"Anlayışsız ,bencilim. Çok fazla içerim.
Beynim hep uyuşuktur. Hep kendimi seçerim.
Sense hep çok güzeldin,hep doğruyu seçerdin.
En büyük yanlışın elbetteki bendim..."
"Gitme."diye gürledi Kutay oğlanın kollarından sıkıca tuttuğunda. "Ben aptalın tekiyim tamam mı,bok gibi yanlış anladım her şeyi."
"Bana hiç bir zaman güvenmedin."diye yanıtladı Uygar. Alt dudağını koparmak istercesine dişlemişti oğlan. Kuruyan dudaklarında dişlerinin izi çıktığında acıyla buruşturdu yüzünü. "Bana hiç güvenmedin."
"Annen ve babanla konuşacağım."diye fısıldadı Kutay. Oğlanın bileklerine dokunmak üzere ellerini uzatmıştı lakin sobaya dokunmaktan imtina eden bir çocuk gibi geri çekmişti ellerini.Ona dokunmaya hakkı yok gibi hissediyordu. Ona bakmaya bile hakkı yok gibi hissediyordu. Onu bir gecede ,akıbeti meçhul gecenin karasında toz zerresi haline getirmişti. Onun tenine temas edebilecek layıklığı kendinde bulamıyordu.
Uygar tek bir söz daha söylemeden arkasını dönüp çekip gitmişti.
"Benimsin."demişti Kutay hırsla. "Benimle kalacaksın. Benimsin,seni bu duruma ben soktum ben bozdum seni,ben toplayaca..."
"Daha fazla dağıtma. Yeterli."diye yanıtladı Uygar lacivertlere bakmamaya yemini varmış gibi. Bir an olsun başını kaldırmamış,Kutay'ın yüzüne dahi bakmamıştı.Uygar sakinliğini korumaya çalışıyordu fakat kalbindeki titreklikle bunu daha fazla ne kadar sürdürebileceğine emin değildi.
Sanki bir şeyler yanlış gitmeye yemin vermiş gibiydi. Sanki mutsuzluğa ant içilmiş gibiydi. Vişneli brownieler pişirdiği,kokusuyla uyandığı,gözlerinde kaybolduğu adamla saadeti imkansızdan bile imkansız gibiydi. Yazın sıcağında kavrulan bir gündü yaşadıkları. Denizin ferahlığında güneş ile öpüldükleri vakitler pek bir kısıtlıydı. Sanki zemheri ayazına mahkumdu ikisi. Sanki birileri cehennemin kapısını onlar için özenle açık bırakıyordu da tüm zebaniler onları buluyordu. Yaz güneşlerini solduran zemheri ayazları ısırıyordu tenlerini. Yerin yedi kat dibi kadar alevlerle boğuşmaya mahkum gibilerdi.
Uygar binlerce defa gizli klasörlere aldığı ve şifre koyduğu dosyaların nasıl olur da masaüstünde kopyasını bırakmış olabileceğini kendine sorgulamıştı defalarca kez.Her şey tiyatro oyununda son perdeyi çektikleri vakit gelen telefonla aydınlanmıştı. Anne ve babası o gün kendi laptopları bozulduğu için oğullarının odasındaki çalışma masasındaki cihazı kullanmak için izin istemişlerdi.
Bu bir problem değildi zira Uygar'ın Kutay ile özel anlarının olduğu dosya devlet sırrı gibi koruma altındaydı. İmkansızdı bunu bulmak. Üstelik anne ve babası pek anlamazdı teknolojiden. Zorlasalar da bulamazlardı ki o dosyaları.Uygar da masaüstüne kopya koyacak kadar salak olup olmadığını uzunca süre sorgulamış olsa bir şekilde olmuştu olanlar.
Anne ve babası görmemesi gereken her ana tanık olmuşlardı. Bunu sadece bilgisayara kayıtlı bir piknik anısı videosunu ararken bulmuşlardı üstelik. Uygar yerin yedi kat dibine girip girip çıkmıştı.Yanında olan ve ona telkin veren tek kişi ise Tayfun idi. Ayrıca Tayfun'un kız arkadaşı da yanlarındaydı. Ancak kız Uygar sinir krizi geçirirken su almaya gittiği için Kutay sadece birbirine sarılan Uygar ve Tayfun'u gördüğü ile kalmıştı.
Tüm bu belirsizliklerin içinde tüm renkler de solup gitmişti. Her şey griydi ve karaydı. Uygar,arkadaşı ve sevgilisiyle birlikte evine gidip eşyalarını topladığında tokat beklemişti.
Oğullarının iğrenç bir ibne olduğunu haykırmalarını,kırıp dökmelerini beklemişti.
Bir fiske bile değmemişti. Tek bir kötü söz de işitmemişti .
Yüzüne bakmaya bile layık görmemişlerdi ki zaten. Ne dokunması ne laf söylemesi,bakmaya bile değer değildi. Odasından aceleyle eşyalarını topladığında arabada onu bekleyen Tayfun ve sevgilisine bile utançla bakıyordu Uygar. Tayfun ısrarla bu gece onda kalmasının sağlıklı bir fikir olduğunu savunmuştu fakat Uygar inatla Kutay'a gitmek istemişti. Zaten Kutay onu binlerce kez aramasına rağmen dönüş bile yapamamıştı ağlamaktan,utancından. Bunların üzerine bir de Tayfun'un evinde kalırsa Kutay taş üstünde taş bırakmayacak kadar şiddetli bir biçimde ilişkilerini sona erdirebilirdi.Kutay hala geçmişteki "hoşlantı" mevzusuna derin bir takıntı besliyordu. Tayfun ile ölümüne düşman olması bir yana, kendisi Tayfun'un belirsizliği yüzünden kendini Uygar'ın hayatında bulduğu için her zaman güvensiz hissediyordu.
Uygar onun hayatını iyi etmeye çalışıp daha beter edecekti.
Kendi ailesi eşcinsel olduğunu bu kadar çirkin bir görüntüyle öğrenmişti. Yok sayarak yok etmişlerdi onu. Fakat Kutay'ın babası iri bir oğlan olmasına rağmen onun geceleri kabuslarını tetiklemeye devam eden bir figürdü. Öğrendiği anda Kutay'ın hayatını bitirebilirdi.
Dahası oğlanı kendi evinde bile istemiyor,görmeye tahammül edemiyordu. Uygar onun evine kalmaya gittiği an kendisi yüzünden Kutay'ın hayatını daha da çekilmez hale getirmekten korkuyordu.
Kutay'ın evinde Kaan'ı görmek son düşüncesiydi.
Bu kabusların en azılısında dahi tanık olamayacağı kadar korkunç bir haldi. Bu Uygar'ın en karanlık kabusundan bile daha fenasıydı. Öyle ki tüm özel görüntülerinin anne ve babasının gözlerine değmiş olmasından daha çok acıtan bir şey varsa uğruna savaştığı bu aşkın ızdırap gecesinde Kutay'ın yanında Kaan'ı bulmaktı.
Aştıklarını sanıyordu. Kutay'ın içibi biliyordu Uygar. Kendisine güvendiğini de biliyordu Kaan'ı sadece korunmaya muhtaç zavallı bir çocuk olarak gördüğünü de biliyordu. Uygar defalarca kez Kaan ile beyaz bayrak çekmişti. Sevgilisinden uzak durması gerektiğini defalarca kez beynine işlemişti.
Zaten oğlanın bir sevgilisi olduğunu duymasıyla birlikte iyiden iyiye beyaz bayrağı göğe çekmişti üstelik.Kandırılmış ve aptal yerine konmuş hissediyordu. Aynı gün hem "aldatan" olmuştu hem de "aldatılan." Hem ailesinden olmuştu hem de ailesi bildiğinden.
"Dokundun mu ona?"dedi Uygar sessizce.
Kutay başını öne eğdi. Canı öyle yanıyordu ki Uygar tüm bunlara rağmen onu tutmak,sarılmak istemesinden nefret ediyordu. Dağ gibi bir adamdı belki fakat yerle yeksan halde başı yere eğikti şimdi Kutay'ın. Develer diyarında bir cüce misali küçülüp yok oluyordu Uygar'ın dizinin dibinde. Pişmanlıkla solan gözleri,bastırmaya çalıştığı hıçkırıkları.
"Sikeyim seni."dedi Uygar hıçkırarak. "Dokundun mu ona?"
Kutay kuruyan boğazı düğümlenirken yutkundu usulca.
"Dokunmadım de."diye haykırdı Uygar hırsla. "Dokunmadım ona de. Elimi sürmedim desene."
Kutay sessizce dişlerini sıkarken Uygar ciğerden gelen bir iniltiyle kendi avucunu çizdi tırnaklarıyla. Teninde tırnak izleri bütünleşirken oğlan dayanamayıp kendi saçlarını avuçlamıştı. Beyni patlıyormuş gibi hissediyordu. Ağrı ve acıyla yok olduğunu hissederken son nefesiyle haykırdı.
"Dokunmadım desene Kutay. Dokunmadım ona elimi sürmedim de. Kendimi onunla avutmadım de." Uygar'ın sesi bir gece vaktinde silinen gölge gibi kayboluyordu. Güneş gidiyordu,ışık yoktu. Bu artık ışığın olmadığı noktaydı. Çatallanan ve kaybolan sesiyle inliyordu oğlan acıyla.
"Dokunsan da dokunmadım de Kutay. Dokunmuş olsan da dokunmadım de."diye hıçkırdı. Uygar ,Kutay'ın yakalarından tutup duvara ittirirken bir yumruk savuruyordu.
"Dokunmadım de o zaman. Dokunmadım de. Dokunduysan da öyle de. Yalan söyle,inandır beni. Kandır beni."diye gürledi Uygar acıyla. "Olmadı bir şey de. Sabah koynumda uyanmadı ,bunu de."
Kutay pişmanlıkla "Ceylanım."dedi fakat bakamadı ceylan gözlere. O sadece Uygar'ın ayak dibindeki bir çöpten öte hissedemeyen biriydi o an.
"Hatırlamıyorsun...yatıp yatmadığınızı bile hatırlamıyorsun."diye fısıldadı Uygar acıyla.
"Allah belamı versin,yemin ederim ki senden başka kimseye kalbimde..."
"Hatırlamıyorsun Kutay çünkü...."diye inledi Uygar hıçkırarak. "Yine bir şeyler kullandın,yine bok gibi içtin. Yaptığını,yapmadığını bilmiyorsun çünkü kafan yerinde bile değildi. Söz vermiştin. Kullanmayacaktın."
"Uygar,ceylanım..."
"Sakın."diye yanıtladı Uygar acıyla. "Peşimden gelmeye layık olduğunu düşünme."