğim şeye bakıyor gibi değildi ama özel olarak bedenime bakıyor gibi de değildi. Sanki bir tabloyu bütünüyle izliyordu, her zamanki gibi. Beklediğim gibi.

Vitrindeki bir bebeği inceler gibi inceleyen gözleri, aniden bir kusur bulmuş gibi bir noktada donduğunda karnımda tuhaf bir sancı peyda oldu ve o sancı tüm bedenimi doldurdu. Olduğum yerde kıpırdanmaya başladığımda rahatsız değildim ama damarlarımda kuyruğundan yakalandığı için kıvranan bir yılan var gibiydi. Gökdeniz bir süre, gerçekten uzun bir süre, dikkat çekecek kadar uzun bir süre o noktaya sabitlendi ve ben de başımı eğerek baktığı yeri kontrol etmek yerine yüzüne kilitlenmiştim.

Hiçbir şey yapmamasına rağmen nefeslerimi çalıyor oluşu bile içtiğim onca bardaktan daha beter başımı döndürürken aniden bir elini kolumdan ayırıp yumruk yaptı ve o yumruğu, gözlerini büstiyerimden ayırmadan ısırdı. Gözlerinde hiçbir değişim olmayışına karşın yaptığı şey bende merak uyandırırken kafasının içinde neler döndüğünü görmek için birçok şey verebilirdim. Saniyeler sonra elini dişlerinden ayırdıktan sonra, "Şimdi." diye konuşmaya başlamıştı dünyanın en sakin ve kontrollü ses tonuyla. Bana bakmasını beklesem de gözlerini ayırmıyordu hâlâ.

"Bu benim için."

"Evet."

"Bunu içki etkisiyle söylemiş olma ihtimalin?"

Midemde hafif bir bulantı hissederek hıçkırdım ve sersemce yutkundum. "Yok."

"Güzel. Bunun üzerinde söz sahibi olduğumu da söyledin."

"Onu da içki etkisiyle söylemedim."

"Öyle yapmış olsan da inan hiç umrumda değil o kısmı." diyerek nihayet gözlerini oradan ayırıp gözlerime dikti ve bir çift mavi çakmak alevini o an gördüm. Midemde birkaç düğüm art arda dizilip ciğerlerimi sıkıştırırken Gökdeniz sesli bir nefes vermişti. Ardından ona ördek gibi bakmama karşın saçlarımı hafifçe düzeltti. "Bir anlaşma yapıyoruz."

"Anlaşma mı?"

"Anlaşma. Birinci kural-"

"Yaşarken-"

"O değil Bahar." dediğinde sesi otoriter çıktığı için sustum ve alttan alttan onu izlemeye devam ettim. Düzleştiricinin ısıtıcı etkisine diklenmeye başlayan elektriklenmiş saçlarımı düzeltirken bana değil onlara bakıyor ve konuşmayı sürdürüyordu. "Birinci kural, bunu bir daha dışarıda giymek yok."

"Ama zaten bir sürü kişi gördü."

"Ya bara dönüktün ya bana, sırtını gördüler sadece." dedikten sonra huzursuzca dişlerini birbirine geçirdi. "İğrenç bir hismiş bu."

"Ne iğrenç bir hismiş?"

"İkinci kural," diyerek beni yok saydı. "Bunu evde giymek de yok."

Dudağımı büzdüm. "Yani hiç mi giymeyeceğim?"

"Odanda giy."

"Ne yapacağım kendi kendime mi bakacağım?"

"Hayır." diyerek yeni bir şey fark etmiş gibi kaşlarını çattı. "Üçüncü kural, bunu giydiğinde aynaya bakmak da yasak."

"Abart."

"Benim değil mi? Sana ne?" dedikten sonra omzuma astığı ceketi düzelterek bana giydirmeye başladı. "Ben gelir bakarım."

"Cariye miyim ben Gökdeniz ya? Oturup çağırılmayı mı bekleyeceğim..."

"Hayır ama ben öyleyim artık."

"Ne?" diye şaşkınlıkla bakıp yüksek sesle kıkırdamaya başladığımda bu halimi görünce ifadesi yumuşadı ve alnıma küçük bir fiske atarak geri çekildi. Ben hâlâ gülmeye devam ettiğimdeyse yaslandığı koltuktan gülümseyerek beni izlemeye başlamıştı. Gökdeniz'in cariye olma düşüncesi o kadar komikti ki onu Muhteşem Yüzyıl'daki figürler gibi hayal etmiştim kendimi durduramadan.

"Yani sen benim haremimdesin artık." dedim gülüşlerimin arasından. Onaylarcasına mırıldandı. "Tek kişilik harem."

"Sen ve Gökayı haremi."

"Hayır Bahar."

"Merak etme o köle. Sen Hürrem'sin."

Alayla kaşlarını kaldırdı. "Lütfettin."

Dişlerimi göstererek gülümsediğimde gözleri bir an dudaklarıma inip dalgınlaştı, ardından burnumdaki kapatılmış ve silik çillere döndü ve kendi kendine mırıldandı:

"Pandoranın kutusu gibi."

"Hım?" diye merakla sorduğumda birkaç saniye sessiz kalarak devam etmeyeceğine inanacağım kadar bekledi. Sonraysa beni şaşırtarak gözleriyle burnumu işaret etti ve konuşmaya devam etti. "Bunlar çok belirsizdi. Silik. Görmek çok zor."

Ardından gözleri ceketin aşağı doğru sarktığı omzuma indi. "Omuzlarındakiler daha belirgin, gördüğümde şaşırmıştım çünkü bariz bir ton farkı var."

Ve ardından göğsüme çarptı bakışları ve biraz önceki sakinliğinin aksine tuhaf bir hayret, belki hayranlık ağırlaştırdı kirpiklerini. "Ama bunlar resmen... Parlıyor. Özelleştikçe açılıyor sanki."

Kast ettiği şeyi anlayamayacak kadar bulanık bir kafada olmama rağmen cümlesinin içimde bir yerlere kazındığını hissedebiliyordum. Yine de kendime engel olamadan, "Yani güzel mi?" diye sordum çünkü duymak istediğim tek şey buydu. Gözlerini oradan ayırmadan bir süre beklediğinde sanki tüm kan hücrelerim baktığı yere toplanıyormuş gibi hissettim.

En sonunda, "Evet." dedi, gerçekten güzel bir şey görmüş gibi. Ardından o güzel şeyi ona ait kıldığımı hatırlamış gibi sesine ve bakışlarına farklı bir ahenk girdi. "Hoşuma gitti."

Nihayet istediğime kavuştuğum için mutlu hissederek ellerimi kucağımda birleştirdiğimde başını kaldırmış ve gözlerimi yakalamıştı. "İstersen biraz daha bakabilirsin." dediğimde gözleri hafifçe kısıldı. "Bunu yarın söylersen tüm gece bakarım."

"Şimdi bak."

"Şimdilik yeter."

"Nedenmiş?"

"Çünkü sarhoşsun."

"Ne olmuş?"

"Kendine gelip de bu hallerinden pişman olursan naneyi yeriz."

"Ne olur ki pişman olursam?"

"Bir daha sana yaklaşmam." diye saf bir ciddiyetle cevap verince bir an nedense gözüm korktu pişman olmayacağımı bilmeme rağmen. Kaşlarımı kaldırıp öylece yüzünü izlerken içimin ısındığını hissettim ve ona doğru sırnaşıp başımı tekrar boynuna yerleştirdim. Kokusunu içime çekerken, "Bu kadar hassas olman çok güzel." demiştim boynuna doğru. Verdiği mırıltı şeklindeki, yorgun cevabı ise beklemiyordum.

"İnan değil."

Cümlesi bir kulağımdan girip öbüründen çıkarken olduğum yere iyice sindim ve huzurla iç çektim. Her şeyi konuşmak istiyordum, aklımdan geçen tüm düşünceleri ortaya saçmak istiyordum. Bu yüzden susmamdan iki saniye sonra fark ettiğim şeyle beraber kaşlarımı çattım ve huzursuzca kıpırdanarak dudaklarımı araladım.

"Ben utanmaya başladım niyeyse ya."

Buna karşılık hiç duraksamayıp ağzının içinde bir şeyler geveledi: "Zorla göğsüne baktırdığın için olabilir..."

Ağzımı kocaman açıp alttan alttan ona öfkeyle baktığımda, kaşlarını kaldırmış ve hiçbir şey söylememiş gibi bir rahatlıkla elindeki içki dolu bardağı dudaklarına götürmüştü. Göğsüme değil büstiyerime bakmasını istemiştim! Neyse ki hemen sonra aklıma gelen şeyle öfkem ve utancım anında kayboldu ve başımı kaldırarak hevesle baktım. Buna karşılık şimdi ne geliyor der gibi eğlenerek bana döndürmüştü mavilerini.

"Biliyor musun benim daha bir sürü lacivert şeyim var, ben lacivert şeyler giymeyi çok severim."

"Hım..." diye öyle mi der gibi keyifle sorduğunda başımı aşağı yukarı salladım. "Nelerin varmış senin lacivert?"

"Lacivert bere, lacivert pantolon, lacivert kazak, lacivert tişört, lacivert ayakkabı..."

"Başka?"

"Lacivert toka..."

"Başka?"

"Lacivert süt-"

Aniden cümlemi bir ses böldü ama bu ses Gökdeniz'e ait değildi.

"Gençler..." diye başlayan cümle beni durdurup kafamı karıştırdığında, omzumun üstünden arkaya baktım ve bizi bir dizi izler gibi izleyen, varlığını unuttuğumuz Ali'ye döndüm. Acı çeker gibi bakıyordu. "İnanın tam şu an bozmak zorunda olduğum için kendimden nefret ediyorum ama-"

Bu sefer onun cümlesini bölen Gökdeniz olmuştu. "Ne zırvalıyorsun geri zekâlı? En heyecanlı yerde araya giren reklam gibi." diye öfkeyle konuştuktan sonra yüzünü bana çevirdi ve tüm öfkesi anında silinip yerine ışıltılı, beklenti dolu bir şefkat geldi. Biraz abartılı bir ifadeydi aslında, şeker bekleyen çocuktan farksızdı şu an. Elini çeneme atıp tenimi hafifçe okşarken değişen sesiyle mırıldandı:

"Devam et güzelim."

"Neye?"

"İşte biraz önce söylediğin şeye. Tam söylüyordun ya."

"Ne söylüyordum ki?"

"İşte... Çok önemli bir şey söylüyordun ya tam."

Kaşlarımı çatıp uzun uzun düşündükten sonra pes ettim. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bunu belli etmek için boş boş Gökdeniz'e baktığımda bir tür sessiz öfke nöbeti geçirir gibi Ali'ye baktı. "Ulan Ali..."

"Yemin ediyorum bence de. Gerçekten Allah benim belamı versin tam şu an konuştuğum için..." dedikten sonra bir an duraksadı ve ciddileşti. "Gerçi zaten vermiş, sizin bu yavaşlığınız benim Allah'tan gelen bir cezam."

"Boş konuşma. Söyle."

Gökdeniz'in saçtığı nefrete karşılık Ali, eliyle telefonunu kaldırdı ve havada salladı. "Gelmiş."

Gökdeniz bir an anlamamış gibi duraksadı, ardından kaşlarını çattı ve bana giydirdiği ceketinin cebinden dolu bir zarf çıkarıp Ali'ye uzattı. "Git de ver o zaman." dediğinde Ali ona sıkıntıyla bakıyordu.

"Seni istiyor."

"Siktirsin gitsin." diye sessizce konuştuğunda kafa karışıklığıyla onları izliyordum. Ali saçlarını karıştırdı.

"Yapacak bir şey yok oğlum, Emre'yi dışarıda tutmak senin tercihindi."

"İyi, beklesin o zaman. İki saat sonra giderim." dedikten sonra alakasızca bana dönüp saçlarımla oynamaya başladı. "Şu an kalkmak istemiyorum."

Ve Ali'nin telefonu bir bildirim sesiyle titredi. Gökdeniz gözlerini kısarak ona döndüğünde Ali de kendini boğmak istiyor gibiydi. "Beş dakika içinde gitmezsen içeri gireceğini söylüyor."

Gökdeniz'in mavileri tutuşmuş gibi sertleşirken bu alevlerin biraz önce benim ortaya çıkardıklarıma hiç benzemediğime fark ettim. Fazlasıyla huzursuz ve keyifsizdi hatta daha önce onu hiç bu kadar isteksiz gördüğümü hatırlamıyordum. Derin bir nefes alıp usanmış gibi yanaklarını şişirirken, başını geriye atıp ofladı ve sabır diler gibi tavanda gezinen ışıkları izlemeye başladı.

"Gökdeniz beş dakika keyiflenemez çünkü, keyiflenirse kıyamet kopar." diye kendi kendine söylendiğinde kaşlarımı kaldırdım.

"Kim geldi ki?"

Sesim, onu bir rüyadan uyandırmış gibi yüzü kısacık bir anlığına put kesildi ve ardından bakışları ağır ağır yüzüme indi. Nedenini anlayamadığım bir şekilde, kafasında bir şeyler çözmeye çalışır gibi beni izlemeyi sürdürdüğünde öylece bekliyordum. Ve ardından aniden gelen donukluğu, aniden gelen bir şimşek çakarak ifadesini dağıtmış gibi yok oldu.

"Kimse." diye karşılık verdikten sonra saçlarımı kulağımın arkasına itti. "Geleceğim iki dakikaya."

Sonra da başını omzuna doğru yatırıp dikkatle Emre'ye baktı, sanki orada kurtulması gereken bir engel varmış gibi. İki saniye geçmeden gözleri fark ettiği yeni bir şeyle kısılmıştı.

"Bunu nasıl oyalacağız diyordum ki..." diye mırıldandığında gözlerini takip ettim ve Nursena ve Emre'nin hâlâ bıraktığım gibi sohbet ediyor olduklarını gördüm. Emre muhabbetin koyuluğuna o kadar dalmış gibiydi ki sanki yanında bomba patlasa duymayacaktı. Gökdeniz kuşkuyla onları izlerken ben, "Miyav." dedim. Ama o buna takılmayıp Ali'ye dönmüştü.

"Sen oyuncu falan mı tuttun bu salağı oyalasın diye?"

Sesinde, Ali'nin bu kadar zekice bir şey düşünebilmesi çok ilginçmiş gibi bir hayret vardı. O sırada çalan şarkı yükselişe geçip sesini yükseltti ve Ali de kaşlarını çatıp bir şeyler söyledi ama duyamamıştım. Sanırım Gökdeniz de duyamamıştı ama bunu önemsemeden devam etti: "Ücretini ödedin mi?"

Ali, "Ne diyorsun oğlum?" diye kafa karışıklığıyla sorduğunda Gökdeniz sinirle dişlerini birbirine geçirdi. "Onu da Gökdeniz halletsin zaten. Gökdeniz'in cebinde tek kuruş yok, onu da Gökdeniz halletsin!"

"Lan otistik, duyamıyorum sesini! Ahmet sen mi açtın bu müziği bu kadar lan!"

Ali, Mine'nin tezgâhının arkasına gizlenmiş Ahmetcan'a bağırdığında ve Ahmetcan yakalanmış gibi baktığında suçüstü yakalanmıştı ama artık biraz geç gibiydi. Gökdeniz belimden tutup beni hızlıca aşağı indirdiğinde başım döndüğü için afalladım ama asıl şaşkınlığım beni indirdiği içindi. Gözlerimi kırpıştırırken o dikkatle beni kalktığı koltuğa oturdu ve gözlerimi yakalayarak, sakince konuştu:

"Bekle burada, tamam mı? Geleceğim şimdi."

Çişi geldiği için gittiğini düşünüp uslu uslu başımı salladım. Gökdeniz ise hemen gitmek yerine üstümdeki ceketi son kez düzeltip dik dik bakmış, ardından olduğuna karar vermiş gibi bizden uzaklaşmıştı.

Onu arkasından izlemeye başladığımda beklediğimin aksine tuvalete gitmek yerine ağır adımlarla Emre'nin olduğu yere doğru ilerlemeye başladı, o sırada Emre getirdiği büyük gazoz kolisiyle uğraştığından dolayı arkası dönüktü. Mine neredeydi acaba?

Nursena yüksek sandalyesinde oturup bir bacağını küçük bir ritimle sallarken, bir yandan boş kaldığı için elindeki tüylü kalemin ucuyla oynuyor ve çalan şarkıya eşlik ediyordu. Gökdeniz, Emre'nin arkasına dönmeyeceğine emin olduktan sonra temkinlice, adım adım Nursena'ya doğru ilerledi ve cebine uzandı.

Eli içeri girdiği anda ise kaşlarını çatmış ve bir şeyi yeni idrak etmiş, üstüne aklına bir hinlik gelmiş gibi duraksadı. Ve yüzünde, çok dikkatli bakıldığında görülebilecek bir zevkle cüzdanından vazgeçip elindeki zarfı açtı. İçinden çıkardığı bir tomara dikkatle baktığımda üzerinde Türk lirası amblemi olmadığını görmüştüm. Sol kaşımı kaldırıp saf saf onlara bakarken Gökdeniz, parayı tezgâha doğru koyduğunda nihayet Nursena'nın dikkatini çekebilmişti.

Nursena bir paraya bir sahibine şok içinde bakarken Gökdeniz, parayı ilerleterek ona doğru ilerletti ve Nursena kediye benzeyen gözlerini kıstı. Gökdeniz parayı alması beklentisiyle ona baksa da hiçbir şey anlamamış gibi duruyor, Gökdeniz'e onunla iletişim kurmaya çalışan tek hücreli bir canlıymış gibi bakıyordu.

Bir süre birbirlerine dik dik baktılar, ardından Gökdeniz bunu kendi içinde nasıl yorumladıysa umursamazca iç çekerek zarftan bir miktar para daha çıkardı ve tezgâhtakinin üstüne koyarak Nursena'ya doğru daha çok ittirdi. Aralarındaki iletişimsizlik o kadar bağırıyordu ki Nursena kafa karışıklığıyla paraya bakarken, elimde olmadan kıkırdadım.

Emre olduğu yerde kıpırdanmaya başlayınca Gökdeniz ona doğru bir yan bakış attı ve ardından parayı alarak Nursena'nın fermuarı açık çantasına adeta fırlattı, sonra da arkasına dönüp hızlı adımlarla bar çıkışına doğru yürümeye başladı. Nursena ağzı açık kalmış bir vaziyette arkasından bakarken bir yandan da seslenmeye hazırlanıyordu, sandalyesini geriye doğru döndürüp elini çantasına daldırdıktan sonra parmaklarının arasına sıkışan bir miktar parayı çıkardı ve çok önemli bir şeyi (dolar amblemi) yeni fark ediyormuş gibi şok içinde kaldı.

Sanırım biraz miyoptu ve fark etmesi için parayı gözünün içine sokması gerekmişti...

"Manyak..." diye şaşkın şaşkın Gökdeniz'in arkasından mırıldandıktan sonra sahtece öksürmüş ve duruşunu düzelterek parayı çantanın içine atmıştı. "Neyse... Şimdi peşinden gitsem de yetişemem zaten. Demek ki hayır işlemek istemiş, olabilir... Neden olmasın yani?"

O kendi kendini ikna etmeye çalışırken Emre de ona nihayet dönmüş ve iki elmalı gazozu daha tezgâhın üzerine bırakmıştı. Ardından heyecanla nefeslendi ve sandalyesine geri yerleşti. "Evet, şimdi 3. bölümün 36. dakikasının analizine devam edebiliriz!"

Gökdeniz kaşla göz arasında ortadan kaybolduğunda ben de Ali'ye döndüm ve onun zaten bana baktığını fark ettim. Zoraki bir şekilde gülümseyip bana doğru uzandı ve kafamı bir köpeği sever gibi okşadı. "Nasılsın canım benim? Ben çok iyiyim, sağ ol." deyip sormamama rağmen, bir çocukla konuşur gibi abartılı mimiklerle devam etti:

"Gökdeniz bir arkadaşıyla konuşmaya gitti, şimdi gelecek. Merak etme."

Şimdiye kadar merak etmiyordum aslında.

"Hangi arkadaş?"

"Canım ne önemi var..."

"Hıhı, tamam. Ben tuvalete gidiyorum."

"Git bakalım."

Tuvalete gidiyormuş gibi yapıp iki saniye sonra bar kapısına doğru koşmaya başladım. Ve Ali kaçtığımı yine fark etmedi, ikinci kez.

Kapıyı büyük bir hızla açıp damarlarımda adeta dans eden kıpır kıpır enerjiyle soğuk havayı kucakladım ve derin bir nefes aldım. Başım döndüğü için bir an ağaçlar ve sokak lambaları birbirine karıştı ama dalgaların sesi hâlâ etrafımdaydı.

Bu beni sarhoşça gülümsettiğinde ayakkabılarımı çıkarıp sahile yürüme isteği oluşmuştu içimde. Bu yüzden etrafta Gökdeniz'i aramaya başladım.

Sol tarafıma verebileceğim en büyük dikkati vermeme rağmen onu göremediğimde, sağıma döndüm ve bardan sarsak adımlarla uzaklaşarak metrelerce ötemde onun karaltısını gördüm. Elinde yine o beyaz zarf vardı. Ona sürpriz yapacağım düşüncesiyle heyecanla kıkırdayıp oraya doğru döndüm ve topuklularıma rağmen koşmaya başladım. Saçlarım yüzüme ve ceketine çarpıp dururken özgürlük kanımda fokur fokur kaynıyor, sanki her an uçabilecekmişim gibi hissetmeme yol açıyordu.

Ve nihayet, duran bedenine sertçe tosladığımda ve sırtı burnumu acıttığında durup ahlamak zorunda kaldım. Onun bedeni de afalladığı için hafifçe sarsılmıştı fakat bir saniye bile geçmeden toparlandı. Çenemi sırtına yaslayıp başımı kaldırarak gülümsedim ve bana dönmesini bekledim ama bunu yapmak yerine bilerek arkasına dönmüyor gibiydi sanki. Hatta bir mırıltı duymuş gibiydim:

"Eğer sensen kendimi şu çatıdan atarım Bahar, yemin ederim atacağım..."

Onu daha fazla bekleyemeden, "Sürpriz!" diye bağırdım ve yanına doğru hopladım, topuklular yüzünden sarsıldığımda ise omzuna tutunup kıkırdadım. Onun ifadesi ise beni gördüğüne hiç mutlu olmuş gibi değildi. Hatta yüzü tek bir mimiğe, tek bir kelimeye bürünmüş gibiydi: sıçtık.

"Ben sana bekle demedim mi?" diye sorduktan sonra bara doğru baktı ve sesi sertleşti: "Ali nerede?"

"Onu tuvalete gideceğim diye kandırdım."

"Ve yedi?"

"Evet!"

"Yine?"

"Evet. Biraz mal galiba..."

Gökdeniz bir kez daha eliyle yüzünü sıvazlamaya başladığında zarfın artık onda olmadığını fark ettim ve meraklı gözlerle karşısına baktım. Karşılaştığım ilk şey bir çift şaşkın bakış olurken bu bedenin benden birkaç santim uzun olduğunu görebilmiştim, boyu Sibel'le aynı olacak kadar uzundu. Başına geçirdiği kapüşon ve siyah kıyafetleri bedenini gizlerken gözlerimi kırpıştırıp yüzüne daha dikkatli baktım ve karşımdaki kişinin kadın olduğunu fark ettim. İçimde bir yanardağ ısınmaya başladı ama bunu dışarı yansıtamayacak hatta hissedemeyecek kadar neşeliydim.

Rüzgâr, aniden esip onun kapüşonunu uçurduğunda ve büyük bir kısmı fuşya pembesi olan kısa saçları uçuştuğunda gözlerim istemsiz bir hayranlıkla irileşti. Gökdeniz ise ben bir şey göremeden elini belime atmış ve beni bara doğru çevirmeye çalışmıştı. "Tamam bitti işimiz, gidiyoruz hadi." dediğinde afallayarak mecburen ona ayak uydurmuştum ki arkamızdan ince bir ses yükseldi:

"Ben bitti demedim."

Gökdeniz her nedense durdu ama bakışları o kadar öfke doluydu ki birer mermi olsalardı bu gece fazlaca ölü çıkardı kaldırımlardan. Ben yaşadığım şeyi idrak etmeye çalışırken sese biraz alay karışmıştı: "Daha bu paralar sayılacak," diyerek zarfı hafifçe salladı. "Daha detaylar konuşulacak..."

"Tamam sonra konuşuruz. Yürü Bahar."

"Bir dakika ya." diyerek onu durdurup hafifçe ittim ve engel olmasına kalmadan arkama döndüm. Yirmilerinin ortasında gibi görünen kız bir Gökdeniz'in yüzündeki kaçıp gitmek için canını verecek ifadeye bir bana baktı ve gözlerindeki yabancılığa rağmen gülümsedi. O gülümsediğinde ben de hiçbir şey anlamamama rağmen gülümseyecek gibi oldum.

"Bahar." diyerek kolumu saran Gökdeniz beni ciddi ciddi çekiştirmeye başlayacaktı ki karşımızdaki kız benim yerime itiraz etti: "Bırak kızı ya. Ne yapıyorsun?" dedikten sonra öbür kolumdan da o tuttu ve Gökdeniz'in anlık boşluğundan yararlanıp beni kendine doğru çekti. Ardından alayla gülerek Gökdeniz'e bakıp sözlerini sürdürdü:

"Sanki gizli saklı bir şey yapıyormuşuz gibi..."

Ve o an Gökdeniz'in, ilk defa birine ağır bir küfür etmemek için kendini deli gibi zorladığına şahit oldum. Ama o an bu önemli değildi, önemli olan tek şey yeni birileriyle tanışıyor olmaktı. Ayrıca beni savunduğu için mutlu olmuştum.

"Merhaba." diyerek ona doğru bir adım attım ve elimi uzattım. "Ben Bahar. Gökdeniz'in yönetici gezegeniyim."

Kaşlarını kaldırarak, "Öyle mi?" diye sorduğunda yüzünde hem keyifli hem rahatsız bir gülümseme oluştu. Elini benim gibi kaldırıp elime uzattı ve hafifçe sıktı. "Merhaba Bahar, Ben de Birsen."

Sonra başını hafifçe omzuma yatırdı ve beni on bardak kahveden bile daha sert ayıltan o cümlenin devamını getirdi:

"Gökdeniz'in ilk öpücüğüyüm."

Şok.

Gerçek bir şok.

Eğer bu halimi ilerleyen günlerde en net haliyle hatırlayabileceksem, tanımlarken kullanacağım ilk kelime bu olurdu.

Önce alnımın tam ortasına devasa bir çekiç yediğimi hissettim, öyle ki rüzgâr bile esmemesine rağmen başım öyle bir döndü ki yere yığılacağımı zannettim. Yüzümdeki aptal gülümseme, tıpkı elindeki elim gibi boşluğa düşerken bakışlarımın devasa bir boşluğun ağına takıldığını hissediyordum. Zihnimdeki tüm bulanıklık bir kuşun kanatlarına asılıp uçtu ama kafamın içindeki her şey hâlâ dönüyor, hatta bu dönüş her saniye daha da hızlanıyordu.

Gökdeniz'in kolumu tutan elinin sertleştiğini hissettim, ardından dudaklarından dökülen birkaç hakaret duyar gibi oldum ancak öfkesinden başka hiçbir şeyi seçemiyordum. Saniyeler sonra öfkesi de kalmadı çünkü benim duygularım onunkileri ezip geçecek kadar dehşet bir seviyeye ulaştı. Şakaklarımda dakikalar önce heyecanla bağıran nabzım şimdi bıçak çeker gibi zonkluyordu.

Belki şu an hissettiğim ya da yapacağım şeylerin mantıklı bir açıklaması yoktu. Belki de Gökdeniz haklıydı, gerçekten sarhoştum ama kalbimde hissettiğim o anlık parçalanma o kadar netti ki ancak alkole dilini sürmemiş bir azize bu denli gerçek hissedebilirdi her şeyi.

Bir tokat etkisi gibi üzerime yıkılan cümlesinin harekete geçirdiği ilk şey, bir yıkımın ardından başını yılan gibi çıkaran kıskançlık olmuştu. Ardından onu tuhaf bir hüzün takip etti, nereden geldiğini anlayamadığım hayal kırıklığı ikisine de gölge düşürdü ancak tüm kırmızılığıyla bu soluk renklerin suratına tüküren öfke herkesin gözlerini almayı başarmıştı bile.

Bana daha önce kimsenin olmadığını söylemişti.

Bana daha önce birinin olduğunu söylemeliydi.

"Çok bozulmuş senin ağzın Gökdeniz ya..." dediğinde gözlerimin takıldığı noktadan harekete geçip, ağır ağır, sinsi bir avcı gibi onun yüzüne tırmandığını hissettim. Gökdeniz demişti değil mi? O dudaklarla? Şu an tırnaklarımı o aptal ağzına yaslayıp dilini koparmamamın tek sebebi titreyen dizlerim ve Gökdeniz'in beni düşürdüğü konumdu.

Çünkü görünen o ki ısrarla sormama rağmen geçmişiyle ilgili dürüst bir cevap vermiyorsa, demek ki benim o geçmişe elimi sürme hakkım yoktu.

Bu, kalbimi kıran asıl şeyin ne olduğunu kafama dank ettirdiğinde, "Ne?" diye cılız bir şekilde fısıldadım sanki konuşma yetimi ilk defa kazanmış gibi. Gökdeniz'in gözleri ise bende değil, ondaydı. Yüzünde o kadar olumsuz duygu birbirine karışmıştı ki hiçbirini öbüründen ayıramıyordum.

Kıza, muhtemelen aklından geçeni binlerce kez filtreleyerek, "Senin ben kafana tüküreyim." dediğinde ismini içimde anmak istemediğim şahsiyet gülerek gözlerini devirmişti. "Ay sanki yalan söyledik."

Gökdeniz'in gözlerinde kalan son kontrol taneleri, balyoz yemiş gibi dağıldığında ve dudakları aralandığında, kolumu elinden sertçe kurtardım ve ileriye doğru yürümeye başladım. İçtiğim onca bardağa rağmen ve başım bu denli dönüyorken adımlarımı bu kadar sağlam atmam gerçek bir sürprizdi. Midem feci bulanıyordu ve görüş açım gittikçe kötüleşiyordu.

İkincisinin alkolle olduğunu zannetmiyordum.

"Bahar!" diye arkamdan o tanıdık seslenişi duyduğumda her seferinde olduğu gibi içimde bir çiçek açtırdı ancak tohumun ekildiği toprak cam parçalarıyla kaplıydı, o çiçek orada büyüse ne olacaktı?

Mide bulantım daha da artarken tiksintiyle yüzümü buruşturdum ve adımlarımı hızlandırdım. Attığım her adımda kafamda yeni bir paranoya doğuyordu ancak biraz önce yaşadığım şoktan sonra hiçbir korkunç düşünceye imkânsız gözüyle bakamıyordum. Ortadan kaybolduğu geceleri düşündüm, kaçamak cevaplarını, yakalayamadığım gözlerini, içimde bir fırtına gibi beslenen endişeleri ve evdeki sessizliği.

Doğum günüme kadar ilgilenilmesi gereken bir sahne vardı belki, peki ilerisi?

Kolumdan sertçe tutularak çekildiğimde mecburen durdum ve bedenimin arkaya doğru döndürüldüğünü hissettim. İçimde cayır cayır yanan öfke ve yaşadığım hayal kırıklığı öyle bir savaşıyordu ki buna karşı koyacak gücü bulamadım.

"Nereye gidiyorsun sen, nereye? Dur bir dakika!" dediğinde kaşlarım çatılıydı ama kolumu can havliyle kavradığını hissedebiliyordum. Bir anda sevdiğim kelimeleri tutsam toza dönüşecek masal vaatlerine büründü ve kaburgalarıma giren sancıyla bayılacağımı zannettim.

"Sen..." diye konuşmaya çalıştığımda biraz önceye kıyasla sönmüş bir balona dönen sesimle beraber gözleri dudaklarıma kaydı ve yutkundum. "Sen demiştin ki-"

Lafımı bitirmeme kalmadan başım sertçe döndüğünde ve düşecek gibi olduğumda Gökdeniz'in tüm dikkati dağıldı ve yalnızca beni tutmaya odaklandı. O bir cevap veremeden ben kendi soruma kendim cevap vermiştim bile. Bana daha önce hiç sevgilisi olmadığını söylemişti. Yalnızca sevgilisi. Belli ki birilerini öpmek için duygusal bir isme gerek duymamıştı.

Bu, üzerinde hiçbir hakkım olmamasına rağmen bir canavar kalbimi avuç içine alıp sıkıyor gibi hissettirdiğinde elimi göğsüme attım ve derin bir nefes alarak ayakta durmaya çalıştım. "Bahar?" diye seslendikten sonra alelacele bir şeyler daha söyledi ama kulaklarımın uğultusundan onu duyamıyordum bile.

Birkaç saniye kollarının arasında mecburen durduktan sonra, zar zor kendime geldim ve başımı kaldırıp ondan bir adım uzaklaştım. Gözlerim ne yapacağını şaşırmış gözlerine denk düştüğünde soracağım sorunun son bir şans olduğunu bildiğimden mi bu kadar duraksamıştım, bilmiyordum.

"Bana tek bir şey söyle Gökdeniz." dediğimde sesim bir yabancının sesi kadar soğuk ve duvarlarla kaplıydı. Tuğlalar onun suratında parçalandı. Gökdeniz, diye geçirdim içimden. Biraz önce o kızın dilinde yuvarladığı gibi. Gökdeniz, Gökdeniz, Gökdeniz.
Acaba başka hangi koşullarda yuvarlanmıştı bu isim?

Bunu düşünmek bile farkında olmadan tutunduğum koluna tırnaklarıı geçirme isteği uyandırsa da her şeyden çok kendinde olan parçam uyanmıştı ve bu tavizi vermeyecektim. Bana hak görülmeyen şeyler içimde ihtilal planları yapsa da direnişlerinin manşetini okumasına izin vermeyecektim.

"Ortada olmadığın gecelerde..." deyip kalbime düşen taşa rağmen titreyen parmağımı, bakmak istemediğim o tarafa diktim. "Bu kadınla mı birlikteydin?"

Ve işte o duraksayış. Gözlerinde gördüğüm o bir anlık ama benim için sonsuz olan duraksayış.

İçimdeki tüm camdan kavanozlar yüksek bir gürültüyle çatladığında hayal kırıklığıyla elimi kolundan ayırdım ve sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Öyle değil." diye hızlıca ifadesini ve kelimelerini toparlasa da artık bir önemi yoktu.

"Bak çok içkilisin, gel eve gidelim, sonra sakin sakin konuşuruz tamam mı?"

Aniden boğazımdan yükselen, tutamadığım histerik gülüş onu duraksattığında ben de duraksamıştım çünkü kontrolüm dışında olmuştu ve içki gerçekten, asıl şimdi başıma vurmaya başlamıştı. Neye güldüğümü bilmiyordum. Hayır, aslında biliyordum. Kendime gülüyordum, tıpkı ses tellerimde uzun süreden sonra uyanan şeytanlar gibi.

Kısık sesle de olsa güldüm, güldüm, güldüm. Ardından gülüşüm bir bıçak gibi çekildi ve gözlerimin dolmaması için kendimle savaşır oldum. Başımı kaldırıp dimdik yüzüne baktığımda, "Ulan..." demiştim.

"Görüp görebileceğin en kıskanç kadınım ben. Ama bir kere bile aklıma bu ihtimal gelmemişti ya... Sana yazıklar olsun."

"Bahar öyle bir şey yok! Delirdin mi sen? Nereye gidiyorsun?!"

Cümlelerine nokta koyamadan ona arkamı döndüm ve sarsak da olsa hızlı adımlarla yürümeye başladım. Hemen ilerimde gördüğüm, bize saf bakışlar atan tanıdık yüzü gördüğümde arkamdaki varlığı yok sayarak ona bağırmıştım. "Ahmet arabayı çalıştır!"

Yüzündeki boşluk dağılıp yerini şaşkınlığa bırakırken harekete geçemeden Gökdeniz de bağırdı: "Araba falan yok Ahmet! Bahar dur! Dursana!"

Bir kez daha koluma atılan elini, beni tutup ta şu yabancı şehre getirdiğinde bile itmediğim kadar sertçe ve öfkeyle ittiğimde onu duraksatanın kuvvetim değil gördüğü şey olduğunu biliyordum. "Dokunma bana! Dokunma yemin ederim giderim polise!"

"Ne polisi kızım? Manyak mısın sen?!" dediğinde istemesem de yüzüne baktım ve gözlerimi bir kez daha gözlerine diktim kararlılıkla. "Peşimden gel de gör ne polisiymiş!" diye sokağın ortasında gürledikten sonra tekrar arkama döndüm. "Şu arabayı çalıştır!"

Ahmetcan bana korkarak bakıp arabanın kilidini açtığında Gökdeniz, benim iki katım kadar yüksek bir sesle bağırmıştı: "Ahmet gebertirim seni!"

Ve içimde ısınmaya başlayan yanardağ, daha fazla dayanamadan patladı. Bununla eş zamanlı olarak durdum, arkamı döndüm, ayağımdaki topukluyu çıkardım ve uyarıma rağmen beni takip etmeye devam eden herife doğru hiç düşünmeden fırlattım.

Topuğun sivri ucu keskin bir ses çıkararak onun alnına isabet ettiğinde biliyordum ki algılarım daha açık olsaydı bu kadar iyi isabet ettiremezdim.

Gökdeniz ciddi manada donakaldığında ayakkabı onun kafasından sekip yere düştü ve gözleri acı ve şokla irileşirken öylece, sokağın ortasında ve tam karşısında ona bakmaya başladım. Elini hâlâ idrak edemiyormuş gibi alnına doğru götürdüğünde, "Bitti!" diye bağırdım ve bakışlarındaki şaşkınlık bana dönmesiyle iki katına çıktı.

Sonra sık nefeslerim duruldu. "Bitti." diye kısık bir sesle tekrarladım sanki bu sefer kendime söyler gibi. Sonra idrak ettiğim şeyle bir kez daha gülecek gibi oldum ama canım o kadar acıdı ki bunu yapamadan geriye doğru bir adım attım. Ayakkabının teki ayağımda olduğu için dengem sarsılırken adımlarca ötemde bana tokat yemiş gibi bakıyordu. Kalan ayakkabıyı da fırlatır gibi çıkardıktan sonra, "Gerçi ne bitmesi?" dedim alayla gülerek. "Var olmayan bir şey nasıl bitecek?"

Ayakkabılarımı ve onu arkamda bırakarak, başım döndüğü için yavaş yavaş ama kararlı ve sert adımlar atmaya başladım ve bunu yaparken aniden sesimin şiddeti beş katına çıktı:

"El alemi öpmek için bir isme ihtiyaç duymayan herif aylardır bana bir isim vermedi! VAR OLMAYAN BİR ŞEY NASIL BİTECEK?!"

Nihayet onun aptal, beyaz arabasına vardığımda içeri girip kapıyı deli gibi çarptım ve Ahmet bana korku ve kafa karışıklığıyla bakarken, "Sür arabayı." dedim sert bir sesle.

"Yenge..."

Yakasına yapıştığım gibi onu sarsarak bağırmaya başladım: "Yenge deme bana! Yenge deme lan bana!"

"Tamam, tamam! Tamam özür dilerim sakin ol n'olur!"

Onu ittirerek bıraktığımda hareketlerimin iyice kontrolsüzleştiğini hissederek arkama yaslandım ve "Eve sür." dedim. Saniyeler geçmeden araba harekete geçtiğinde ayaklarımı kendime çekmiş ve koltuğa büzüşmüştüm. "Hızlı." dediğimde ikiletmeden arabayı hızlandırdı.

Gözlerimi kapattım, açtım, kapattım, açtım. Nefes aldım, verdim. Daha çok aldım, daha çok verdim ve bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Bu fevriliğe yetişemesem de göğüs kafesimden boğazıma akan tüm bu duygular o kadar fazlaydı ki kalbim bin parçaya bölünüp tüm hücrelerime batıyor gibi hissediyordum. Hıçkırıklarım bir anda başladığı gibi bir anda arttığında ve tüm arabayı kapladığında Ahmet'in şaşkınlıkla bana döndüğünü hissettim ama bu beni durdurmadı.

"Ye- abla? Bahar abla iyi misin?" diye çaresizce sorduğunda sanki sesi benim için bir tetikleyiciydi, öyle ki duygusal başlayan ağlamam bir patlamaya dönüştü ve artık neredeyse bağırarak, çığlık atarak ağlıyordum. Tutunacak bir şey bulamadığım için ellerimle saçlarımı avuçlayarak onları çekiştirmeye başladım. Eski alışkanlıklar.

"Ne bok yedi bu adam bu kadar ya!" diye bağırdığında, çatlak bir sesle, "Sür. Sadece sür." diye fısıldadım ve cenin pozisyonu aldım. "Uzaklaşmak istiyorum, yok olmak istiyorum."

"Abla o nasıl söz? Sen yok olursan biz ne yaparız?" dedikten sonra yavaşladı Ahmetcan ve sıkıntıyla önündeki yola baktı. "Bizim yol kapalıymış, dolandırmak zorundayım biraz. Neden ağlıyorsun sen söyler misin lütfen?"

Koltuğa yapışıp hıçkıra hıçkıra ağlamayı sürdürürken Ahmetcan arabayı olduğu kadar hızlı sürüyordu ama her an kenara çekecek gibi bakıyordu bana yandan yandan. "Kendi kendime yaptım," dedikten sonra hıçkırdım. "Kendi kendime kırıldım..." Derin bir iç çekiş. "Kendi kendime ağlıyorum şimdi de! Nefret ediyorum kendimden!"

"Allah'ım sen aklıma mukayyet ol..." diyerek alışkın olmadığım bir başka yola sapan Ahmetcan'a bir şey demedim, o ise bana ceketinin cebinden bir mendil uzattı. Mendili titreyen ellerimle alıp arabanın kapısına yapıştım ve kendime mani olamadan, sanki patlayan o yanardağ benmişim ama civarda zarar verebileceğim tek insan da benmişim gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim. Olmuştu işte, o kar küresindeki kızıl saçlı figür gerçekten paramparça olmuştu ama onun ellerindeki kan yalnızca bir yanılsamadan ibaretti.

"Nefret ediyorum senden Gökdeniz!" diye bağırarak arabanın içine doğru sert bir tekme attığımda Ahmetcan koltuğunda zıpladı. "Aptal herif, nefret ediyorum senden! İnşallah o ayakkabı kafanı yarmıştır, yalancı pislik! Dudağın kopsun!"

Bağırmaktan nefes nefese kaldığımı fark edince mecburen bir saniyeliğine sustum, ardından bir tekme daha geçirdim ayağım acısa da. "Dudağın kopsun şerefsiz herif! Yalancı!"

"Abla ne olur dur yemin ederim ben de ağlayacağım ya!"

Onun ikazı üzerine durup yorgunlukla kapıya sindim ve hıçkırıklarım devam ederken kendimi bir nehre bırakır gibi içimde tüten sancıya bıraktım. Köşemde kendi halimde ağlarken çok geçmeden Ahmetcan'ın telefonu çalmaya başladı ve ekranda o şerefsizin ismi göründü. Duymamak için kulaklarımı kapatsam da buna gerek kalmamıştı çünkü Ahmetcan telefona ters ters bakıp meşgule attı.

Sanırım onun tarafını da kendime çekmeyi başarmıştım.

Bu zerre umrumda olmadığı için mide bulantım, baş dönmem ve dengesiz ruh halimin baharatı olduğu gözyaşlarım yüzümü ıslatıp dökülürken derince iç çektim ve deli gibi kendimi suçladım kafamın içinde. Ahmet'in telefonu bir kez daha çaldı, bir kez daha. Onlarca mesaj art arda indi ama inadı inattı bir kere. Yol uzadıkça uzadı, dakikalar birbirini kovaladı ve ben bir süre sonra gerçekten ağlamaktan yorulduğum için hıçkırmayı bırakıp sessizleşmek zorunda kaldım.

Ahmetcan acemi şoförlüğünde bir hata yapmamak için olsa gerek, girdiği ıssız yolda dikkatle sürerken ve farlar sokağı aydınlatırken uzun bir süre boşluğu izledim. Uyumak istiyordum ama hiç uyuyamayacak gibiydim. Bundan sonra ne olacaktı? Ne yapacaktım? Hiçbir şey bilmiyordum. Tek bildiğim bayılacak gibi hissettiğimdi.

Ve sonra, tüm bunların ardından beni delirtme gücüne sahip tek şeyi fark ettim.

Bizi takip eden siyah arabayı.

Bir kez daha delicesine kahkaha atmak istedim, bir parçam belki ağlamak istedi ama öbürleri hep beraber onun suratına tükürdü. Tüm bu yorgunluktan sonra en ufak bir duyguyu kaldıramayacağımdan emindim, belki de bu denli şiddetli kaçmamın sebebi buydu ama hiç hesapta olmayan bir şey ensemden yukarı bir silah gibi tırmanmaya başlamıştı bile. Bu duyguyu yakından tanıyordum, adı kindi ve ensene dayadığı silahı karşındaki enseye dayamanı emrederdi.

Ve öyle şiddetli bir dalgayla gelmişti ki içimdeki tüm korku zerreleri sus pus kesildi.

"Şimdi siktim seni."

Ahmetcan şok içinde aniden benden yükselen buz gibi cümleyle yüzüme baktığında, duruşumu bozarak yan aynadan bir katilin gözlerini andıran gözlerime, ardından bizi bizimle aynı hızda takip etmeyi sürdüren arabaya baktım ve bir şey fark ettim. Aylardır ne zaman köşeye sıkıştırılacak veya kapanlarına düşecek olsam bir arabanın içindeydim. Hep aynı klişe yöntemi deniyorlardı fakat sinirlerimi bozan bu değildi, bu yöntemlerinin başarıya ulaşıyor oluşuydu.

Saniyeler önce cayır cayır yanan içim buz kesti, hayatımda hiç olmadığı kadar soğukkanlıydım şimdi çünkü ben sabır eşiğimi tam biraz önce aşmıştım ve gözüm döndükten sonra arkamda kalanların hiçbir önemi yoktu. "Ahmet yavaşla." dediğimde hâlâ biraz ürkmüş gözükse de dediğimi yapıp arabayı yavaşlattı ve tam beklediğim şey oldu. Arkamızdaki siyah araba bizi sollayıp önümüze geçti ve keskin bir fren yaparak önümüzü kesti.

Ahmetcan şok içinde arabayı durdurup ne olduğunu anlamaya çalışırken, ben her şeyi bir kenara bırakıp genişçe gülümsedim ve hatta biraz kıkırdadım. "Gerçekten..." dediğimde gülüşüm şiddetlenecek gibi oldu ama o kadar cansızdı ki sanki kan damlalarıyla bir gülen yüz meydana getirmiştim. "Gerçekten birinin canı çıkacak bu gece."

Ben derince iç çekerek, bir diziyi izler gibi önümüzde öylece duran siyah arabayı izlerken aniden Ahmet'in kaşları havalandı ve "Hassiktir." deyiverdi. Kendi kendini paniğe sokup kenara koyduğu telefona uzanırken ben de aynı anda torpidoya uzanıyordum. Ama benim aksime o hiç sakin değildi, bu yüzden telefon elinden kayıp düştüğünde daha yüksek sesle bağırdı: "Hassiktir!"

Başımı bir sağa, bir sola yatırarak derin bir nefes aldıktan sonra hafifçe eğildim ve dudağımı büzerek gözlerimi kıstım. İki saniye geçmeden aradığım şeyi bulduğumda yüz ifadem gevşedi ve sanki orada beni bekliyormuş gibi rahatça uzanıp torpidodaki silahı kavradım. Ardından torpidoyu ağır ağır, sakince kapatıp geri çekildim ve Ahmetcan aynı küfrü bu sefer bana baktığında etti.

"Yenge ne yapıyorsun?!"

"Arabadan çıkma."

"Ne? Yenge gözünü seveyim bunlar gebertmese Gökdeniz abi gebertir be-"

O lafını bitiremeden ben çoktan dışarı çıkmış ve kapıyı arkamdan sertçe kapatmıştım. Bu silahı elime ilk aldığımda bana ne demişti? Taksiciyi öldüren herif karşındaymış gibi vur. Eh, artık buna gerek yoktu çünkü birazdan onun başı gerçekten karşımda olacaktı. Bu bulanık zihinle ayakta durabilmem bile belki şaşırtıcıydı ama ben öyle bir soğuktum ki sanki şimdiye dek hiç böyle sivrilmemişti dikenlerim.

Silahı aylar önce, bana yalnızca beş saniyeliğine gösterdiği şekilde kavrayıp başımı kaldırdım ve "Miraç!" diye öyle bir bağırdım ki etrafımızdaki ağaçlardan onlarca kuş aynı anda irkilip uçmaya başladı. Karşılığında aldığım cevap sessizlik olduğunda bedenimin kontrol kayışlarının tamamen kopmaya başladığını hissediyordum ama bundan hiç rahatsız değildim çünkü bu herifi gerçekten gebertmek istiyordum.

Hayatımda hiç kimsenin ölmesini bu denli istememiştim, babamın katilinin bile.

"Neredesin orospu çocuğu!" diye sıfır sansürle çığlık atarken öfkeden zangır zangır titreyen elim havalanmıştı. Aslında ellerim değil tüm bedenim titriyordu, aylardır biriktiğim ne varsa beni kusuyordu. O siyah araba dışında hiçbir görüntü yoktu artık.

"Hayatıma sıçtın lan! Hayatıma sıçtın!" diye bağırdım her yerimden nefret saçılırken. Ardından karşılaştığım tepkisizlik beni zıvanadan çıkardı ve gözüm dönerken arabanın etrafına bir çift ateş ettim.

"Çıksana dışarı kevaşenin evladı!"

Ve sonra arabanın sürücü koltuğu büyük bir sakinlikle aralandı, benim göremediğim tarafta olmasına rağmen silahı hızlıca kaldırıp o tarafa doğru nişan aldığımda buna eş zamanlı olarak arabanın tüm camları açıldı sanki çünkü içeride çalan şarkı, kısık sesle dışarıya taşmaya başlamıştı.

Ve durumla o kadar alakasızdı ki bu piçleri geberttikten sonra arabanın radyosuna da bir çift el sıkacağımı düşündüm.

Neşe Karaböcek, Gözlerin Eladır Yâr.

Kaşlarımı çatarak kendimi yokladım ama yemin ederim zerre korku hissetmiyordum, kaybedebileceği her şeyi asılmış bir adamdan farksızdım. Kalbimde bile buz ve kül atıyordu, soluklarım uçurumdu. Öyle ki Miraç denen pezevenk arabasının etrafından salına salına dolanırken sabırsızlandığımı bile hissettim. Yürüdü, yürüdü, yürüdü ve nihayet baştan aşağı siyah kıyafetleriyle karşıma dikildiğinde ikimiz de aynı anda donakaldık.

Çünkü karşımdaki Miraç değildi.

Yüzümdeki kilden yapılma öfke, nefret ve kin, aralarına yeni bir afallamanın karışmasıyla dağılacak gibi olurken kaşlarım öyle bir çatıktı ki sonsuza dek öyle kalacaktı sanki. Duraksayışıma rağmen ellerim duraksamıyordu, silahı bir anlığına indirsem de hâlâ ona dönüktü.

İşin tuhafı, o da bana aynı şaşkınlıkla bakıyordu.

Tanıdık bir sima arar gibi bakışlarımla yüzünü delik deşik ederken o da aynı şeyi bana, hayır, yalnızca saçlarıma yapıyordu. Kemikli bir yüzü vardı ve ince, uzun bir bedeni. Koyu renk saçları ve gözleri bir kalabalıkta öne çıkmasına yetecek kadar kuvvetli bir farklılık değildi ve ben onu daha önce görmediğime emindim. Öyle görünüyordu ki o da bundan emindi.

Rüzgârın uğultusu bile bakışmamız karşısında susup geri çekilirken, karşımdaki silahsız gibi görünen adam, muhtemelen yirmilerinin başlarındaydı, oflayarak başını omzuna yatırdı ve ellerini siyah pantolonunun ceplerine attı. Karanlığa gömülmesine rağmen resmi değil spor bir görünümü vardı, onu günlük yaşamdan koparılmış gibi gösteriyordu.

Sonra gözleri benden ayrıldı ve hemen yanında durduğu siyah arabanın arka yolcu koltuğunun camına yöneldi. Çenesiyle beni işaret ettikten sonra konuşmaya hayal kırıklığıyla konuşmaya başlamıştı:

"E kızıl bu."

Kafa karışıklığıyla gözlerimi kıstığımda sol tarafımdan bir ses duydum ve kopan göz kontağımızdan yararlanarak hızlıca oraya döndüm. Ahmetcan çatık kaşları ve tir tir titreyen bedeniyle dışarı çıkmış, tedirginlikle bana bakıyordu ve gözlerim ondayken bir şey daha fark ettim.

İçinden çıktığımız arabanın rengini.

Beyaz değildi, kahverengiydi.

Buraya Gökdeniz'in değil, Ali'nin arabasıyla gelmiştik.

Şok, tüm bedenimi esir alıp algılarımla bana adeta oyunlar oynarken silahı biraz daha indirdim ve buradan duyamadığım karşılıklar alan genç adama diktim bir kez daha gözlerimi. O sırada o da bana kaçamak ama dikkatli bir bakış attı. "Yok yok, dümdüz kızıl. Boya bu kadar dağınık durmaz."

Ardından bana doğru hafifçe başını eğdi. "Alınma lütfen."

"Ne?"

Beni yok sayarak, "Çok ufak tefek de değil. Elinde silah var zaten. Değil mi? Çok enteresan gerçekten..."

"Ne saçmalıyorsun lan sen!" diye alevlenen öfkemle bağırıp silahı bir kez daha havaya kaldırdığımda onun koyu renk gözleri de silaha kaydı ve hafifçe toparlanır gibi olup küçük bir tebessüm etti.

"Çok pardon, biz böyle lafa daldık tabii ayıp oldu... Şimdi biz buraya çok farklı bir hedef için gelmiştik, onun hayal kırıklığıyla dolduk o yüzden." deyip gözlerini kıstı ve eliyle kısa boyu işaret eder gibi bir hareket yaptı. "Böyle ufak tefek, kıvır kıvır, tanırsın belki. Bir de ürkek bir şey çıkması gerekiyordu, bu manzarayı beklemiyorduk anlayacağın."

Alayla silaha baktı. "Ama nefretin beni oldukça etkiledi doğrusu..."

Endişe hissizliğimin ortasına bir çığ gibi düşerken bu yabancının Şevval'den ne istediğini düşünmeye çalıştım ama bulabildiğim hiçbir cevap yoktu. Aralık kalmış dudaklarımı gördüğünde kaşlarını kaldırdı ve coşkuyla toparlanıp, "Ama..." diyerek bana doğru bir adım attı. Silahı yüzüne doğru tuttuğumda ellerini hafifçe kaldırdı ama hâlâ korkusuzca gülümsüyordu.

"Bu, buradan hiçbir şey olmamış gibi ayrılmak zorunda olduğumuzu göstermiyor neyse ki." deyip arkaya doğru baktı ve buradan göremediğim kişiye doğru seslendi: "Değil mi?"

"Yaklaşma kafanı parçalarım senin."

"Şüphem yok." deyip daha geniş gülümsedi. "Ama hiç gerek de yok biliyor musun? O güzelim enerjiyi biraz önce saydırdığın kansıza ayırsan ikimiz de çok daha keyifli bir gece geçiririz bence."

"Ne istiyorsun bizden!"

"Hah, ben de tam oraya geliyordum!" diye heyecanla atıldı, yetişkin bedenine rağmen bir çocuktan farkı yoktu. İlerleyip arabasının bagajına yaklaştıktan sonra neşeyle gülümsedi ve aniden bağırdığında bedenimdeki titreme şiddetlendi.

"Efendim hoş geldiniz! Bu gecenin şanslıları siz, bizlerin ilk gösterisine şahit olmayı bir tesadüf eseri de olsa hak ettiniz!" diye bağırıp benim dehşet dolu bakışlarıma karşın göz kırptı. "Son olmayacağına emin olabilirsiniz."

Ardından, arabasının bagajını açtı ve yere bir ceset düştü.

Gözlerin eladır yar, başıma beladır yar...

Elimdeki silah, titreyen elime daha fazla dayanamayıp yere düştüğünde kendime kızamadım çünkü hazırlandığım şey bu değildi.

Düşen şeyin bir ceset olduğunu nereden anlamıştım, bilmiyordum. Belki sonuna kadar açık olmasına rağmen cansız bakan gözlerinden, belki morarmış teninden, belki kıpırdamayışından... Hayır, boynunda asılı kalmış halattan.

Ahmet'ten korku dolu bir nida yükseldiğini duydum ama ben kıpırdayamıyordum, öyle ki nefes bile almıyordum. Sadece donakalmıştım ve boğularak öldürülmüş adamın avuçlarında sımsıkı tuttuğu ödüldeki yazılara bakıyordum.

Levent Kandemir. Yılın İş İnsanı.

Ve o an ne tür bir tokat yediysem hafızam bir makine gibi işledi, beni aylar önce Gökdeniz'den işittiğim Plan 25'in önüne sürükledi. Levent, Levent, Levent.

Miraç'ın amcası.

Derdimin dermanıdır, kalbime devadır yar...

"Sürpriz!" diye bağırdı karşımdaki manyak herif ve ben dehşetle bakakalırken gülümseyerek iç çekti. "Bu şahane görüntüyü sindirmeniz için sizlere biraz müsaade edeyim." dedikten sonra elini cebine attı, korkuyla baksam da çıkardığı yalnızca bir paket sigara ve çakmaktı. Kendisinin içmesini beklerken o gerileyip arka kapıya yöneldi ve açık olan camdan içeri bir dal uzattı, ardından çakmağı da içeri soktu ve o buz gibi sessizlikte alevin sesini işittim.

Caddede yatan takım elbiseli cesede bakmaya daha fazla cesaret edemezken donmuş gözlerim onlara takıldı. Tanımadığım genç adam elleri boşaldıktan sonra geri çekilmemişti. Cama doğru eğilip oraya yaslanmış, içeride her ne varsa sevgi diye adlandırabileceğim bir hisle onu izliyordu. Çok geçmeden eli hafifçe hareket etti, bir şeyi sever gibi, bir şeyi okşar gibi ve döngüye alınmış şarkının denk gelen kısmına eşlik etti:

"Gözlerini süzme gel, yüreğimi üzme gel... Senden yakın kimim var? İkide bir küsme gel."

Şarkı kendini müziğe bıraktığında bir süre daha romantik bir anın içindeymiş gibi öylece durup aynı gözlerle izledi içeriyi. Sonra açık camdan birkaç parmak çıktığını gördüm, kar kadar beyaz bir tenin üzerinde parlayan siyah tırnaklar karanlığa rağmen gözlerimi alırken sigarayı hafifçe silkeledi ve elini hiçbir çekincesi yokmuş gibi dışarı doğru savurmaya devam etti. Adam o ele bile aynı bakışla baktığında fark etmiştim ki tosladığımız duvar, belki de en delisiydi.

Sonra arabanın içindeki, elinden kadın olduğunu idrak ettiğim kişi bir şeyler söylüyormuş gibi dikkatle dinledi ve bir emir kuluymuş gibi başıyla onaylayıp geri çekildi. Sesli bir nefes alarak bana döndüğünde artık yüzündeki alay tamamen temizlenmişti. Ne neşe vardı ne başka bir şey. Düşmanıymışım gibi değil karşısındakiymişim gibi bakıyordu şimdi. Hissiz ve tavissiz. Soğuk ve her an yanmaya hazır. Yani âşık.

Yerdeki cesede tiksintiyle bakarken bagajın kapağını sertçe kapattı ve eski olduğu bariz arabadan bir gıcırtı yükseldi. Ardından başını kaldırdı ve kaskatı ifadesiyle, çenesiyle cesedi işaret edip açıkladı:

"Bu Nevin Rüzgâr içindi."

Ve ben şok ve dehşetle, ikinci kez donakalırken hiçbir şey olmamış gibi arkasına dönüp arabanın sürücü koltuğuna yürüdü.

Senden yakın kimim var? İkide bir küsme gel...

O arabanın kapısı açıldı, siyah ojeli parmaklar bitmeye yüz tutmuş sigarasını yola fırlattı. Küller rüzgâr yüzünden havada uçuşurken yabancı, arabaya binmeden hemen önce buzdan gözleriyle bana baktı.

"Ali'ye selam söyle."

🦋

Ayık ol sevgili wattpad çünkü buraya kadar yazmayı öğrenip de geldim, bundan sonra bizi hiçbir şey tutamaz.
Başlıyoruz!

251223

Gözlerin eladır yarrr..... Bölüm yazarken annemin son ses açarak beni gıcık ettiği bir şarkının işime yarayabileceğini nereden bilebilirdim...

Çok iyi değil miydi ama ya

Yanlışlıkla düşman çifte aşık olunca meryem

En sevdiğiniz sahne??? Bu yabancılar kim???

ARKADAŞLAR ALİ NE ALAKA

Gökdeniz'in yediği bok üzerine ısrarla konuşmamam hakkında ne düşünüyorsunuz

Sizce bize neden yalan söyledi itin evladı 😔

Şaka bi yana gerçekten enteresan bölümdü he, bölüm sonunda psikopat Bahar yanlışlıkla Gökdeniz'e dönüştü (BAHAR ÇOK SEKSİ DEĞİL Mİ)

Sonunda Sabahın Körü'nün hikâyesini öğrendik. 💖 Çok hareketli ve her telden çalan bir bölüm olduğu için arada kaynaması mümkün ama Nevin'i ilk defa canlı kanlı yazdım ve siz de okudunuz. Bu soruyu sormak bile içimi cız ettiriyor ama yine de soracağım...

Nevin'i sevdiniz mi?

Hoşça kalın!

Lacivert süt-

Tamam tamam MCWİMCWŞMXWŞSMAP

Bu arada hatırlatmak isterim arkadaşlar her vote ihsan rüzgara bir bedduadır 🙏🏻

Yazım yanlışları için özür diliyorum, hayırlı ramazanlar 💖

Meryem

Continue Reading

You'll Also Like

MOKİTA By Lerzan_k

General Fiction

15.4K 934 23
Umutlar güzel bir silahtır ama hayal kırıklığı o silahtan çıkan sonuçtur. Yaşanmışlar o silahı doğrultur , doğrultuğum silah benim bilip içimde söyl...
534K 33.7K 46
"Baba,çok korktum ben." Mirzat Bey kolları arasına aldığı kızını göğsüne yaslarken duyduğu şey ile adeta donup kalmıştı. Kızı kendisine yıllar sonra...
4.1K 405 8
Sen Lavinia'sın, ölmek için çaba sarf etmene gerek yok. Ölüm Çiçeği
240 61 16
Biz bambaşka ruhların tek bir beden halinde birleşmiş haliyiz. Biz bambaşka insanlarız. Biz hep beraberiz. Biz birlikteyiz. Bizim ilişkimiz sıradan s...