Fütürizm Etkisi

By ecoolayn

8.6K 970 1.2K

Eğer onu ve kendimi tarif etmemi isteselerdi zıtlık derdim. O; büyülü bir denizin en dibindeki mercanlara ula... More

FÜTÜRİZM ETKİSİ
2.TEKİNSİZ TEK SAYILAR
3.İFFETİNİ KORUYAN SÖZLER
4.DUYGUSAL TÜRBÜLANSLAR VARDIR
5.BİR KOLEKSİYONERİN ANILARI
6.NEFESSİZ KOŞULAR
7.KORKU SAÇAN PORSELEN BEBEK
8.ATEŞE ADANAN DİLEKLER
9.DİLE PELESENK CÜMLELER
10.ATEŞİN İZLERİ
11.UYDURUK LAKIRDILAR
12.SENCİLEYİN SANCILAR
13.HALÜSİNASYON GERÇEKLER
14.ARALANAN DÜŞ PENCERESİ
15.ARTÇI DEPREMLER
16.ŞAPŞAL AŞIK SEREMONİSİ
17.BÜYÜMEKTEN KORKAN KIZ ÇOCUĞU
18.KAL, GİT VEYA KAÇ
19.AİLE OLMAK YA DA OLAMAMAK
20.ÇIKMAZ SOKAKTA ATAN İKİ KALP
21.İZİ KALAN SAVAŞ BOYALARI
22.ÇILGIN TEORİLER ÜRETİCİSİ
23.FİRAR EDEN UYKULARIN TATLI KABUSLARI
24.BEN, BİZ, SİZ, ONLAR
25.BİR KÜÇÜK UYANIŞ ÖYKÜSÜ
26.ŞANSI BABASI OLAN KIZLAR
27.KUCAK DOLUSU HUZUR

1.ABSÜRT HAYATLAR KARESİ

1K 86 486
By ecoolayn

Başlama Tarihi🪶

1.ABSÜRT HAYATLAR KARESİ

Hayat, hayallerin üstüne düşen moloz yığınlarıydı ve kendi çapınızda kurduğunuz hayalleri gerçekleştirmeye ne zaman niyetlenseniz, koyu renk perdenin arkasından kafasını çıkartıp size el sallardı.

Ne zaman bir plan yapsam ortaya çıktığı için o eli kırmak istiyordum...

Hayatım kadar dağınık olan hayallerimi, kurtaramayacağımı anladığımda bindiğim kayığın akıntıya karşı sürüklenmesini izliyordum. Fakat pek de şikayetçi sayılmazdım. Sonuç itibariyle sıkıcı ve monoton tercih ettiğim hayatım, her gün başka bir aksiyonun içindeydi, kim istemezdi ki!

Hayır, hayır... Tabi ki şikayet ediyordum; çünkü beni tanıyanlar bilirdi ki ismimin başında memnuniyetsiz diye bir sıfat vardı...

Ucuz bir vintage mağazasından aldığım kokuşmuş kıyafetin içinde, oldukça berbat göründüğümün farkında olarak yürüyordum.

Dükkan sahibi huysuz kadının da, yaptığım kombine bakarken tiksinme emareleri taşıyan yüzü hala gözümün önündeydi.

Fakat kimin umurunda.

Bol krepeli, fazla uzun sayılmayan, kestane rengi saç tutamları, ince bukleleriyle gözümün önüne düşerken elimi kaldırma zahmetine girmeden yukarı doğru üfledim ve biraz olsun görüş açımın ortaya çıkmasıyla adımlarımı devam ettirdim.

Bacaklarımı saran mor disko taytın kumaşı, hareket ettikçe daha da terletirken beyaz dantel korse formlu elbise ise sırtımdaki ipleri fazla sıktığımız için, nefes almamı zorlaştırıyordu. Taytım gibi mor olan saten kumaşlı boleronun, koltuk altlarıma bıraktığı etkiyi saymıyordum bile.

Üç ay önceye kadar Belçika'da yaşayan bir adamın, Tekirdağ'a döner dönmez kafasına koyduğu planlardan yola çıkarak açılışını yaptığı restorana doğru yürürken Aysel Gürel'e benzer halimin üstünde kınarcasına gezinen bakışların, az sonra son bulacağının bilincindeydim.

Adamı tanımıyordum fakat mimarisi Gaye'nin ellerinden, bugünki organizasyonu da Seren'in ellerinden çıktığı için gidiyordum. Genel olarak Seren'in başında olduğu bütün organizasyonlara katılırdık Gaye'yle; fakat böylesiyle ilk kez karşılaşacaktım.

Mekan sahibinin, en az arkadaşlarım kadar eğlenmeye düşkün ve benim aksime heyecana açık olduğu da, seçtiği seksenler temasından belliydi.

Denize cephesi bulunan, konsept partiye ev sahipliği yapacak restoranın kapısından girdiğimde, fosforlu renklerle doldurulmuş mekanın çirkin hali gözüme çarptı ilk önce.

Eski Rum yapılarının restore edilmiş halleriyle müşterilere hazırlanan restoranlardan yalnızca biriydi burası; taş duvarlar ve yeniden maviye boyanan pencerelerin tahtaları bile eminim ki bize ne yaptılar diye ağlıyordu.

Renk cümbüşünü andıran süsler, eski model radyolar, minik biblolar, plaklar, danteller; seksenlerle tam anlamıyla örtüşmese bile hemen hemen benzeşiyordu.

Seren, çoğunu anneannesinin evinden toplayıp getirmişti. Bu yüzden eşyaların tümüne göz aşinalığım vardı ve bulunduğum mekan, sanki bir restoran değildi de Nebahat Teyzenin eviydi.

O sebeple biraz olsun rahattım ve kendimi partinin mihenk taşı gibi hissediyordum. Çünkü görüntümle kalite saçıyordum!

Biraz daha ilerlediğimde; lameler, doreler, masaların üstüne serilmiş iri güllerle bezeli muşamba örtüler, fosforlu renkler, her yanımı sardı ve kendimi, yeni yeni ivme kazanmış sanat akımının ortasında kalan geleneksel bir tip gibi hissederek yeşil harelerimi, etraftaki kalabalığın içinde dolaştırdım arkadaşlarımı bulma umuduyla.

Mekanın dört bir köşesine zaman makinesinden fırlamış gibi doluşan insanlar da cabasıydı...

"Hah! Sonunda gelebildin!"

Benim bulmama gerek kalmadan beni bulan ve yaklaşık yirmi adımlık mesafeden konuşan Gaye'nin sesini, etrafa yayılan Erol Evgin şarkıları yutarken bakışlarımı, göz kapaklarına sürdüğü mavi simli fardan alamıyordum. Fakat farıyla aynı renk tercih ettiği uzun, vatkalı elbisesiyle benden daha şık göründüğü kesindi.

Acelesiz adımlarım yanına ulaştığında, "Hiç gelmemek tercihimdi," diye şikayetlendim.

Gözlerini devirdiğinde mavi farı göz kapaklarının ardında kalıp biraz kapanırken yüzünü kırıştırdı. "O kadar kıyafetin içinde seçtiğine bak. Daha iyi bir kombin beklerdim."

Beklentileri karşılamak gibi bir tercihim yoktu fakat yine de başımı hafifçe eğip kıyafetime göz atma ihtiyacı duydum; beni yönlendirdiği mağazada, sahiden de seçebileceğim tonlarca güzel kıyafet olmasına rağmen, beni buraya zorla getirdikleri için bu parçaları seçmiştim ve alıcı gözüyle bakınca Gaye'ye hak vermiştim.

Ama bunu, ona söylemedim. Bütün gece ve daha sonrasında devamlı başıma kakmasını dinlemek istemiyordum.

"Sırf Seren'in ve senin hatırını kırmamak için geldiğimi biliyorsun, Gaye," dedim, burada olmaktan memnun olmadığımı gayet net dile getiriyordum. Davetlere beraber katılırdık, fakat bu tarz belli kalıplara sığdırılmış ve insanları şebeğe dönüştüren yerlerden hiç hoşlanmazdım.

Ki iki hafta önce Seren, Gaye'nin aracılığıyla bu organizasyon işini aldığını söylediğinde, beni karıştırmadan plan yapmasını özellikle belirtmiş, hatta ufak bir tehdit de araya sıkıştırmıştım. Ama gel gör ki işe yaramamış, kendimi burada bulmuştum. "Bir iki malzeme toplayıp gideceğim," dedim aynı memnuniyetsiz sesimle.

Fütursuzca güldüğünde sürdüğü çingene pembesi ruj, daha çirkin bir görüntüyle yüzüne yayıldı ve Joker'e benzediğini düşündüm. Oysa Gaye; mavi gözlerini çiğleştiren farı, buğday tenine tezat düşen ruju ve abartıyla kabarttığı kumral saçları olmadan gayet güzel bir kızdı.

"İnanır mısın, burası cennet, malzemeden bol bir şey yok!" diye yükseldi bir anda, coşkusuna kayıtsız kalan bakışlarım, yüzünü tararken çehresinde süren artçıların azmine hayran kaldım. "O yüzden, şu asık suratını düzelt ve insan içine karış, Ceylan."

Gitmek için hareketlendiğinde, parmaklarını dudaklarımın kenarına bastırmış ve yukarı doğru çekerek kendince gülmemi işaret eden bir hareketle mesajı verip uzaklaşmıştı.

Başımı omzuma yatırıp gidişini izlerken gülerek bana bakıyordu; önüme dönmeden önce, bez çiçekler kadar yapay bir gülüş sundum ve gerisin geri yoluma devam edip sakin bir köşe aramaya giriştim.

Ben, tam zamanlı marka fotoğrafçısı; yarı zamanlı yazardım. Mesai bitiminde pek de kurumsal sayılmayan kimliğimden sıyrılır; kim olduğumu bilmeyen insanların arasına karışır ve onları gözlemlerdim.

Benim için herkes birer malzemeydi...

Ellerini oynatışlarından, saçlarına dokunuşlarına, biriyle konuşurken yüzlerine yerleştirdikleri mimiklerden tutun da, karşısındaki tuvalete gitmek için kalktığında suretlerini mesken tutan ifadelere kadar her şeyi incelerdim.

Bugün de, kızların yoğun ısrarları ve kendime toplayacağım yeni malzemeler için, üstümde kimin teninin değdiği belli olmayan ikinci el kıyafetlerle buradaydım.

Oysa bu düşünceyi, günlerdir zihnimden çıkartmakla uğraşıyordum fakat ait olmadığı yere park eden bir araba gibi orada kalmıştı ve gitmiyordu.

Camdan kafasını uzatan, her defasında o aracı aynı yerde görüp hayıflanan obsesif kimliğimin yaydığı, zihnimde dur durak bilmeyen dürtü, freni patlamış bir kamyon gibi yokuş aşağı giderken içimden, serotonin hormonlarımın cenazesi kalkıyordu.

Benden önce bunu giyinen kişi; hijyen kurallarına yeterince uymuş muydu, ya da aldığım mağazada deneyen birisi temiz miydi gibi bilumum soru, beyin kıvrımlarımın arasında kayıp gidiyordu.

Doktorum ise, bunu yapmamın bana iyi geleceğini ve zihnimi biraz olsun rahatlatacağını önerdiğinden, nöronlarımı bir süre susturmak zorundaydım.

Pirelenirsem hesabını o zaman sorardım...

Müziğin ritmine ayak uydurmaya çabalayan, otuz yaşına merdiven dayamış ve bazıları geçmiş insan yığınının arasında ilerleyip bar tezgahına ulaştığımda, raflara dizili içki şişelerine kısa bir göz gezdirdim.

Düşüncelerimi kısa bir anlığına unutmaya ihtiyaç duyarak, "Bir tane Martini alabilir miyim?" diye sorarken bar tezgahının arkasındaki genç çocuğa baktım.

Beyaz bir bez parçasıyla kuruladığı bardağı ahşap tezgaha bırakırken züppelere hizmet etmekten bıktığının izleri yüzündeydi. Muhtemelen üniversite öğrencisiydi ve günübirlik çalışmak için buradaydı; iyi bir barmene bu tarz davetlerde bütçe ayırmazdı Seren. Onun yerine, yevmiyenin hakkını verecek ihtiyacı olan birini bulurdu.

Ve ihtiyacı olanlar, daha sıkı çalışırdı ama aynı, bu çocuğun gözlerinde yer edinen ifadeyle bakarlardı; yorgun ve yılgın. Çünkü yaşıtları, davette dans edip alkolün dibine vurduktan sonra, lüks arabalarına atlayıp giderdi ama onlar, ışıklar sönene dek bardak kurulardı...

Henüz yirmili yaşların başında olduğu yüz hatlarından anlaşılan genç, şişelerin yığılı olduğu tarafa dönüp sarımtrak sıvıyı hapseden şeffaf şişeyi eline aldığında, ben de kıyafetime tezat olan büyük, krem rengi çantamın fermuarını araladım ve hali hazırda yanımda getirdiğim bardağı çıkartarak tezgaha bıraktım.

Tezgaha döndüğünde bardağı çıkarttığımı görmesiyle gür bir kahkaha atarken bu gece, onu biraz olsun eğlendirebildiğim için ben de güldüm.

Kıvrılan bordoya boyalı dudaklarım ve bıraktığım bardak arasında, gözleri mekik dokurken, "Abla, şaka mı bu?" diye sordu.

Avuç içlerini tezgaha yaslamış, şaşkınlık ve alayla yüzümü incelediğinde aheste bir hareketle omzumun tekini sarstım. Sert saten boleronun koltuk altımı kesen kumaşı canımı yakarken, "Şaka olsun isterdim," dedim. "Ama değil."

Tam olarak deli olduğumu tasdik eden bir bakışla bardağa uzanıp içkiyi hazırlamaya giriştiğinde, yüksek tavanlı mekanın biraz daha kalabalıklaştığını, kulaklarımı uğuldatan seslerden ve gürültüyle çalışan havalandırmalara rağmen azalan oksijen seviyesinden anlayabiliyordum.

Bardağın tabanındaki yuvarlağa parmaklarını bastırıp önüme ittiğinde, evden getirdiğim şarap kadehini avuçlarımın arasına sıkıştırıp teşekkür maiyetinde hafifçe yukarı kaldırdım.

Bu bardaktan, tam altı tane vardı; bu gece, sağlam bir şekilde çantama geri girmeli ve eve ulaşmalıydı. Kırılırsa eve gidip birini daha kırmak zorunda kalacaktım, çünkü benim evimde tek sayı olan hiçbir eşyanın yeri olamazdı.

Hatta hayatımda tek sayı hiçbir şeyin yeri olamazdı.

Televizyonun ses ayarı, bardaklar, tabaklar, makyaj fırçaları, takılar, yastıklar; hepsi çift sayı olmalıydı.

Acaba burada kaç kişi vardı?

Giren çıkan insanları bir anda saymaya başlamak gibi bir fikir, zihnimin içinde dolaştığında derin bir soluk aldım ve bu saçma düşünceyi, gece yarısı beni uykumdan eden sivrisineği odamdan çıkarttığım gibi aklımdan kovdum.

Bar tezgahına sırtımı yaslayacak şekilde dönüp etrafı izlemeye koyulduğumda, insanların gereksiz mutluluğunu memnuniyetsiz ifademle izliyor, varlığımı soyut bir nesneymiş gibi kıyıda köşede saklıyordum.

Beni buraya zorla getirmişlerdi ama onlar, kendi hür iradeleriyle böyle zorlama bir partinin içinde etrafa mutluluk saçıyorlardı; her hallerinden belliydi.

Absürt bir mekan ve aynı havayı yakalamış yüzlerce insan, tek bir fotoğraf karesine hapsedilmişti gibiydi...

Mesela az ileride uzun beyaz saçlarını ensesinde toplamış adam, bel kısmı penslerle dolu gri pantolonuyla salınıyordu, ayağındaki yumurta topuk ayakkabılar damat olduğu zamanlardan kalma bile olabilirdi; o denli yaşı vardı fakat ihtiyar bir bedene sıkışmış genç ruhuyla saçtığı kahkahalara bakılırsa, durumundan epey hoşnuttu.

Ben ise yirmi yedi yaşında bir bedene sıkıştırılmış, yaşlı bir ruh gibiydim onun yanında.

Bakışlarım, yaşlı adamdan buzun üstünde kayar gibi hareket edip başka bedenlere döndüğünde yersiz mutluluk yaşayanların yaydığı ışıkla karşılaşmak, oldukça enteresandı.

Sanırım, eğlence anlayışımız fazlasıyla tersti.

Yan tarafımda hissettiğim hareketlilik ve "Nasıl buldun burayı!" diye coşkuyla soran sesle, Seren'e baktım göz ucuyla; sesi ve yüzünü saran mimikler, Gaye'nin sesinde ve yüzünde yakaladıklarımla aynıydı. "Harika görünüyor bence."

"Yoo," dedim kadehi dudaklarıma götürmeden önce. "Daha çok, dönemi yansıtan pop art tablosu gibi. Karmaşık, retina kanatıcı ve..." Sayarken duraksadım; karşımda dans eden kızın pembe tozluğunun biri, diğerinden daha yukarı çekildiği için bu orantısız hatlar, parmak uçlarıma kadar gerilmeme sebep olurken, "Orantıdan çok uzak, görsel bir katliam," diye ekledim.

Seren, "Aman, Ceylan ya," diye sızlandığında, boşalan kadehi tazelemesi için barmen çocuğa uzatıp geri Seren'e döndüğümde, "Heves kurutansın," dedi ve gerçeklikten biraz uzaklaşmamı isteyen tavrıyla koluma girip ilerideki kalabalığı işaret etti. "Şuraya bak, içlerinden biri diğerinin metresi ve adam, karısıyla aynı ortama sokacak kadar cesaret göstermiş. Bence etrafı değil, onları incele, bol bol malzeme toplarsın."

Kolumdan sıyrılıp birkaç adım attığında, arkasına dönmeden elini kaldırdı ve parmaklarını yelpaze gibi hareket ettirdi. Gitmesi işime gelmişti, çünkü her konuştuğunda; müziğin tınısı, kalabalığın uğultusu ve onun sesi, şakaklarımı zonklatan bir ağrıya dönüşüyordu.

Tazelenen bardağı sıkı sıkıya tutup Seren'in odağıma soktuğu kalabalığı izlemeye koyulduğumda kaos ve dramdan uzak hal, benim için yetersiz bakiyeydi.

Ya kadın şu an her şeyi öğrenecek ve metresin geceden bigudilenmiş gibi görünen saçlarını, elinde tuttuğu viskiyle yıkayacaktı ya da kocasına tokadı basıp kendi genç sevgilisini alıp buradan çıkacaktı.

Bu seçeneklerden biri olmadığı sürece, ilgimi çekmiyorlardı...

🪶

Biri bitip yenisi başlayan seksenler Türkçe pop, yerini daha slow melodilere bırakırken burada geçirdiğim ikinci saatimdi ve daha bir saat vardı bu tantananın bitimine.

Kızlara söz vermemiş olsaydım kati suretle bu katlanılmaz karmaşanın içinde daha fazla bulunmazdım fakat bazı sözler, mecburiyet içerdiği için tutulmak zorundaydı.

Devirdiğim kaçıncı bardaktı bilmiyorum ancak kadehimin sağlam oluşu ve sen neden bir köşede takılıyorsun muhabbeti yapmayan insanlar, keyfimi hala bozmamıştı; rutin olarak her beş dakikada bir tazelemesini rica ederek bardağımı uzattığım barmenin sunduğu bakışlar hariç.

Yavaş yavaş çekilen kalabalığın üzerinde anlamsız bakışlarım gezinirken sakinlik istediğim hayatıma karşın, kaos kattığım yazılarımın zıtlığını sorguluyordum.

Belki de heyecan ve yenilik, içimde bastırdığım duygulardı ve bu duyguları bastırıp hayatımı stabil tutmaya çalıştığım için, hiçbir şeyden memnun olmuyordum; bastırılmış hislerim de yazılarıma yansıyordu bu sebepten.

Olasılığı yüksekti...

Kanıma karışan ve tüm hücrelerime yayılan alkol beynimi uyuşturmak yerine, daha da harekete geçiriyor ve hislerimi, sorguya çekmeme neden oluyorken hala, tat olarak iğrenç olan sıvıyı mideme yollamayı ihmal etmiyordum.

Gözlerim bir noktada, saçmalıklar silsilelerini tartarken işlevsiz ve boş bakışlarım, "Tekila," diyerek tam dibimde, barmene buyurgan bir tavır sunan bariton sesle odağını kaybetti ve usulca sesin sahibine döndü.

Kumral saçları, havalı bir fönle şekillendirilmişti ve muntazam duruşunu koruması için kimyasal maddeler sürüldüğü, tepemizde yanıp sönen neon ışığın altında tutamların parlamasından belliydi. Hardal sarısı İspanyol paça pantolonun üstüne giyindiği tabanı bordo, büyük yakalı, iri beyaz çiçekli pezevenk gömleğini nereden bulduğunu düşünürken, "Kombinimi beğendin sanırım," dedi bana bakmadan.

Müstehzi gülüşü dudaklarında yerini almışken şaşkınlıkla aralanan dudaklarımı balık gibi birkaç kez açıp kapattım ve kendimi toparlayıp, "En az benim ki kadar rüküş," dedim aynı alayla. "Gömleğini nereden aldığını söyle de, yanlışlıkla gitmeyeyim oraya."

"Komik biri," dedi küçük tekila bardağını eline alırken fakat bahsi geçen kişi benken cümlenin muhatabı, barmen çocuktu. Son ana kadar benimle göz teması kurmamış yanımdaki yabancı, bakışlarını çevirdiğinde kaşları çatıldı. "Sen?" diyerek konuştuğunda beni tanıyor gibi bakıyordu. "Sen şu, gecenin başında çantasından kadehini çıkartan kadın değil misin?"

Dudaklarıyla buluşturmaya hazırlandığı minik bardağın kenarındaki tuzların üstünde, dilini gezirdiğini gördüğümde diğer eline aldığı limon kadar ekşi bir ifadeye sahiptim.

Ayrıca vasat bir görüntü sunduğum yetmezmiş gibi, kadehimi getirdiğimi birinin görmüş olması da, birkaç güne brunch masalarına meze olacağım anlamına geliyordu.

"Mekan sahibi ne kadar dikkatli bilmiyorum ama duyduğum kadarıyla bu tarz yerler, hijyene çok önem vermiyormuş, küçük bir önlem aldım diyelim."

Katiyen uydurma...

Obsesif olduğum için bilmem kaç kişinin ağzının değdiği, alelacele yıkanmış bardakları kullanmak istemiyorum da diyebilirdim ama demedim.

Ve sanki gelen herkes, saçlarını aynı demode modelle toplamamış gibi, saçlarımdan sarkan bukleleri düzeltme ihtiyacı duyarak tipime biraz çekidüzen verdiğimi sanarak karşımdaki adama gergince gülümseyip, tanımadığım mekan sahibinin üstüne iftirayı attığım gibi başkasının yüzünde bıraktığı intibayı izlemeye giriştim.

Hoşnutsuz bir sesle, "Baştan uyarsaydınız, tekilama el sürmezdim," dedi ve tiksinir gibi bir bakış attı tezgahtaki minik cam bardağa. "Ayrıca mekanın sahibini tanımıyorum. Laf aramızda, bedava içki var diye geldim."

Mimiklerini kontrolsüz kullanan bu adamın, bu gece buradan bana çıkmayan malzeme yerine, elim boş dönmemem için gönderildiğini düşünürken sohbeti biraz daha açmayı amaçlayıp, "Ceylan, ben," dedim.

"Memnun oldum," dedi fakat kendi adını bahşetmedi ve parmakları, gömleğinin kumaşına tutundu, bakışları da. "Sahiden gömleğimi beğenmedin mi? Oysa ben, çok severek almıştım."

Sorusuyla sahte bir nezaket sesime yer ederken, "Aslında o kadar da kötü değil," diye mırıldandım. "Bu gece retinam yeterince kanadığı için sizinki tuz biber oldu sadece."

Gözlerini kıstığında, çekik kahverengi gözleri çizgi gibi kaldı ve bedenini bana doğru kaydırırken, "Sanırım sizi buraya silah zoruyla getirmişler," dedi sır verircesine elini dudaklarına siper ederek. "Eğer öyleyse göz kırp Ceylan, seni buradan kaçırayım."

Bu saate kadar tüm suratsızlığımla harcadığım süre, şuh bir kahkahayla taçlandı ve bu eğlenceli adamın, gecenin başından beri nerede olduğunu sorguladım.

Birinin yanında rahatça konuşmak, son zamanlarda bulunmaz bir nimetti ve böylesine bir adamla aynı mekanı paylaştığımı bilsem paldır küldür yanına giderdim; üstümde varlığı süren ikinci el kıyafetler bile unuturdum.

Çünkü şikayet ettiklerimi dinlerken tek bir sorgu gezinmemişti harelerinde...

"Arkadaşlarım için buradayım," dedim detaya girmeden. Birisi buranın mimarı, diğeri organizatörü desem, mekan hakkındaki söyleceklerimden dolayı onlara ayıp ederdim. "Yoksa böyle bir mekana para harcayan ve böyle absürt bir konseptle parti yapan bir yere gelecek kadar, aklımı kaçırmadım."

"Fazla memnuniyetsizlik," dedi kaşları havalanırken.

"Anlamadım?"

"Hastalığınızın adı, fazla memnuniyetsizlik; genelde sanatçı kesimde görülür. Mesela burada olmasaydınız, nerede olurdunuz?" diye sordu sakince; siz ve sen, hitapları birbirine karışırken derin bir nefes aldım fakat gözlerimi kaçırdım istemsizce.

Çünkü gözler, hislerin okunduğu bir kitaba dönüşürdü konuşurken ve ben, karşımdakinin beni satır satır okumasından hiç hoşlanmazdım.

Ayrıca haklıydı; fazla memnuniyetsizdim.

"Muhtemelen bir sanat sergisinde olurdum."

Külliyen yalan...

Bu hayalin içindeki tek gerçek, burada olmak istemeyişimdi.

Yoksa; gecenin başından beri ayaklarıma işkence eden sivri topukları fırlatıp panduflarımı giyinme ihtiyacıyla yanıp tutuşan ayaklarımın sızısından ve mideme akıttığım sıvıların karnıma yaptığı baskıyla nefes almamı daha da zorlaştıran korseden kurtulmaktı hayalim.

Bir an önce yatağa yayılmalı ve ayaklarımı uzatmalıydım. Aksi takdirde yarına ödemden şişecek ve birer balona dönüşeceklerdi. Keza, içeride sıkışan iç organlarım da işlevlerini yitirecekti.

"Kıymetli saatlerini çaldığımız için özür dileriz, Ceylan," derken yüzünden silmediği parlak gülüşle elini uzattı. "Devrim Manas," diyerek adını söyledi ve ihtiyaç duymuş gibi etrafa bakındı. "Bu absürt mekanın sahibi."

İki satır hukuk kurduğum adamın kim olduğunu öğrendiğimde, birkaç dakika kadar kısa bir sürede yaptığım patavatsızlıkları düşünüp tutamadığım dilimi ısırdım ve sıkı sıkıya tuttuğum kadehten parmaklarımın gevşediğini hissettim.

Kırılan cam sesiyle önce uzattığı eline, hemen ardından yerle buluşup paramparça olan bardağıma baktığımda etrafı saran melodiyi bastıran sesimden, o üç kelime döküldü...

"Siktir, kadehimi kırdın!"

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi buraya bırakabilirsiniz 🖤

Continue Reading

You'll Also Like

2.9M 151K 17
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.
2.4M 104K 70
Bu imkansızdı işte ... "" Sözlüyüm ben ."" Dedi Havin . Cesur'un ise Havin'in bu tavrı hoşuna gitmişti. Her ne kadar ondan uzakta yaşamış olsa da Hav...
1.9M 133K 30
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
1.4K 270 4
"Bir gün...bir gün yeniden görüşeceğiz ve o güne kadar bu bilekliği hiç çıkarma olur mu...?"