HERKESİN EFENDİSİ

By Medusahikayeleri

593K 24.5K 11.9K

Mafya patronu olan Hera Ateş bütün şehri avucunun içinde tutuğunu düşünüyordu ama bir gün şehre yeni gelen bi... More

Prolog
1. DEVRE DIŞI KALAN EMNİYET
2. BATAKLIĞA ATILAN ADIM
3. YAŞAMIN PENÇESİNE TAKILAN ÖLÜM
4.ÖLÜME ATFEDİLEN YEMİN
bu bir iç döküştür
5. BEKLENMEYEN MİSAFİR
6. DÜŞMAN KALPLERİN SENFONİSİ
8. ÇOÇUKLUĞUNUN KÜLLERİNDEN DOĞAN KADIN
9.DUYGUSAL MAKİNA
10. İHANETİN ATEŞİ
11. PORSELEN FİNCAN
12. İHANETİN BEDELİ ÖLÜM
13. ÖLMEME İZİN VERME
14. KÜRKÇÜ DÜKKANINI ATEŞE VEREN TİLKİ
15. ANLAM KAZANAN RENK; KIRMIZI
16. HABERİN YOK ÖLÜYORUM
17. İBLİSİN İNİNE ÇOMAK SOKAN EFENDİ
18. KOYUN POSTUNA BÜRÜNEN KURT
19. AY IŞIĞINI EVLAT EDİNMİŞ GECE
20. CEHENNEMİN KAYALIĞINA TUTUNAN YOSUN
21. DUDAKLARIN RİTMİ
22. YUMUŞAK DOKUNUŞLAR VE PARÇALANAN KOZA
23. GÜNAHA BULANAN BEDENLER
ÖZEL BÖLÜM "GÜZEL GÖZLÜ ÇOCUK & ORMAN GÖZLÜ KIZ"
24. ÖLÜMÜN PENCESİNE TAKILAN PİŞMANLIK
25. BURUK BİR VEDA
26. TUTKUYA ADANMIŞ BEDENLER
27. ÇIPLAK BEDENLERİN DANSI
28. FAİLİ MEÇHUL CİNAYET
29. SATÜRNÜN UÇURUMUNA ZİNCİRLENEN RUHLAR
30. MUTLU SON?
31. GERÇEĞİN SURETİNE BÜRÜNEN YALANLAR
32. OKYANUSUN KOYNUNA HAPSOLAN KÜÇÜK KULAÇLAR
33. RUHUN PUSULASI; AŞK
ÖZEL BÖLÜM "PARS ALAZ"
34. GERİ DÖN
35. "ÖL DEDİĞİNDE ÖLECEĞİM"
36. TANRILARIN KISKANDIĞI GÜZELLİK
37. BEKLENMEYEN TEKLİF
38. TEKLİF VE ANLAŞMA
39. KAYBEDİLEN KAZANÇ
40. TOPRAĞIN ALTINA GÖMÜLEN ÇOCUKLUKLAR
41. GÜNAHKAR RUHLARIN YEMİNİ
42. RUHA DOLANAN BİR ÇİFT MAVİ
43. SENİ HATIRLIYORUM
44. SONSUZ HİSSETİRECEK KADAR
Çöküş

7. KAPIYA DAYANAN SAVAŞ

18.9K 788 271
By Medusahikayeleri

Selam efendiler yeni bölüm ile karşınızdayız. Bu bölüm biraz ara bölüm gibi oldu. Fazla bir aksiyon olmamasına rağmen içine küçük küçük sırlar yerleştirdim. Eğer dikatli okursanız belki bir şeyler görebilirsiniz. 🔥

Bunun yanında bu bölüme gelen oy ve yorum sayısına göre cumartesi günü de bölüm yayınlamayı düşünüyorum. Bol bol satır arası yorum ve oy cumartesi günü bölüm demek.

Oylar verildiyse keyifli okumalar dilerim.


KAPIYA DAYANAN SAVAŞ

Başımı arabanın koltuğuna yaslayıp gözlerimi ağır ağır kapadım. Yorucu ve benim için garip bir geceydi. Şu an saat on bir civarında olmalıydı ve ben çıktığımda parti henüz bitmemişti.

O ilginç dans, dansın sonunda Pars Alaz'ın söyledikleri düşüncelerimi bir ip yumağı gibi birbirine geçirmişti. Bu yüzden orada daha fazla duramazdım.

Şimdi bile arabanın içinde evime doğru giderken aklımda hala aynı sorular dolaşıyordu.

Neden öyle bir şey söylemişti? Evet bana yakın olan çok fazla düşmanım vardı ve bu işteki bir çok kişi için de bu durum aynıydı. Bunun gayet farkındaydım. Peki ya ben senin düşmanın değilim derken neyi kastediyordu?

Bu adam ortaya çıktığından beri her şey ters gidiyordu. Normal, sıradan bir hayatım olduğunu iddia edemezdim ama bu adamın gelişiyle her şey daha da alt üst olmuştu.

Sanki düz yolda ilerlerken birden önüme çıkan bir çukurdu ve benim o çukura düşmekten başka şansım yoktu. Korkum düşmek değildi. Korkum benim bile inandığım yalanların gerçek yüzünü görmekti ve bu adam bütün gerçeklerimin yalan suretine büründüğünü iddia ediyordu.

"Efendim!" dedi Mustafa tedirgin bir ses tonuyla.

Gözlerimi ağır ağır açarak beynimi kemiren düşüncelerden kaçmak için yaslandığım yerden doğruldum.

"Evet?" dediğimde Mustafa'nın kahverengi gözleri arabanın dikiz aynasından gözlerimle buluştu.

"Bir araba parti mekanından çıktığımızdan beri bizi takip ediyor," dedi sakinliğini korumaya çalışarak.

Siktir, bir bu eksikti.

Normalde bu sık sık başıma gelen bir olaydı ama şu an bununla uğraşacak enerjiyi kendimde bulamıyordum.

Bir bacağımı dizimden kırıp koltuğun üzerine yasladım. Geriye doğru dönerek arka camdan yola bakmaya başladım. Yol diğer gecelere oranla daha sakindi ve tek tük araba vardı. En çok göze çarpan arabaysa hemen arkamızda bulunan siyah sedan bir arabaydı. Normalde birini takip ediyorsan takip mesafesi denilen bir mesafe vardı ama bu her kimse takip ettiğini gizlemeye çalışmıyordu ya da ben yanlış arabaya bakıyordum.

"Siyah sedan olan mı?" diye sordum ayağımı tekrar yere koyup Mustafa'ya dönerken.

"Evet," dedi beni onaylar şekilde.

Bizi takip eden adam ya acemiydi ya da başka bir amacı vardı ve ben şu an hiç kedi fare kovalamacası oynayacak havada değildim ama arkamda biri beni takip ederken eve de gidemezdim. Bu evimi ifşa etmek olurdu ve bu da başıma daha büyük dertler açabilirdi.

"Eve değil hastaneye gidiyoruz," dedim tekrar koltuğa yaslanırken.

Mustafa başıyla beni onaylayıp sürmeye devam etti. Şu an da en mantıklı çözüm buydu. Bizi takip edenlerin amacını bilmiyordum. Bu yüzden de güvenli bir alana gitmek en doğru karardı. Hem Savaş'ı da çok merak ediyordum. Bütün bu koşuşturma yüzünden yalnız kalmıştı. Telefonda her ne kadar hakkında bilgiler alsam da onu görmeden içim rahat etmeyecekti.

Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım. Tabi kuşlardan birinin farklı bir düşüncesi yoksa. Gözlerim ağır ağır kapanmaya başladığında şu an tek istediğim sadece birazcık kestirmekti.

***

Karanlığı delip geçen acı bir feryat duyuldu gökyüzünden ve bu feryat büyüyüp bir kor olup düştü genç kızın bedenine.

Genç kız feryadın nereden geldiğini anlayamadı. O kadar karanlıktı ki kendi ellerini bile görmekte zorlanıyordu.

O karanlığı sevmezdi.

O karanlıktan nefret ederdi.

Etrafına baktı, koca bir boşluktan ibaretti. İlerlemeye korkuyordu çünkü nereye adım atacağını kestiremiyordu.

Bir ışık huzmesi belirdi bir anda. O ışık uzun, ince bir yolu aydınlatıyordu. Genç kız bu yoldan gitmeyi istemiyordu. Çünkü bu yolun sonunda acının olduğunu sezebiliyordu. Direndi genç kız ama kendi ayaklarına söz geçiremiyordu. Sanki attığı her adımda ayaklarına kıymıklar batıyor ve bu da canını yakıyordu ama buna rağmen bedeni durmayı reddediyordu. İlerlemeye devam etti. Ne kadar giderse gitsin bir sona ulaşamıyordu. Gitmeye devam etti.

Gitti ve gitti.

Sonunda önünde bir şey belirdi. İlk anda ne olduğunu çözemedi. Gözlerini ovup biraz daha kendini zorladı. Görüntü artık daha da netleştiğinde ne olduğunu görebiliyordu. Bir anda ortamdaki bütün oksijenin kaybolduğunu hisseti. Sanki içine çektiği şey nefessizlikti. Nefessizlik onu boğuyordu ama bu umurunda değildi.

Karşısındaki siyah, ölü kelebeklerden yapılan beşiğe baktı. Çok güzeldi. Ona ulaşmak istiyordu ama yapamadı. Adımlarını daha da hızlandırmaya çalıştı ama önceden yürümek için onu zorlayan ayakları şu an yere çizilenmiş gibiydi.

Beşiğin hemen yanında bir ışık daha belirdi. Bir adam elinde bir kibrit çöpüyle duruyordu. Genç kızı adamın yüzüne baktı ama adamın yüzü koca bir karanlıkla gizlenmişti. Genç kız korktu. Yeşil gözleri adamın elinde tuttuğu kibrit çöpüne kaydı.

Genç kızın kalbine bir acı saplandı. Öyle keskin bir acıydı ki kalbini yerinden söküp atmak istedi. Elini sertçe kalbinin üzerine bastırdı. Sanki biri ruhunu göğsünden söküp almaya çalışıyor gibiydi.

Başını eğip vücuduna baktı. Tamamen çıplaktı ve elleri kan içerisindeydi. Bedenine tamamen baktı ama kanın nereden geldiğini çözemedi. Ellerini sertçe bedenine bastırıp kandan kurtulmaya çalıştı ama bedeni tamamen kana bürünmesine rağmen elindeki kan çıkmıyordu. Uğraşmaktan vazgeçti. Tekrar aynı ağıtı duyduğunda kafasını kaldırıp hemen karşısındaki beşiğe baktı.

Bu ağıt bir bebeğin kahkahasıydı.

Bu ağıt bir bebeğin ağlamasıydı.

Bakışları ilk olarak beşiğe sonra adama kaydı. Karanlığın ardından adamın gülümsediğini hissetti. O kadar iğrenç bir gülümsemeydi ki kız bütün benliğiyle bu gülümsemeden nefret etti. Genç kız bütün benliğiyle bu adamdan nefret etti.

Kız, adamın ona baktığını düşünüyordu. Tam olarak emin değildi ama bunu hissediyordu. Adam bir şeyler söyledi ama genç kız ne dediğini anlayamamıştı. Adam tekrar bir şey söylediğinde kelimeler o kadar boğuktu ki genç kız anlamakta zorluk çekiyordu.

Kız, adamın hal ve hareketlerinde tuhaf bir şeyler seziyordu. Bu adamı tanıyordu. İçten içe bunu biliyordu ama kalbi bunu reddediyordu. Adam eğilip beşiğin içindeki bebeğe bir şeyler fısıldadı. Genç kız, adam fısıldamasına rağmen ne dediğini duyabiliyordu.

"Uyu kızım uyu," dedi adam melodik bir tonda.

Sesi o kadar nefret doluydu ki genç kız bir an önce beşiğe doğru ilerlemeye çalışıyordu.

"Sonsuza kadar uyu kızım," dediğinde adam doğrularak tekrar genç kıza baktı.

"Bu senin suçun," dedi çarpık gülümsemeyle. "Onu koruyamadın."

Genç kız adamın ne demeye çalıştığını anlayamadı. Bir beşikteki bebeğe bir de adama baktı.

Beşiktekinin bir bebek olduğunu biliyordu ama sadece bir ışık görebiliyordu. Tekrar bakışları adama kaydığında adamın elindeki kibrit çöpü bir anda alev aldı.

Genç kız adamın yapacağı şeyi anlamıştı ama buna kendini inandıramıyordu. Adam kibrit çöpünü beşiğe biraz daha yaklaştırdığında genç kız olduğu yerden kurtulmaya çalıştı. Ayakları bir balçığa saplanıp kalmış gibiydi.

"Dur," dedi genç kız boğuk bir ses tonuyla. Adam yüzündeki çarpık gülümsemeyle genç kıza bakmaya devam ediyorken elindeki kibrit çöpünü bıraktı.

Genç kız refleks olarak uzanmaya çalışsa da olduğu yerden bir santim bile kıpırdayamamıştı.

"Lütfen dur!" diye bağırmıştı genç kız ama bağrışı bir fısıltıdan ibaretti.

Kibrit çöpü beşiğin üzerine düştüğünde beşik saniyeler içinde ateş topuna dönmüştü. Siyah ölü kelebeğin kanatları cayır cayır yanıyordu.

Bir ses duyuldu karanlığın içinden. Bu bir bebeğin kahkahasıydı. Beşiğin içindeki bebek ağlamak yerine kahkaha atıyordu ama bu o kadar acı bir kahkahaydı ki genç kız kulaklarını tıkamak istedi. Ellerini kulaklarına getirip sertçe bastırdı ama ruhundan çıkıp gelen bu sese engel olamıyordu.

"Lütfen," diye fısıldadı genç kız. Artık kendi kendine fısıldıyordu.

Lütfen. Lütfen. Lütfen.

Artık daha fazla dayanamıyordu. Dizlerin üzerine çöktü ve ağır ağır kendini karanlığın kucağına bıraktı. Bir bebeğin anne karnında yattığı gibi karanlığın kucağına yattı. Cenin pozisyonunda kendini daha güvende hissediyordu. Karanlık yavaş yavaş onu yutuyordu. Hiçbir şey umurunda değildi.

"Bu senin suçundu," dedi adam, artık sesi çok uzaktan geliyordu.

Bu benim suçumdu, diye düşündü genç kız.

"Bu senin suçundu!" diye bağırdı tekrar adam. "Onu sen öldürün Hera!"

Genç kız isminin gökyüzünde yankılandığını düşünüyordu.

Onu ben öldürdüm.

Karanlık artık genç kızı tamamen yuttuğunda son kez bir ses daha yankılandı gökyüzünden.

Sen bir canavarsın Hera!

***

"Efendim!"

Korkuyla olduğum yerden sıçrayarak doğrulduğumda her şey karmakarışık gibiydi. Beynimin içinde koca bir karmaşa vardı ve ben ne olup bittiğini idrak edebiliyordum. Gözlerim ve kulaklarıma bir sis perdesi örtülmüştü sanki. Her şey buğulu gibiydi. Ne olduğunu anlamak için etrafa baktım. Neredeydim? Kim beni çağırıyordu?

Bakışlarım korkuyla bana bakan Mustafa'ya kaydığında onunda aklı benim gibi karışık gözüküyordu.

"İyi misiniz?" diye sorduğunda ne cevap vereceğimi bilmiyordum.

Başımı iki elimin arasına alıp kendimi toparlamaya çalıştım. Terden su olmuştum ve arabanın sıcaklığı gitgide artıyor gibiydi. Derin nefesler alıp kendime gelmeye çalıştım.

Gördüğüm kabusun bütün etkileri bedenimde hissediliyordu. Sırtımı geriye doğru yaslayarak derin nefesler almaya çalıştım. Sanki göğsümün üzerine bir balyoz çarpmıştı ve bütün ruhumu paramparça etmişti. Şu an bir kabusun içinde miydim yoksa gerçekliğe geri mi dönmüştüm bilemiyordum. Bedenim uyanmıştı ama ruhum hala balçık denizinde batmaya devam ediyordu.

"Efendim," dedi tekrar Mustafa.

Endişelenecek bir şey yoktu. Sadece her zamanki kabuslardan biriydi. Birazdan her şey geçecekti. Bu gerçek değildi. Bu gerçek değildi. Kendime biraz daha geldiğimde bakışlarım korkuyla beni seyreden gözlere kaydı.

"Camı aç," dediğimde Mustafa hemen dediğimi yaparak camı açtı.

Bedenimi çarpan soğuk hava beni gerçekliğe doğru çekiyordu. Soğuk beni kendime getiriyordu. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Kaç dakika uyumuştum? On ya da on beş? Tam bilmiyordum ama bedenime çöken ağırlık fazla olmadığının göstergesiydi. Kendimi toparlamalıydım.

Kimse benim bu halimi görmemeliydi. Kimse benim acılarımı, kusurlarımı, zayıf noktalarımı görmemeliydi. Hele ki benim altımda çalışanlar buna şahit olmamalıydı. Çünkü bütün otoritem sarsılabilirdi ve bu şu an benim için kötü bir senaryo olurdu.

"Geldik mi?" diye sorduğumda Mustafa da şaşkınlığı biraz üzerinden atmış gibiydi.

"Geldik efendim."

Hiçbir şey söylemeden olduğum yerden doğrulup hemen kapıyı açıp dışarı çıktım. Mustafa kendi kapısını açıp bana doğru yöneldiğinde elimi kaldırarak onu durdurdum.

Soğuk ve rüzgârlı hava bütün bedenimi etkisi altına alırken kendimi daha iyi hissediyordum. Şu an yaptığım saçmaydı. Peşimde beni takip eden bir araba varken gardımı düşürmemeliydim. Birkaç saniye daha havanın beni kendime getirmesi için bekledim. Bu kadarı yeterliydi.

Tekrar arabanın içine girerek oturdum. Bu halde Savaş'ın yanına gidersem kesinlikle bir şeylerin ters gittiğini anlardı ve bütün enerjisini beni azarlamakla ya da nasihat vermekle geçirirdi. Şu an onu dinleyecek havada değildim.

Önemli olan bu değildi. Önemli olan Savaş'ın beni değil kendisini düşünmesiydi. Biliyordum, o bir uçurumun kenarında olsa ve ben de o uçurumda olsam düşmekten değil beni tutamamaktan korkardı. Tıpkı benim gibi.

Mustafa da arabaya girip sertçe kapısını kapatıp oturduğunda artık daha iyiydim. Beynimdeki sis perdesi yavaş yavaş aralanıyordu.

"Hala takip ediliyor muyuz?" diye sordum koltuğun üzerinde duran çantayı alıp kucağıma sabitlerken.

"Hayır efendim. Onları atlattım."

Benim tarafımda açık olan kapıdan dışarıya baktım. Burası hastanenin otoparkıydı. Karanlık, ıssız ve sessizdi. Bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Şu an bir araba gözükmüyordu. Mustafa'nın dediği gibi onları atlatmış olabilirdik ama her ihtimali düşünmem gerekiyordu.

"Tamam öyleyse, senin beni beklemene gerek yok. Sabah 7'de gelirsin. Geç oldu artık, sen de evine dön."

"Size içeriye kadar eşlik edeyim."

"Gerek yok, oda numarasını söylemen yeterli. Gerisini ben hallederim."

Geç olmuştu. Saat on iki civarında olmalıydı. Mustafa'nın bir ailesi vardı ve elimden geldiğince erken çıkmasına özen gösteriyordum ama işte bazen böyle pürüzler çıkabiliyordu.

"İkinci kat 356 numaralı oda," dediğinde başımı olumlu anlamda sallayıp arabadan çıktım.

Araba hemen girişin karşısında duruyordu bu yüzden hızlı adımlarla girişe doğru yöneldim. Gecenin bu saatinde pek kalabalık sayılmazdı. Dışarıda sigara içen bir kadın ve erkek, bir hastayla konuşan erkek bir doktor ve hasta vardı. Yani ben öyle olduğunu tahmin ediyordum. Görüş alanlarına girdiğimde bakışları beni buldu.

Üzerimde partide giydiğim elbise ve yüzümde de bir maske vardı. Yani bana tuhaf tuhaf bakmaları normaldi. Hatta bir güvenliğin gelip beni durdurmasa bu büyük bir şans olurdu. Otomatik kapının önüne geldiğimde bakışlar benim üzerimde olmasına rağmen kimse beni durdurmadı.

Otomatik kapı açıldığında hızlı adımlarla içeriye girdim. Burası dışarıya göre daha kalabalık ve kargaşa halindeydi. Acıyla çığlık atan bir adam karşısındaki kadın sağlık görevlisine bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Yanındaki kadın da adamı sakinleştirmeye çalışıyordu.

Burada büyük bir olay patlak verecekmiş gibi geliyordu. Beynimin içinde bir kargaşa vardı zaten bu nedenle bu kargaşayı kaldıramazdım. Hemen danışman masasının yanında bulunan merdivenlere doğru ilerlemeye başladım.

Hastane kokusundan, hastanenin içindeki kargaşadan, acıyla kıvranan ve ortalığı birbirine katan insanlardan yani kısaca hastaneden nefret ederdim. Elimde olsa buraya gelmezdim ama Savaş için bazı şeyleri göze alabiliyordum. Bu sadece Savaş için geçerliydi.

En son ne zaman hastaneye geldiğimi bile hatırlamıyordum. Aylar ya da yıllar olmuştu. Normalde eğer hastaysam hastaneye gitmek yerine doktoru çağırmak benim için daha etkili bir yoldu. Böylelikle insanın içine içine işleyen bu hastane kokusuna mazur kalmıyordum.

Merdivenleri çıktığımda büyük bir hol beni karşıladı. Sıra sıra kapıların olduğu holde kapı rakamlarına bakarak ilerlemeye başladım.

354

355

356

Oda numarasını bulduğumda kapı hafif aralıktı. İçeriden Poyraz ve Savaş'ın sesi geliyordu. Bir şey hakkında tartıştıkları belliydi ama ne olduğunu tam olarak anlamıyordum. Bedenimi dikleştirip kendimi toparladıktan sonra aralık duran kapıyı yavaş yavaş iterek açtım. Şimdi sesleri daha net geliyordu.

"Oraya ilerleyemezsin," dedi Savaş bıkkın bir sesle.

"Ne oğlum bilmiyorum işte. Sana bunu söylememe rağmen oynamam için tutturan sensin."

Bu gelen Poyraz'ın sesiydi. Ne konuda konuştuklarını anlamasam da her zaman ki gibi bir konunun üzerinde anlaşamıyorlardı. Onlar tam kedi köpek örneğiydi ve ben bu hallerine bayılıyordum.

"Yine kedi ve köpeğimiz iş başında," dediğimde artık bakış açılarına girmiştim. Poyraz hemen doğrulup eli beline gittiğinde Savaş kolunu tutarak onu durdurdu.

"Ne yapıyorsun kızım ya, az kalsın seni vuracaktım," dedi Poyraz belinden çıkarmak üzere olduğu silahını geri yerleştirirken.

"Sen bana silah doğrulturken beni vurmanı bekleyeceğimi düşünmüyorsun herhalde," dedim yanlarına biraz daha yaklaşırken. "Hem tartışmaya öyle bir daldınız ki düşmanınız olsaydım ikiniz de çoktan ölmüştünüz."

"İyi ki düşmanımız değilsin öyleyse," dedi Savaş.

Bakışları beni bulmuştu. Yüzündeki şişlik eskisine oranla daha iyi gözüküyordu ama morluklar solmasına rağmen pek hoş bir görüntü sunmuyordu. Poyraz hemen yatağın üzerinden kalkıp ayaklandı.

"Seni hangi rüzgar attı buraya," dedi yerdeki postalarını giymeye çalışırken.

"Ne o, arkadaşlarımı ziyaret etmek için bir rüzgar mı gerekiyor?" dediğimde siyah postlarının bağcıklarını bağlarken kafasını kaldırıp bana baktı.

"Yok estağfurullah, sadece sen haber vermeden pek bir yere gitmezsin de ondan dedim," dedi Poyraz.

"Sen şu gerzeğin dediklerine takılma. Bunun beyinsiz olduğunu ispatlamak için doktor bile gerekmiyor," dedi Savaş bana bakarken. "Can kurtaran gibi yetiştin. Sinirden doğumum başlayacaktı."

Bir kaşımı çatarak ona baktığımda önündeki satranç takımı gösterdi. Şimdi ne demek istediğini anlamıştım. Poyraz bu tür oyunlarda pek iyi değildi. Pek iyi demek bile onun için iyi bir seviye sayılırdı. Poyraz yapı gereği çok sabırsız bir insandı ve bu da bu tür oyunlarda düşünmeden hareket etmesine neden oluyordu ve sonuç olarak da kaybeden taraf hep oydu.

"Otursana ne dikiliyorsun orada yalı kazığı gibi. Gel de bir geçen maçın rövanşını alıyım," dedi Savaş Poyraz'ın kalktığı yeri göstererek.

"Ne demiş atalarımız, yenilen pehlivan güreşe doymazmış," dedi Poyraz. Postalarını giyip doğrulmuştu. Bedenini duvara yaslayıp kollarını göğsünde birleştirdi.

"Lafı ağzımdan aldın," dedim Poyraz'a bakarak.

Poyraz bana bakarak göz kırptığında sadece gülümsemekle yetindim. Birkaç adım ilerleyip Savaş'ın oturduğu yatağının kenarına oturdum ve elimdeki çantayı yatağın bir köşesine bıraktım.

"Bu ne güzellik," dedi Savaş sanki beni yeni görmüş gibi bakarken.

"Beş dakikadır buradayım ve yeni mi fark ediyorsun?" dediğimde elimi başımın arkasına atıp maskeyi çıkarmaya çalıştım ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım çıkmıyordu. İpi iyice birbirine dolanmıştı.

"Poyraz yardım etsene ne duruyorsun orada?" dedim iple boğuşmaya devam ederek.

"Bence şu an iyi gidiyorsun," dediğinde başımı kaldırıp ona sert sert baktığımda yaslandığı duvardan doğrulup birkaç adımda yanıma ulaştı.

"Tamam be öldürecekmiş gibi bakma bana. Korkuyorum," dediğinde maskenin ipiyle uğraşmaya başladı.

"Sende insanı sinir etme," dedim sitemle.

Birkaç saniye uğraştıktan sonra sonunda maskeden kurtulmuştum. Maske çıkana kadar beni bu kadar sıktığını anlamamıştım. Çıktığında üzerimden koca bir yük kalkmış gibiydi.

"Seni sinir etmek için nefes almak yeterli, bunun için çok fazla çabaya ihtiyaç yok."

Ona doğru döndüğümde yüzüne bakmak için kafamı kaldırmak zorunda kalmıştım. Üzerinde deri bir ceket, beyaz bir tişört ve siyah bir pantolon vardı. Benden bir kaç santim daha uzun olmalıydı yani 1,80 civarlarındaydı ve sportif bir vücuda sahipti.

"Şakaydı," dedi,  ela gözlerini gözlerime sabitledi. Ellerini teslim oluyorum der gibi kaldırdı. "Ben gideyim de bir şeyler alıyım, ne içersin?"

Bu soruyu kaçmak için sorduğunun farkındaydım. "Sert bir kahve alıyım," dediğimde başıyla onayladı.

"Sen bir şey ister misin?" dedi Savaş'a dönerken.

"Ben de kahve alırım," dedi Savaş.

Poyraz Savaş'a bakıp kaşlarını yukarı aşağı doğru oynattı. Bu nah içersin demek gibi bir şeydi. Bu halleri her zaman beni gülümsetiyordu.

"O zaman Savaş yavruma da bir sıcak süt getiriyim. Kemikleri gelişsin yavrucağın," dedi kinayeli kinayeli.

Savaş yavruma mı demişti o? Şu sıralar araları iyiydi sanırım. Açıkçası bunu biraz kıskanmıştım. İş yüzünden onlarla doğru düzgün vakit geçiremiyordum. Bu yüzden sitem edecek değildim ama keşke daha farklı bir hayatta karşılaşsaydık diye düşünmeden de edemiyorum. O zaman arkadaşlığımız daha farklı olur muydu?

Poyrazla bu işte tanıştım ve ona hemen ısındım. O kalbinde ne varsa dilinde de o olan bir adamdı. Birini sevmediğinde bunu açık açık yüzüne söylerdi.

İlk başlarda onunla arkadaş olmak zordu. Düşündüğü her şeyi söylemesi bazen insanı incitebiliyordu ama artık beni incitebilecek pek bir şey kalmadığı için o olaydan sonra daha da yakınlaşmıştım.

Hata Savaş'a ulaşmam için bana en çok yardım edenlerden biri de oydu. Serseri görünümünün altındaki kalbi o kadar temizdi ki bazen bu işe nasıl bulaştığını merak ediyordum. Bana bundan hiç bahsetmemişti ve her sorduğumda kaçamak cevaplar verip geçiştirmişti. İstersem bunu rahatlıkla bulabilirdim ama yapmadım. Çünkü o benim arkadaşım diyeceğim nadir insanlardan biriydi ve onun bana atlatmadığı şeylere saygı göstermem gerektiğinin farkındaydım.

"Piç, madem istediğimi almayacaksın niye soruyorsun?" diye bağırdı Savaş ama Poyraz çoktan arkasını dönüp gitmişti.

"Bu piçle anlaşamadığımı biliyorsun. Neden onu yanıma gönderiyorsun?" dedi sitem karışık bir alayla.

Pek anlaşamadıkları doğruydu ama ikisi de birbirine ölümüne güvendiğini biliyordum. Eğer bende sırtımı birini yaslayacak olsam ilki Savaş ve ikincisi Poyraz olurdu.

O yüzden en güvendiğim adamın yanına diğer güvendiğim adamı göndermek en mantıklı olandı ve Savaş'ta bunu biliyordu ve sırf laf olsun diye soruyordu. Bu yüzden sorusunu duyumsamazlıktan gelerek eğilip botlarımı çıkarmaya başladım.

"Nasılsın?" diye sordum botun fermuarını çekmeye çalışırken. Korseli elbise yüzünden hareket etmem iki kat daha zordu. Sanki kaburgalarımın üzerinde beni sıkıştıran bir kalıp varmış gibiydi. Bu yüzen normalde saniyeler içinde yapacağım işi yapmam dakikalarımı almıştı.

"Kaburgalarım biraz ağrıyor ama iyiyim. Hem yarın taburcu olacağım."

Çarşamba günü taburcu olacağını biliyordum ama yarının çarşamba olduğu tamamen aklımdan çıkmıştı. Artık gün kavramını yitirmiştim. Uyuyamadığım için sanki bütün günler benim için aynıydı.

Botlarımı çıkarıp yatağın ayağının yanına bıraktığımda ayak parmaklarımı oynattım. Bu sürekli yaptığım bir alışkanlıktı ve beni rahatlatıyordu. Elbiseden de kurtulmak istiyordum ama bunu yapamayacağım kesindi. Ayağa kalkıp yatağa biraz yaklaşarak dizimi kırıp bir bacağımı kalçamın altına alarak oturdum.

"Sen nasılsın?" diye sorduğunda bakışlarım bakışlarına kaydı. Yüzünde endişeli bir ifade vardı. Ne kadar saklamaya çalışsam da bir şekilde anlıyordu işte.

"İyiyim," dedim bakışlarımı bakışlarından kaçırıp yatağın üzerinde duran satranç takımına bakarken. Bu satranç takımını ona ben hediye etmiştim. Özel olarak camdan yapılmış bir takımdı ve çok eşsiz gözüküyordu.

Küçüklüğünden beri hep bunlardan birini istemişti ama o zaman bunu alacak paramız yoktu. Şimdi ise istese ona dünyaları verirdim ama istemiyordu.

"Herkesi kandırabilirsin ama beni kandıramazsın biliyorsun değil mi?"

Biliyordum. Beni en iyi tanıyan oydu. Bu yüzden bunu yalanlamaya gerek duymadım. "Sadece her zamanki gibi uykusuzum. Önemli bir şey yok."

"Öyle mi?" dediğinde başımı kaldırıp ona baktım.

Üzeri çıplak altındaysa siyah bir eşofman vardı. Ayaklarımı bağdaş kurup oturuyordum. O da tıpkı benim gibi yatağın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Üst vücudu çıplaktı ve bir çok bandaj sarılıydı.

Bu hali içimi acıtıyordu. Çok acı çekmiş olmalıydı ama ben o sırada kendi işime bakıyordum. Onu kendime kelepçeleyip yanımdan ayırmamak istiyordum ama bunu saçma bir fikir olduğunun da farkındaydım. Ne yaparsam yapıyım bir şekilde başını belaya sokmayı başarırdı.

Konudan kaçtığımı fark etmiş olmalı ki daha da üstüme gelmemek için konuyu değiştirdi. Bunun için ona minnettardım.

"Parti nasıl geçti?"

"Emin değilim," dedim parti gecesinde yaşananları hatırlayınca. "Garip bir partiydi."

Savaş'ın yüzüne bakmak yerine yatağın üzerinde duran satranç takımına bakıyordum. Oyunu çoktan Savaş kazanmıştı ama oyunu uzatarak Poyraz'a acı çektirdiği belli oluyordu.

"Nasıl bir gariplik?" dediğinde bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum.

Ben bile bilmiyordum. Her şey birbirine karışmıştı. Şu an beynimin içindeki düşüncelerin hepsi birbirinin içine girmiş halkalar gibiydi. Hangi düşünceyi çeksem başka birine takılıyordu.

"Siyah mı, beyaz mı?" diye sordum satranç taşlarını dizmeye çalışırken.

"Siyah," dedi, tıpkı o da benim gibi taşları dizmeye başlamıştı. Bakışlarım uzun ince parmaklarına kaydı. Eklemlerinin üzerinde kabuk bağlayan yaralar vardı. Bunlar kendini savunurken olduğu belli oluyordu.

Taşları tamamen dizdiğimizde beyaz olarak başlama sırası bendeydi. Açılışı piyonu E4 koyarak yaptım. Ortama bir sessizlik hakimdi ve bu da biraz can sıkıcıydı. O da açılışını piyonunu E5 getirerek yaptı.

"Saldırıların arkasında kim olduğu belli mi?" diye sordu o da sessizlikten sıkılmış olmalı ki.

"O konu tamamen kafa karışıklığı," dedim atımı F3 üçe sürerken.

Başımı hiç satranç takımından kaldırmıyordum. Şu an oyuna tam olarak odaklandığım da söylenemezdi.

"Nasıl yani?" dedi o da atını C6 sürerken.

"Yani sen gittikten sonra adamlardan birini konuşturduk ve bize söylediğine göre saldırı emrini veren Pars Alaz adında bir adamış," dedim ve filimi C4 ilerletip devam ettim. "Bu noktada işler kafa karıştırmaya başlıyor, Pars Alaz kim, hiçbir sebep yokken neden bize saldırıyor, bu şehre neden geldi, amacı ne? Bütün bu soruların cevabı henüz yok."

Beni dinlemeye devam ederken Filini C5 ilerletti. "Bunun yanı sıra bu gece Pars Alaz denilen yabancı da partideydi ve gözünü kırpmadan 10 milyonluk bir artırma yaptı ve beni alt etti."

"10 milyon verip seni alt mı etti?" dedi kinayeli bir tavırla.

Bakışlarımı satranç takımından kaldırıp ona baktığımda bal rengi gözleri gözlerime buluştu. "Evet beni alt etti," dedim tekrardan oyuna dönerek.

İkimizde hamlelerimizi merkeze ve şahın konumuna göre yapmıştık. Ben iyi bir satranç oyuncusuydum ama Savaş'ta fena sayılmazdı. Bana rakip birisi varsa o da kesinlikle Savaş'tı.

"Seni alt etmeyi başaran o adamı şimdiden merak ettim," dediğinde satranç takımını kafasına çarpmamak için kendimi zor tutuyordum. Kale ve şahın yerlerini değiştirip kısa bir rok yaptım.

"O güzel ağzını kapat yoksa ben sana taşları yedireceğim."

Hiçbir şey söylemedi ama alttan alttan gülümsediğinin farkındaydım. Yapacağı hamleyi düşünüyordu. Kafamı kaldırmadan bende alttan alttan onu izlemeye başladım. Sarıya çalan kumral, hafif dalgalı saçları eğildiğinden dolayı yüzünü örtüyordu ve bu yüzden yüzünü tam olarak göremiyordum. Bir şey düşündüğünde alt dudağını ısırma gibi bir alışkanlığı vardı. Şu an tam olarak göremesem de dudağını ısırdığını tahmin edebiliyordum.

Şu an çok masum ve saf görünüyordu ama kesinlikle öyle biri değildi. Yaşantımızın bir anında birbirimizden kopsak da birbirimizi en iyi tanıyan yine bizdik. Biraz daha düşündükten sonra atını F6 yerleştirdi.

"Ee sonra ne oldu?" diye sordu kafasını kaldırıp bana bakarken. Bakışlarımı hemen satranç masasına indirdim.

Kısa rok yapmaya hazırlanıyordu, bunu yaparken de öne sürdüğüm piyonu istiyordu. Normalde diğer piyonu D3 sürerek piyonumu koruyabilirdim ama bu çok tahmin edilebilir ve korumacı bir yaklaşım olurdu. Bunu yapmak yerine daha agresif bir hamle yaparak piyonu D4 sürdüm.

Bu yaptığım hamle karşısındaki tepkisini görmek için başımı kaldırıp Savaş'a baktığımda bu hamleme şaşırmış görünüyordu ama bozuntuya vermeden devam etti.

"Gecenin ilerleyen saatlerinde ise Yalçın abim olduğunu hatırlamış olmalı ki o adamdan uzak durmam için bana nasihatler verdi. Tuhaf olan şu ki Pars Alaz hakkında konuşurken korkuyor gibiydi."

"Korkuyor muydu?" diye sordu ama daha çok kendi kendine sorduğu bir soru gibiydi. "Bu Pars Alaz ile eski bir husumetleri olabilir mi?"

Bu benim aklımdan da geçen bir teoriydi. Eğer ben yokken Pars Alaz ile aralarında bir şey yaşanmışsa bu saldırılara mantıklı bir açıklama olabilirdi. Bu Pars Alaz'ın bana partide söylediği şeye de kılıf uydurabilirdi. Düşmanı ben değil Deha Sancak olabilirdi ama yönetim bendeyken saldırması pek mantıklı bir olay değildi.

Oyunda piyonumu öne sürerek feda etmiştim. Fili, piyonu yada atını öne sürerek piyonumu alabilirdi ama asıl soru hangisini kullanacaktı?

"Bunu düşündüm. Bu en mantıklı teorilerden biri. Benim yönetimde olmadığım dönemde aralarında yaşanmış bir şeyler olabilir ama öyleyse neden bu zamana kadar beklesin? Neden şu an? Neden daha erken ya da geç değil?"

Savaş, piyonumu piyonunu öne sürerek almıştı. Yapabileceği en doğru hamle buydu ama feda ettiğim piyon sayesinde artık merkezde kolayca hareket edebileceğim bir piyonum vardı.

"Bilmiyorum, belki ağır bir darbe aldı ve bu güne kadar güç kazanmayı bekledi ve kazandığında da atağa geçti. Başka bir mantıklı açıklaması olamaz."

Savaş mantıklı bir argüman sunmuştu ama ben Pars Alaz'ı görmüştüm ve o adamın saldırma amacının bu olmadığını düşünüyordum.

Piyonunu D5 sürerek merkezde yarattığım güvenli alanı tehdit etmiş, hem de karşı atağa geçerek filimi istiyordu. Eğer izin verirsem oyunu kazanması garantiydi ama ona izin veremezdim.

"Pek emin değilim, bu işin arkasında çok daha farklı bir şeyler varmış gibi hissediyorum," dedim ve piyonu F6 ilerleterek atını aldım. O da hiç vakit kaybetmeden piyonunu ilerleterek filimi aldı.

"Peki neden daha farklı bir şeyler olduğunu düşünüyorsun?" dediğinde mantıklı bir açıklamam yoktu. Sadece bir hissiyattı. Normalde hislerime değil de mantığıma güvenirdim ama şu an hislerim daha ağır basıyordu.

"Bilmiyorum, sadece öyle hissediyorum," dedim ve piyonumu G7 ilerleterek piyonunu yedim. Amacım kalesini tehdit etmekti ve istediğimi başarmıştım.

"Hissediyorsun öyle mi?" dediğinde ses tonunun arkasındaki sorgulayıcı ifadeyi sezebiliyordum.

"O adamı gördüm. Pek korkak birine benzemiyor ve sırf biraz daha güç toplamak için geride duracak bir tip değil."

Pars Alaz'ı sadece bir kere görmüştüm ve buna rağmen hakkında çıkarımlar yapmak zor değildi. Dans ederken bana üstünlük kurmaya çalışması ve bunu yaparken sabırlı davranması onun kolay kolay geri çekilen ve pes eden bir adam olmadığını düşündürttü bana. Düşüncelerimde yanılıyor da olabilirim ama bu zamana kadar hiç yanıldığım olmamıştı.

"Adamı daha bir kere görmene rağmen onu yıllardır tanıyormuş gibi konuşuyorsun."

Haklıydı, şu an yaptığım büyük bir saçmalıktı ama düşüncelerim kazanmak için feda ettiğim taşlara benziyordu. Bu savaş henüz yeni başlamıştı ve rakibimin yapacağı hamleleri anlamaya çalışmak zordu. Savaş'ın aksine onun oynayış biçimini tahmin etmek şu an için zordu. Sürekli oynadığı biriyle oynarken hamleleri hakkında az da olsa bir kaç fikir edinebilirsin ama ilk kez oynadığın biriyle bu durum farklıydı. İlk olarak oynayacağın kişinin karakterini tahmin etmen gerekirdi ve genellikle tahminler yanıltıcı olabilirdi.

Şu an yaptığım birkaç tahmin üzerine ilerlemeye çalışıyordum ve bu da oyunda çok fazla bilinmeyen olmasına sebep oluyordu. Bir anda hiç tahmin etmediğin bir şey yüzünden dengeler değişebilirdi. Hayat da bir oyun gibiydi. Dengelerin ne zaman değişeceğini kimse bilemezdi.

Önümüzdeki oyun sürüp gidiyordu. Oyun kızıştığında ikimizde sessizliğe bürünmüştük. Savaş yenilmeyi seven bir tip değildi. Bu yüzden saçma bir oyun oynasak bile kendini oyuna kaptırıyordu. Bense kaybetmek veya kazanmakla ilgilenmiyordum. Benim ilgilendiğim sona giderken oyunun içerisinde aldığım hazdı. Bu fiziksel bir haz değil, beynimin doyuma ulaşmasıydı.

Eğer bir oyun oynarken düşüncelerimden sıyrılıp aklımı kullanıyorsam o oyun benim için mükemmel bir oyundu. İyi bir oyunun sonunda kaybetmek pek de önemli olmazdı.

"Deha Sancak dün şirkete teşrif etmişler," dedi hamlesini yaparken.

"Evet," dedim hamlesinin arkasındaki olayı çözmeye çalışırken.

Şu an dört, beş adım ilerisine baktığımda çoktan kazanmıştım. Yapacağı bütün hamleler şu an sadece onu kaybetmeye sürüklerdi. Şu an onun konumunda ben olsaydım çoktan pek ederdim ama o kolay kolay pes eden bir adam değildi.

"Ne istiyormuş?"

Oyun artık bütün heyecanını yitirmişti. Savaş yapacağı hamleleri düşünürken dakikalar geçiyordu ve sonunda yaptığı hamleyse ön gördüğüm sonu değiştirmiyordu. Bu yaptığı hamlelerin kötü olduğunu göstermiyordu. Sadece fedalarımı çok hafife almıştı.

"Emin değilim ama beni ortadan kaldırarak tekrar yönetimi ele geçirmek istiyor gibi," dediğimde Savaş doğrularak bana baktı.

"Ciddi misin?" dediğinde sadece kafamı olumlu anlamda sallamakla yetindim.

Bakışları tekrar satranç takımına kaydı. Biraz daha düşündü ama içinden çıkamıyor gibi bir hali vardı. Sıkıntıyla üfleyip satranç taşlarını eliyle devirdi.

"Pes ediyorum," dedi geriye doğru yaslanarak. Bende tıpkı onun gibi geriye doğru yaslanıp sırtımı yatağın ayaklarına dayadım.

Şu an yüzünü daha net görebiliyordum. Büyük bal rengi gözleri, hafif kemikli küçük bir burun ve ince dudaklarıyla o kesinlikle yakışıklı bir adamdı. Yaşına göre daha küçük gözüküyordu. Kızların gözdesi olmasına şaşmamalıydı. Bu haliyle annesine çok benziyordu. Fatma anne de çok güzel bir kadındı ve oğluna verebileceği en iyi genleri vermişti.

"Ne yapmayı planlıyorsun?" dediğinde o da benim kadar düşünceli gözüküyordu.

Hiçbir fikrim yoktu. Beynim o kadar allak bullaktı ki doğru düşünemiyordum. Şu an o kadar çok bilinmezlik vardı ki bu durumda yapacağım bütün hamleler boşa çıkardı. O yüzden bir süreliğine akışına bırakmak en doğrusu olacaktı.

"Şu an akışına bırakmam gerekiyor. Deha Sancak ve Pars Alaz'dan gelecek bir sonraki hamleleri beklemeliyiz. Şu an bir hamle yapsak da bu boşa bir hamle olur ve elimizi zayıflatır. Hem sen de biliyorsun ki resmi olarak şirket yönetiminde söz sahibi değilim. Bu yüzden Deha Sancak beni kovmaya kalkarsa yapabileceğim tek şey pılımı pırtımı toplayıp şirketten çıkmak olur."

Gerçek buydu. Ben o şirketin yöneticisiydim ama resmi olarak şirket Deha Sancak'a aitti. Bunun için yapabileceğim bir şey yoktu. Zaten şirket tamamen göz boyamak için vardı. Bütün olay yeraltı hattına kimin sahip olacağıydı. Şirketi kolaylıkla gözden çıkarabilirdim. Çünkü yeni bir şirket kurup onu tekrardan yükseltmek benim için zor olmazdı ama yeraltındaki her şey bana aitti ve onlara kimsenin dokunmasına izin veremezdim. Eğer Deha Sancak atağa geçerse beni kolay kolay yeraltından çıkaramazdı ve eğer bunu yapmaya kalkarsa bu savaş demekti.

"Bizimle savaşmayı göze alabileceğini düşünüyor musun?" dediğinde aklımı okumuş gibiydi.

"Benim aksime kaybedecek çok daha fazla şeyi var. O itibarına düşkün bir adam ve benimle savaşıp kaybederse bütün itibarı sarsılacaktır. Benim kolay lokma olmadığımın farkında, eğer saldırıya geçecekse bile çoktan bunun için bir takım hazırlıklar yapmış olmalı."

Bu konuları konuşmak daha da başımın ağrımasına neden oluyordu ama Savaş ile konuşmak bir şeyleri daha net görmemi sağlıyordu. Bu durumda çok fazla açık nokta vardı. Hepsini düşünmek benim için bile zordu. Altından kalkabilecek miydim emin değildim ama kalkmalıydım. Çünkü başka şansım yoktu.

"Bu savaş sadece Deha Sancak için değil bizim içinde zor olacaktır," dedi ve ellerini saçlarına geçirip geriye doğru atarak, konuşmaya devam etti." Deha Sancak ile ayrıldığını duyan düşmanlar bunu fırsat bilerek saldırıya geçecektir. Birkaç kişi olsa üstesinden gelebiliriz ama bütün şehir bize düşman. Bunu biz bile kaldıramayız. Bizi destekleyecek birkaç dostumuz var ama düştüğümüzde bize destek çıkıp çıkamayacaklarına emin olamayız. Bu koca şehirde tek başımıza kalabiliriz ve biz bile bunu altından kalkamayız ama iyi yönünden bakarsak Deha Sancak'ın bizden daha çok düşmanı var değil mi?"

Son cümleyi söylerken gülümsemişti. Bu tıpkı koca bir lavı söndürmek için bir damla su dökmeye benziyordu. İçime su serpmeye çalıştığını farkındaydım ama neresinden bakılırsa bakılsın boka batmıştık.

"Öyle," dedim gülümserken. "Onun bizden daha çok düşmanı var."

Bedenim sanki kırk tonluk bir yükün altında kalmış gibi sızlıyordu. Uyumak istiyordum ama tekrar bir kabus görmek istemiyordum. Gözlerim kapanmak üzere olsa bile kendimi toplayıp hemen açmaya çalışıyordum.

"Neden uykuya direniyorsun? Kabuslar yüzünden mi?" dediğinde onun sesi de uykulu gibi geliyordu. Sadece başımla onu onaylamakla yetindim. Konuşmaya bile enerjim yoktu artık.

Yaslandığı yerden doğrulduğunda dikkatli bir şekilde hareket ediyordu. Yatağın üzerinde dağınık bir şekilde bulunan taşları özenle toplayıp kutusuna yerleştirdi ve kutuyu da hemen yatağın yanında bulunan şifonyerin üzerine bıraktı. Geriye doğru kayarak ayaklarının altından pikeyi çıkarttı. Büyük bir yatak sayılmazdı ama buna rağmen biraz boşluk bırakmaya özen göstererek yatağa girdi.

"Hadi gel," dedi yatağın boş tarafını kafasıyla işaret ederken. Bu hali bana çocukluğunu hatırlatıyordu. "Ben bir kahramanım unuttun mu? Seni her şeyden korumaya ant içmiştim."

Haklıydı. O benim kahramanımdı ve bir ant içmişti. Yaslandığım yerden doğrularak bana bıraktığı boşluğa dikkatlice ilerledim. Üzerimdeki elbise yüzünden bu biraz zor olmuştu ama sonunda ama başarmıştım. Yatağın içine girip sırtımı ona dönüp bir elimi başımın üzerine diğerini de karnıma yaslayarak yattım. Küçük bir yataktı, bu yüzden bedenim onun bedenine değiyordu ama umursamadım. Tuttuğu pikeyle üzerimi dikkatlice örterek bana iyice yaklaşıp kolunu karnıma atarak bana sarıldı.

Sıcacıktı ve bu küçükken beraber yattığımız zamanları hatırlatıyordu. Bir tek farkla, burnumu dolduran kötü hastane kokusunu saymazsak. Bu konum biraz rahatsız ediciydi. Bu kokuyla uyuyacağımı zannetmiyordum. Yerimde usulca kıpırdanıp ona doğru döndüm. Kafam onun göğsünün hizasındaydı. Şu an hastane kokusunu değil onun kokusunu alıyordum. Bu tıpkı anıların içine sığınmak gibi hissettirmişti.

"Kafanı kaldır," dediğinde dediğini yaparak kafamı hafifçe kaldırdım. Kolunun birini başımın altına yerleştirdiğinde kafamı koluna yasladım. Boşta kalan elini de belime atarak iyice bana sarıldı. Artık tamamen kucağındaydım ve bu çok güvenli hissettiriyordu.

"Artık hiçbir kabus sana yaklaşamaz," dedi yarı uykulu ses tonuyla. "Ben ne olursa olsun seni koruyacağım çocukluğum."

Bu beni avutmak için söylediği öyle başıboş bir cümle değildi. Ne olursa olsun beni koruyacağını biliyordum. Söylediği sözlerde değil kulağımın dibinden atan kalbinde bile bunu hissedebiliyordum ve bende bu kalbin atmaya devam etmesi için elimden geleni yapacaktım. Bütün dünyayla savaşmak ve bütün benliğimi kaybetmek zorunda kalsam da bu kalbin atmaya devam etmesi için kendimi bir yok sayabilirdim.

Bilincim kendini ağır ağır uykunun kollarına bırakırken artık o yanımdayken kabusların üstesinden daha rahat geleceğimi hissediyordum. Öyle olmayacağını biliyordum ama yine de küçük bir çocuğun anı sandığının kenarında kalan küçük bir umut ile umut ediyordum.

***

"Hey uyanın!" diye bağırdı biri.

Kim olduğunu bilmiyordum ama sesi sinir bozucu bir şekilde yüksekti.

"Dünya yanıyor bunlar hala uyku peşinde. Uyansanıza!"

Başımı yasladığım beden huzursuzca kıpırdandığında bende istemsiz şekilde uyanmak zorunda kalmıştım.

"Ne bağırıyorsun oğlum sabah sabah?" dedi Savaş uykulu bir ses tonuyla. Benim söylemek istediklerimi dile getirdiği için gözlerim kapalı bir şekilde yatmaya devam ettim. Şu an hiç yataktan kalkasım yoktu.

"Şirket birbirine girdi," dediğinde hemen olduğum yerden doğrularak kalktım. Birkaç bir şey daha söylemişti ama ben ilk cümlede takılı kalmıştım.

Gözlerimi açmaya çalıştığımda yoğun güneş ışığı yüzünden bu biraz zordu. Kolumu başıma kaldırıp gözlerime siper etmek istesem de kolum da uyuşmuştu. Bu dar yatakta iki kişinin yatması kesinlikle büyük bir saçmalıktı ama artık bundan şikâyetçi olmak hiçbir anlam ifade etmeyecekti.

"Ne demek şirket birbirine girdi?" diye sordu Savaş benim aklımdaki soruyu sorarak. Uyuşan kolumu hafifçe sallayıp kendisine gelmesini sağlarken gözlerimi ağır ağır açtım. Güneş yüzünden gözlerim ağırsa da karşımdaki kişiye bakmaya çalıştım. Biraz bulanık olsa da karşımdakinin Poyraz olduğunu anlayabilmiştim.

"Deha Sancak bir düzine adamla birlikte şirkete girdi ve çalışanların hepsini toplattı."

Uykulu olduğumdan mı yoksa anlam vermediğimden dolayı mı hiçbir tepki veremiyordum. Yatağın üzerinde sadece etrafa boş boş bakmakla yetindim. Yatağın sol tarafı çöktüğünde Savaşın'da doğrulduğunu anlamıştım.

"Bir dakika bir dakika ne?" diye sordu, o da benim gibi anlam veremiyordu. Aslında bu beklediğimiz bir şeydi ama bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştik.

"Hala afyonunuz patlamadı herhalde," dedi Poyraz bıkkın bir ses tonuyla.

Bu olanlar büyük bir kabus falan olabilirdi. Uzun zaman sonra doğru düzgün bir uyku çekebilmiştim ama sonu boka sarmıştı. Kesinlikle Tanrı beni lanetlemiş falan olmalıydı. Çünkü bunu farklı bir açıklaması olmazdı.

"Deha Sancak," dedi Poyraz kelimelerin üstüne basa basa. "Bir savaş başlattı."

Yıllardır beklediğim şey sonunda gerçekleşmişti. Zamanlama çok kötüydü ama artık kaçamazdık.

"Siktir, şimdi ne yapacağız?" diye sordu Savaş. Bu sorunun muhatabı bendim.

Bütün şehri sarsacak kadar büyük bir savaş başlıyordu. Bütün taşlar yerini almıştı ve Deha Sancak ilk hamleyi yaparak oyuna başlamıştı. Piyonun E4 ilerletmişti. Hamle sırası bendeydi ve yenilmeye hiç niyetim yoktu.

"Poyraz toplayabildiğin kadar adam topla ve hepsini şirketin önüne yığ!" Sesim beklediğimden daha sakindi. "O beklenen savaşı bugün başlatıyoruz."

Bölümün sonundayız ve bir gelenek olarak düşüncelerinizi bırakırsanız çok sevinirim.

Sizce bu savaşı kim kazanır?

Pars Alaz'ın amacı ne?

Bu savaşta nasıl bir konuma sahip olacak?

Yanıtlarını okumak için sabırsızlanıyorum.

İnstagram; kayipmedusaa

Continue Reading

You'll Also Like

6.3M 206K 103
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
672K 44.8K 35
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
500K 20.7K 21
Kardeşi Mert için gittiği bir barda seçtiği bir adamdan hamile kalmayı planlayan Duru'nun tek amacı doğacak olan bebeğinin kardeşine nefes olmasıdır...
49.5K 3.4K 17
"Bir adam ile yara bandının hikâyesini hiç duydun mu?" diye sordum meraksız bir tonda. Çünkü anlatmak istediğim sıradan bir hikâye değildi, kendi yaz...