23

2.1K 241 6.8K
                                    

14k🤧🤧🤧🤧

YÖG'ÜN EN UZUN BÖLÜMÜNE HOŞ GELDİNİİİZ♡♡♡ ÖZLEDİK Mİ

Bu arada, bu bölümü yazmak için yedinci denemem falan bu. Sıfır şaka. Yaklaşık 20 000 kelimeyi taslağa aldım, sildim ve defalarca baştan başladım. Siz yaklaşık bir buçuk aydır bölüm bekleyip sınavlarla ilgilenirken ben de hiç boş durmadım emin olun. Paranoya ve stresten kafayı yeyip kitabı siliyordum az kalsın. İnşallah kitabı unutmamışsınızdır✌

Emeğe saygısızlık olarak kendini belli etmeyen herkesin ağzına sçm YOK LAN SİZE İMZA FALAN

Ayrıca o duygusal sahneleri yazana kadar götüm çıkıyor, o kısımların yorumlarında mizah yapmayın lütfen. Yeri geldiğinde hep birlikte eğleniyoruz zaten.

👸

Ilık bir meltem,
Dalgalara vurdu,
Cerelia'nın külleri kıyıda bekleyen kadının
Kızıl saçlarına uçtu.
Yaşarken ölmek gerekti,
Güçlü kaburgalara hançerler değdi,
Ve küçük bir kızın ağıtı,
Sislerle dolu bir ormanı doldurdu.

Seafret-Atlantis
The Neighbourhood-Paradise
The Sleep Apnea-Beach Fossils
Sena Şener-Her An Gidebilirim
Model-Kehanet

Yirmi Üçüncü Bölüm: Ölüler Mevası

Her ruh özeldi ve her ruhun özelliğine yakışan bir tahtası olurdu. Bedenlerimizin boyutuna göre ayarlanan bu tahta, genellikle küçük bir bebeğe ya da çocuğa göre tasarlanmazdı. Hayatın dikenlerine doğru erkenden yürüyen küçük ruhlar bir istisnaydı.

Yürümeyi bile tek başıma, duvarlara tutuna tutuna, yere düşe düşe öğrenmiştim ve çorak bir arazinin içine doğmuştum. Sonbaharın kırmızı ve turuncunun en koyu tonları arasında gidip gelen rengi saçlarımdan çöreklenmiş, o küçük araziye sonbaharı getirmişti.

Sonra küçük, pembe bir mikrofon atmışlardı o çorak araziye. Yetişkinlerin göğsünden uçan günahların orkestrası gelmiş, çalmış ve sesleriyle etrafıma duvarlar örmüşlerdi. O duvarlara dokunmuş, ayağa kalkmayı öğrenmiş ve ilk adımları küçük arazimin içinde atmıştım. Her bir adımım ilkbaharı şenlendirmiş, topuklarımın altında çiçekler yeşermişti. O küçük bedenle mikrofona ulaşıp elime aldığımda ise kafamın içindeki küçük mabedin kapıları aralanmış, etrafımdaki küçük duvarların üstüne bülbüller konmuştu. Bense orada duran küçük ve henüz solmamış, kırmızı bir güldüm. Gerçi o zamanki aklıma kalsa pembe olmayı tercih ederdim ya, neyse.

Doğru dürüst bir kelimeyi tutturamamış dilim, hafızamın dandik bir reklam şarkısından nasiplendiği ufak tefek tekerlemeyi sökmüştü ve ses tellerim içimde parlayan tüm yıldızları coşkuyla bülbüllere sunmuştu.

Televizyon sesinin sonlarda gezdiği, dizilerden ya da programlardan arda kalan vakitlerde ise bağırış çağırış seslerinin hüküm sürdüğü bir evde; pembe yastıklarla dolu bir sahnenin içinde yüzlerce bülbülün prensesiydim. Yalnızdım ama yalnızlığımı kalabalığımla süslemiştim. Prensini beklerken uyuyakalan sarışın kadar uysal değildim sanırım, ya da öyle muazzam bir camdan ayakkabıyı merdivenlerde unutacak kadar aklı havada. Ne eksik, ne fazla. Ben, henüz prens kelimesinin namının bile geçmediği bir dünyada, güzel bir prensestim.

Fakat aynı zamanda yıllar sonra bürüneceği kadının kendine yetmesi için ilk temelleri atan, o zaman küçücük olan surlarımda şimdinin tek yaşam belirtisi olan şarkı sözlerini oraya yazan, arada sırada o çocuk sesinin gönlümde çağıldaması için şen kahkahalar atan küçük bir kraliçeydim.

Yaşarken Ölmek Gerekir Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin